Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
İlker Başbuğ'dan Bush Yönetimi, AKP’ye ve Cemaate Suçlama
Ergenekon'un Yargıtay'da görülen temyiz davasında 2. duruşma bu sabah başladı. Duruşmada ilk savunmayı yapan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ oldu. Başbuğ girişte savunmasını soran gazetecilere 'savunma değil taarruz diyelim' dedi. 'Amaç; TSK’ye komplo kurulması idi. Fırsat kollanıyordu. Yakaladıkları bu fırsatı kullandılar' diyen Başbuğ savunmasında “TSK'ya karşı oynanan oyunun arkasında kimler vardır? George W. Bush yönetimi, TSK'ya karşı oynanan oyunu desteklemiştir. Cemaatin ise işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir' Siyasi iktidar ise, “Ne istediler de vermedik” ve “aldatıldık” ifadeleri ile bu süreçte Cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir' ifadelerini kullandı.
İşte Başbuğ'un savunmasının tamamı
Sayın Başkan, Sayın Üyeler ve Sayın Cumhuriyet Savcısı;
Dün akşam, bu sabah burada yapacağım konuşmanın metni üzerinde çalışırken, daha önce de düşündüğüm bazı sorular, yine aklıma takıldı. Bu sorulara doğru dürüst cevaplarda bulamadım. İlk önce bunları sizinle paylaşmak istiyorum:
PKK terör örgütünün eylemleri, Suruç saldırısından hemen sonra beklenmedik şekilde başladı. Daha önce yaşanmamış seviyede devam ediyor. Her gün şehitler veriyoruz. Yüreğimiz yanıyor. Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz.
Güneydoğudaki bazı yerleşim yerlerine ilişkin medyaya yansıyan görüntüler vahim ve endişe verici.
Suriye hududunda Türk uçakları ile Rus uçakları burun buruna geliyor.
Türkiye bu halde iken, bu gün ben neden Yargıtay’dayım?
Türkiye ve bizler acaba enerjimizi yanlış yerlerde mi harcıyoruz?
Burada ne yapacağım, ne konuşacağım?
Özel Yetkili Mahkemelerde başlayan ve sonuçlanan bazı davaların, yerel mahkemelerde yeniden yargılanmaları sürüyor. Bazı davalar ise Yargıtay’da temyiz aşamasında.
Neredeyse daha dört yıl geçmeden; bu sefer aynı adliyedeki bir Cumhuriyet Savcısı; aynı konuya 25 Aralık İddianamesinde yer verdi. Bu bölümü burada okumak istiyorum:
“2007 yılında Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombalarından yola çıkılarak hazırlanan Ergenekon terör örgütü dosyası o kadar genişletilmişti ki, cemaat muhalifi olan herkes bir şekilde bu örgütün üyesi olmakla karşı karşıya kalıyordu. 14 Nisan 2009 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genel Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ kamuoyuna bir açıklama yapmıştır. Bu açıklamada ‘Bazı Cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmektedirler. Hedeflerine ulaşmada, kendilerine büyük engel olarak TSK’yı görmektedirler. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında TSK’nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük bir yanılgıdır.’ İlker Başbuğ bu açıklamayı yapmakla cemaatin hedefine girmiştir. Artık kurtuluşu yoktur. Kum saati dönmeye başlamıştır. Pensilvanya’da kalemi kırılmıştır. Süreç işlemeye başlar. Bir şekilde müritler onun icabına bakacaklardır. Tarihi fırsatlar gözetilir. Bir yandan da orduya yerleşilmektedir. İlker Başbuğ’un bu açıklaması orduda cemaate rahat verilmeyeceğinin işaretleridir ve bu engel bir şekilde aşılmalıdır. Paralel cuntanın yargı ayağı faaliyete geçer ve sudan bir sebeple internet andıcı davası adı altında genel kurmay başkanlığı yapmış bir kişi Terör örgütü yöneticiliğinden ve hükümeti düşürmeye teşebbüs suçundan TCK 314/1 ve 312/1 maddeleri gereğince 06/01/2012 tarihinde tutuklanır. Konu hükümet aleyhine kara propaganda yapıldığı iddia edilen internet sitelerinin kurulmasına İlker Başbuğ’un önderlik ettiği hususudur. Bu gün Fetö terör örgütü liderinin güdümündeki internet sitelerinin devlet başkanını, hükümet üyelerini, yargı mensuplarının alenen tehdit etmeleri ve bunu basın özgürlüğü adına yapmaları, nereden nereye geldiğimizin göstergesidir. İlk pervasızlık buradan başlamıştır. Artık cemaat yargı yoluyla her türlü hukuksuzluğu yapabileceğini görmüştür. Özel yetkili mahkemelerdeki hakim ve savcılar yoluyla dilediği kişiyi infaz edebileceğini anlamıştır.
