Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı
Şeffaf Otokrat Devrindeyiz | Ahmet İnsel | Birikim
Çok partili yaşama geçildiğinden beri Türkiye’de demokrasi biraz az, biraz fazla ama hep yaralı bereli oldu. Güçler ayrılığı bazen az, bazen çok ihlal edildi. Temel hak ve özgürlükler, hiçbir zaman sağlam bir güvenceye dayanmadı, genellikle rastlantısal ya da konjonktüre yakından bağlı biçimde uygulandı. Askeri darbe dönemlerinde açıkça askıya alındı. Ama askeri cunta yönetimleri dışında, demokrasiyi yaralı bereli kılan bütün bu ihlallerin açık seçik, göstere göstere yapılmamasına da özen gösterildi. Yapılan işin biçimsel olarak yasalara uygun görünmesine önem atfedildi. Devlet yönetiminin üst katlarında bu biçimsel görüntüye önem verilmesinin nedeni, yürürlükteki anayasa ve yasalara uyumlu görünme kaygısıydı. Biraz da Türkiye’de tarihî kökleri o kadar zayıf olmayan, yönetici elitlerde var olan asgari bir demokrasi kültürünün tezahürüydü. Bu nedenle bugüne kadar, en azından seçilmiş yöneticiler, bu hukuk ihlallerini kendilerine verilmiş bir hakkın kullanımı olarak savunmadılar. Ne de bu ihlalleri yapmayı bir marifet olarak görüp, göstere göstere yapmak yetmiyormuş gibi, bunda hikmet aramaya kalktılar.
Frikik Gazeteciliği | Faruk Bildirici | Hürriyet
Kadın oyuncu Hande Soral'ın sırttan çekilmiş fotoğrafı cuma günü Kelebek'in birinci sayfasının tam ortasında, en görünür yerinde yayınlanmıştı.
Rüzgârda uçuşan eteğinin altından kalçası ve iç çamaşırı görünüyordu.
Fotoğrafa okurlardan tepki gecikmedi. Ünlü de olsa bir kadının böyle bir fotoğrafının yayınlanmasının yanlış olduğunu savunuyorlardı. Sosyal medyada da eleştiriler birbirini izledi.
Hande Soral da böyle bir fotoğrafının yayınlanmasına üzülmüştü. Tepkisini Twitter mesajlarıyla duyurdu. “Bu sabah Hürriyet gazetesinde gördüğüm fotoğrafımın şokunu atlatmam mümkün değil” diyen Soral, bu fotoğrafın yayınlanmasını özetle şöyle eleştiriyordu:
“Tamamen habersiz ve savunmasız bir durumda çekilmiş bir fotoğrafın bir gazetenin manşetinden afişe edilmesinin bana, aileme vereceği üzüntü ve zararı nasıl göremezsiniz? Yazıklar olsun, bu mu habercilik ve magazin anlayışınız?
AKP, Davutoğlu’nun İmzası Kurumadan Avrupa Birliği’ni Aldatmaya Kalktı! | Zeynep Gürcanlı | Sözcü
Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan Suriyeli sığınmacı paketinde Türk vatandaşlarına vize muafiyeti de var.
Ancak vize muafiyetinin hayata geçmesi için, Türkiye’nin AB tarafından konulan 72 şartı yerine getirmesi gerekiyor.
Ancak daha Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Brüksel’de anlaşmaya attığı imza kurumadan, AKP’liler AB’yi “kandırmanın”, anlaşmayı sıkıntıya sokacak “yan yollar bulmanın” çalışmasını yapmaya başladılar.
İşte örnek;
AB’nin vize muafiyeti için koyduğu şartlardan biri TBMM’den “AB standartlarına uygun” bir Kişisel Verileri Koruma Yasası geçirilmesi.
Genel Kurul’da yasa görüşülürken, AKP’den gelen bir geceyarısı önergesi ile, Türk vatandaşlarının kişisel verilerinin yabancı ülkelerle paylaşılmasına, “ilgili kurum görüşü” ve “Kurul onayı” şartı getirildi.