Cemaatin karşısında yer almak neredeyse imkansız gibi idi. Güç sarhoşu olan cemaat ilk büyük infazını İlker Başbuğu tutuklayarak yapmıştır. Toplumun nabzı ölçülmüş, sol kesimler hariç yeterli tepki yoktur, hatta sağ kesimlerden hükümete karşı bir oluşum içerisinde olan bir ordu ve komutanı şeklinde bir suçlama gündeme getirildiği için destek görmüştür. Cemaat süreci iyi okumuştur. Kendi lehine değerlendirmiştir.”
Şimdi, bugün biz burada ne söyleyeceğiz, ne yapacağız?
SORUMLULUĞUM ŞEHİTLERE KARŞI
Aslında, bu sözlerden sonra benim konuşmamı sonlandırmam, başka söz söylememem lazım. İşte burada çok düşündüm. Nasıl hareket etmeliyim?
Ben, Türkiye’nin 26. Genelkurmay Başkanıyım. Emekli olmuş olsam da bazı sorumlulukları hala taşımaktayım.
Birinci sorumluluğum; bu süreçte hayatlarını kaybedenlere yani bu davaların şehitlerine karşıdır.
İkinci sorumluluğum; bu davalar süresince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verirken, kendilerini kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında; “yabancı bir ordunun askeri gibi” hisseden, bu acıyı yaşayan, arkadaşlarıma karşıdır. Bu acıyı kimse unutturamaz. 11 Şubat 2011 günü Silivri’de Balyoz Davası duruşması sonunda yaşatılan acıyı da kimse hafızalarımızdan silemez.
Üçüncü sorumluluğum; tarihe karşıdır. Belki bugün Türkiye’nin ve Türk Milletinin bu davalar karşısında yorulduğunu söylesek, pek yanlış olmaz.
Ama, ileride mutlaka birileri bu dönemin tarihini sebep ve sonuç ilişkilerine dayanarak yazacaklardır. İşte onlara yardımcı olmayı da bir görev olarak kabul ediyorum.
Dördüncü sorumluluğum ise; TSK’ne karşı yapılan bu komploların planlayıcı ve icracılarının yakalanıp, ortaya çıkarılıp, adil şekilde yargılanmalarını sağlamaktır. Bu olmadan, bu davalar, bu süreç bitmez. Bu nedenle, olayların büyük bir kısmını bire bir yaşayan birisi olarak bu komplolara ilişkin değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak mecburiyetindeyim.
Sayın Başkan, Sayın Üyeler; vereceğiniz hüküm sadece “usul” ile sınırlı olursa bu çok yetersiz bir sonuç olur. Sadece “usul” ve “esas” la yetinilirse, bize göre yine yetersiz olur.
Bizim düşüncemiz, vereceğiniz hüküm bir üçüncü boyutu da içermelidir. O boyutta; komplolara ilişkin ortaya konulan hususların suç duyurusuna dönüştürülmesine yönelik olarak, Yüce Mahkemenizin yönlendirici bir rol oynamasıdır.
Bütün bu değerlendirmeler ışığında, bugün burada taşıdığım sorumluluklar çerçevesinde konuşmamın uygun olduğunu düşündüm.
Burada söyleyeceklerim asla savunma amaçlı değildir ve o şekilde de algılanmamalıdır.
Sözlerim; daha önce ifade ettiğim gibi tarihe not düşmeye ve kumpasları planlayan ve uygulayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmaya yöneliktir.
Konuşmama şu soru ve soruya verilecek cevap ile devam etmek istiyorum:
Peki, PKK siyasi çözüm kapsamında başka ne istemektedir?
Uluslararası Kriz Grubu Türkiye Direktörü 1 Aralık 2014 günü bir gazetede çıkan röportajında bu soruyu şöyle cevaplandırıyor:
“Kandil'dekiler bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçme konusunda çok daha az hevesliler. Gelecekte, Türkiye’nin güneydoğusunu kendilerinin yöneteceğine dair bir düşünceleri olduğunu anlıyorsunuz. Evet, bu demokratik özerklik bir anlamda.”
Bazıları ise, demokratik özerklik yerine AB’nin “Yerel Yönetimler Şartı”nın uygulanmasını istediklerini ileri sürmektedirler.
Avrupa Birliği’nin ileri sürdüğü “Yerel Yönetimler Şartı”nın Demokratik özerklik ile hiçbir benzerliği yoktur.
Demokratik özerklik, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı erklerine sahip bir federe devlet statüsüdür.
Bu statü, Anayasanın üniter devlet yapısına aykırıdır.
Bu konuda, şunu da hatırlatmakta yarar var;
Egemenliğin, örneğin özerklik uygulanmasının, bölgesel bir grupla paylaşılması kararını, o bölgesel grup kendi başına veremez. Çünkü, böyle bir karar ülkede yaşayan bütün vatandaşları etkileyecektir. Bu nedenle, bu şekildeki kararlar, ancak o ülkenin bütün vatandaşlarını temsil eden ve olağanüstü durumlarda, ancak “Kurucu Meclis” ler tarafından verilebilir. Boşa hayallere kapılmayın.
Türkiye’den istenilenler bunlar ise; elbette buna hep karşı olduk, olmaya da devam edeceğiz. Bu nedenle hedef alınacaksak, hedef alınmaya her zaman hazırdık ve hazır olmaya da devam edeceğiz. Bedeli ne olursa olsun.
Laiklik konusuna, daha doğrusu laiklik karşıtı hareketlere gelince...
Bugün Türkiye’yi bulunduğu bölgede farklı ve güçlü konuma getiren, laik ve demokratik bir ülke olmasıdır.
Buna rağmen bazıları ilk günden beri laikliği din karşıtı olarak topluma anlatmaya çalışmış ve TSK’ni de hep din karşıtı olarak göstermeye gayret etmiştir.
TSK bugüne kadar hiçbir zaman din karşıtı olmamıştır, sadece; Anayasanın 24. maddesinde yer aldığı şekilde, “siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesine, kötüye kullanılmasına” karşıdır.
2002 yılında ABD’de iktidara gelen yeni muhafazakar (neo-con’lar) Ortadoğu’nun şekillendirilmesi için “Ilımlı İslam” düşüncesini ortaya koydular.
Onlara göre; Ilımlı İslam altında, bir İslam ülkesinde, yasaların tümü dini kurallara dayandırılmayacak, ancak toplumun talebi doğrultusunda bazı yasaların dini esaslara dayandırılması mümkün olabilecektir. Türkiye’de, Ilımlı İslam için bir model ülke olabilirdi.
Mart 2004’de Gnkur.II.Başkanı olarak resmi bir gezi nedeniyle bulunduğum ABD’de bana “Ilımlı İslam” hakkında ne düşündüğüm soruldu. Verdiğim cevap şöyle idi:
“Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yoktur. Ilımlı İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laik hem Ilımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri, ya diğeri olur. Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu özellikleri benimsemek isteyen varsa, sorun yok.”
Böylece, belki de bu konuya açık şekilde cevap veren, ilk Türk yetkilisi olmuştum.
Neo-con’ların düşüncesine Türkiye’de karşı çıkacak ana güç elbette TSK olacaktı. TSK’nın etkisizleştirilmesi elbette bu açıdan da yararlı sonuçlar doğuracaktı.
Daha sonra Obama yönetimi esnasında, Ilımlı İslam düşüncesi terk edildi.
Fethullah Gülen’e gelince, özellikle ABD’nde kalmasına yardımcı olan isimlere bakılırsa, O; neo-conlar tarafından Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek bir kişi olarak değerlendirilmiş olabilir.
Sosyal devlet olgusunun zayıflaması, yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına, cemaatleşmeye itmiştir. Ancak, Gülen Cemaatinin bu beklentilerin üstünde hedefleri olduğu çeşitli istihbarat raporlarında yer almaktaydı.
Başlangıçta bir noktaya açıklık getirmek isterim. Cemaat deyince, bir camiayı toptan ve baştan suçlu ilan etmek doğru değildir. Sözlerimiz; TSK’ne karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olarak rol alanlara ve yapılanlara destek veren cemaat mensuplarına yöneliktir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı dönemimde, bana çeşitli kanallardan iletilen bazı “duyumlar” özellikle Gülen Cemaatinin TSK içinde kadrolaşmaya çalıştığı ve TSK’nin sahip olduğu “milli ordu” niteliğine zarar verecek faaliyetler içinde olduğunu gösteriyordu. Bu kapsamda, TSK personeli arasındaki mezhep farklılıklarının kullanılmaya çalışılması en rahatsız edici konuların başında gelmekteydi.
Bu konulardaki rahatsızlığımı; Gnkur. Bşk.lığı Devir Teslim Toplantısında yaptığım konuşmada açıkça ifade ettim:
“Giderek güçlenen bazı cemaatler, ekonomiyi yönlendirmeye, sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadır.”
Cemaatle ilgili esas ses getiren konuşmayı ise, 14 Nisan 2009’da yapmıştım. Bu konuşmada Cemaat konusuna şöyle değinmiştim:
“Modern organizasyon özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çerçevesinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Buna rağmen, bugünde bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmektedir.
Bu tip cemaatler, hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak TSK’ni görmektedir. Bunun içinde her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla, TSK aleyhine faaliyette bulunmaktadır. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında, TSK’nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.”