AKP’lilerin önerge veriş tarihi, tam da Reza Zarrab’ın ABD’de tutuklandığı döneme denk gelince, “önerge, Zarrab için verildi” haberleri çıktı.
Kardeş Canlı Bombalar Strateji mi Tesadüf mü? | Tunca Bengin | Milliyet
Dünyadan savaşçı ithal eden IŞİD, Boston, Paris, Suruç ve Ankara saldırılarında olduğu gibi Brüksel’de de “kardeş” canlı bomba ya da intihar eylemci geleneğini bozmadı. Uzmanlara göre bu kamuflaj, hücreye sızma olmaması ve eylemcilerin birbirlerini ele vermemesi için kullanılan bir taktik. Yani bu sayede hem saldırı öncesi planlama aşamasında dikkat çekilmiyor ve sırlar dışarı çıkmıyor, hem de olası bir yakalanma durumunda geri kalanlar hakkında bilgi almak neredeyse imkansız oluyor. Aynısı karı-koca, sevgili ya da akrabalık bağı bulunan teröristler için de geçerli. Açıkçası “kardeşlik” örgütler açısından önemli bir koz ancak bunun bir de o kardeşler kendilerini patlatmaya nasıl ikna ediliyor tarafı var. Nitekim en çok tartışılan nokta da bu ve kardeş olsun ya da olmasın IŞİD’in “uyuyan hücre” sayısı. Sorunun yanıtını “küçük grup dinamikleri”ne bağlayan ve “binlerce uyuyan hücre var” diye veren emekli binbaşı, güvenlik analisti Metin Gürcan’ın bu konuyla ilgili öngörüleri şunlar:
Tabu Düşkünü Zihniyet Cinselliği Baskılayarak Topluma Ağır Zarar Veriyor | Mustafa Alp Dağıstanlı | Diken
İlk kez bir kızı öpmek istediğimde galiba ilkokul üçüncü sınıftaydım. Çok istiyordum. Öyle yanağından falan da değil, ağzından. On ayın Sultanı (biri Ramazan olduğu için sayı azaldı) Recep Efendi yaradandan ötürü hoşgörsün, RTÜK bağışlasın … bayağı müstehcen yani!
Öpüşmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. (Bilinecek bir şey midir?) Öyle müstehcen öpüşen birilerini de görmemiştim. Televizyon henüz hayatımıza girmemişti bile, nerede kaldı öpüşmeli sahneler… 1960’ların ikinci yarısından bahsediyorum, Hopa.
Biraz daha geriye gidebiliyorum kendi tarihimde. Öpüşmek değil de bir kızın vücudunu düşünmem, merak etmem beş yaşımdan önceydi; biliyorum, çünkü kardeşim henüz doğmamıştı.
Dün okuduğum bir haber hatırlattı bunları bana, düşündürdü. RTÜK, bir çizgi filmde öpüşmeyle ilgili bir diyalog var diye para cezası kesmiş. Ne yüce bir saçmalık, ne devletlu bir gerizekalılık, ne kutsal bir gaddarlık ve ne ulvi bir ahlaksızlık…
Batsın İkiyüzlü Ahlakınız | Çiğdem Toker | Cumhuriyet
Yetişkin bir erkeğin, bir çocuğa tecavüz etmesi, çocuk için ömrü boyunca onulması güç bir vahşet; kendini insan olarak tarif eden herkes için öğrenmesi bile zulüm, tecavüz eden mahluk bakımından yasalardaki en ağır ceza verilse bile, adaletin sağlanmış olmayacağı aşağılık bir suçtur.
Yetişkin bir erkeğin 45 çocuğa, iki yıl süresince tecavüz etmesi, sizi sizden alması, soluksuz bırakması, nutkunuzun tutulmasına yol açması, uzun süre bir cümle kuramayacak hale getirmesi, sonrasında da insanlık adına, bağırarak dur denilmesini gerektiren bir durumdur.