Şimdi bu oyunun kimler var ona cevap vermeye çalışacağım
2001 yılının başında ABD’nde George W. Bush Başkan oldu. Onun dönemi, Ilımlı İslam Projesine inanan ve uygulamaya çalışan ABD’ndeki Yeni Muhafazakarlar(neo-con)ın dönemi olarak ortaya çıkacaktı. Ayrıca, daha önceki Başkan B.Clinton döneminden itibaren de ABD’nde, Irak’a askeri müdahale planları üzerinde çalışmalara başlanılmıştı.
2002 yılı Kasım ayı seçimlerinden kısa bir süre sonra, 15 Kasım 2002’de Ankara’daki ABD Büyükelçisi Washington’a şöyle bir telgraf göndermişti.
“Türkiye’de ordu, bürokrasi ve yargıdan bir derin devlet vardır. Derin devletin merkezinde de Ordu bulunmaktadır. Derin devlet, ABD’ nin de desteklediği reformların önündeki en büyük engeldir.”
Bush yönetimi; Türk Ordusunu, derin devlet olarak görmekteydi. Bu derin devlet; Ortadoğunun yeniden şekillendirilmesine, Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasına, Türkiye’deki terör sorununun “siyasi çözüm” ile çözülmesine engeldi. 1 Mart 2003’de tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu da TSK’ne yıkılınca, bu yönetimin TSK’ne karşı yapılanlara sıcak baktığı, devlete ait bazı kurumların ve kurumlardaki bazı kişilerin bu oyunda rol aldıkları veya destek verdikleri ifade edilebilir.
Obama yönetimine ise farklı bakılmalıdır.
Obama Yönetimi ise, başlangıçta bu soruna taraf olmaktan kaçınmış, ancak TSK’nin aşırı boyutlarda yıpratıldığını görünce, bu konuya ilişkin rahatsızlıkları açıkça seslendirmeye başlamıştır.
Cemaatin ise işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir.
Siyasi iktidar ise, “Ne istediler de vermedik” ve “aldatıldık” ifadeleri ile bu süreçte Cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir.
Bu konudaki rahatsızlığımızı her platformda ilgililerin dikkatine sunduk. Yapılanların arkasında Cemaate bağlı polislerin ve yargı mensuplarının olduğunu söyledik.
MİT Müsteşarlığından, konuya ilişkin istihbarat talebinde bulunduk.
Ama maalesef bu konularda ilerleme sağlayamadık. Hatta bir keresinde “bugün bize, yarın size olacak” da dedim.
Bugün, o gün söylediklerimizin ne kadar doğru ve gerçeklerin ne olduğu bütün çıplaklığı ile ortay çıktı.
O günlerde sesimize kulak verilseydi, belki onca acıların yaşanması engellenebilirdi.
Konuşmalarım ve yaptıklarım ile Cemaati rahatsız ettiğim, Cemaat tarafından da hedefe alındığım bir gerçektir.
Daha sonra yaşadıklarım; yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymama neden olmadı. Çünkü yaptığım hukuk içerisinde kalarak görevimi yerine getirmeye çalışmamdan başka bir şey değildi.
Sadece, laik devlet yapısını ve TSK’nın “milli ordu” niteliğini korumaya ve savunmaya çalıştım.
Gazeteci ve yazar Kadri Gürsel’de 10 Ağustos 2012 günü bu konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“İktidarla kavga etmek yerine, Cemaati iktidardan ayrıştırarak Cemaati hedef gösterdi ve iktidarı yanına çekmeye çalıştı. İlgili hedef alınan kitle tarafından strateji doğru bir şekilde okundu.
Sonra hatırlayacaksınız ‘Cemaat ve AKP’yi Bitirme Planı’ ortaya çıktı.”
Her şey bütün çıplaklığı ile ortadadır.
Adeta “düşman hukuku” uygulanarak suçlananlar, cezaevlerinde yıllarca tutulanlar, bugün Türk Milletinin gözünde suçsuzdurlar, çoktan beraat etmişlerdir.
Ya bu süreçte hayatını kaybedenler? Onları geriye getirebilecek bir güç var mıdır?
Ortada yapılacak iki şey kalmıştır:
Birincisi, bu süreçte zarar görenlerin “itibarlarının” geri verilmesi, böylelikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kırılan onur ve gururunun tamir edilmesidir.
İkincisi ise, bu komploları planlayan, icra eden ve açıkça destekleyenlerin yargı önüne çıkartılarak, adil şekilde yargılanmasıdır.
Hala önümüzde zaman ve şans olduğunu düşünmekteyim.
Heyetinizin bu tarihi fırsatı en iyi şekilde kullanacağına ilişkin inancımı koruyorum.
Kaynak: ilkerbasbug.com