Yetişkin erkek, bir “öğretmen”; mağdur çocuklar, onun öğrencileri; iki yıl süren vahşetin mekânı da “eğitim” kurumuysa eğer; dur demenin de ötesine geçerek sistemin sorgulanmasının gerektiği bir eşikteyiz demektir.
***
Yani biz öyle sanıyoruz.
“Biz” derken de olur a bağıra çağıra keskinleştirdiğiniz kutuplaşmanın bir kutubu olarak görüyorsunuzdur:
Bir çocuğun gülüşünü, sağlığını, yaşama sevincini bir çocuğun her şeyin önüne koyanlar olarak, “biz”den söz ediyorum.
Yerli ve Milli… | Markar Esayan | Akşam
İstanbul saldırısından hemen önce, “Yeni Türkiye’nin ideolojisi: Yerli ve milli” başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında bu kısa bir serinin başlangıcıydı.
Bugün buna devam etmek istiyorum.
Dindar diye güvenilen paralel yapının ülkeyi içeriden kavramaları için üst akla taşeronluk yaptığını, HDP’nin aslında bir Kürt hakları savunucusu olmadığını, PKK’nın bir vesayet aparatı olduğunu, ülkede “yerli aklı” üretme görevi verilmiş aydın ve akademisyen elitinin hiçbir darbeyi sektirmediğini, CHP’de tarlaların sürüldüğünü fark ettik.
Bu bizi “yerli ve milli” kavramlarını yeniden düşünmeye, bu kavramların içini yeniden doldurmaya yöneltti.
Eski Türkiye’de bozulmuş anlamıyla “yerlilik” içe kapanmayı, “millilik” de ırkçılığı ifade etmiyordu.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma | Ayşenur Arslan | BirGün
Hiçbir şey “ZAMANI VE YERİ GELMİŞ BİR FİKİR” kadar güçlü değildir. Umarım, bu düstur “Aydınlanma Hareketi” için de geçerlidir.
Evet, gericiliğe karşı aydınlanmanın ve hatta “ayağa kalkmanın” zamanı ve yeri çoktan geldi. Ne var ki, o fikrin / hareketin gücünü görebilmemiz için BİZLERE DE İHTİYAÇ VAR.
Tek tek her birimize, tarihi bir görev düşüyor.
Son toplantısını Kadıköy’de binden fazla kişinin katılımıyla yapan Aydınlanma Hareketi, “ilk görevi” ortaya koydu: Hareketin deklarasyonuna imza atmak. Çok basit, herkesin üstlenebileceği bir görev. Küçümsemeyin. İmzalarla başlanır. Sonra o imzalar “çığa dönüştüğünde” ayağa kalkılır.
Aydınlanmayı / laikliği yıkma hareketinin en büyük darbesi 4 + 4 + 4 sisteminde yapılamayan, belki o zaman yapılır.
Ben, bir kadın ve anne olarak BEN DE VARIM diyorum. Bir gazeteci olarak da, bu hareketin gelişebilmesi için elimden geleni yapmayı vaat ediyorum.
Sahi “Siz Kimsiniz Ya!” | Murat Aksoy | Haberdar
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Can Dündar ve Erdem Gül’ün “gazetecilik” faaliyetini “özel istek” üzerine “casusluk”a sokularak müebbet istendiği davanın ilk duruşmasın katılan konsoloslara şöyle seslendi: “Siz kimsiniz ya!”
Katıldığı toplantıda şunları söyledi: “Dün malum bir gazetecinin mahkemesi vardı. Bu yargılamaya katılanların durumu çok önemli. İstanbul’daki konsoloslar mahkemeye geliyor. Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada? Yani diplomasinin de bir adabı var. Burası senin ülken değil burası Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir…”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması dahi bitmeden sosyal medyaya, eleştirdiği konsoloslar tarafından geçmişte hukuken haksızlığa uğradığı dönemde ziyaret edildiği haberleri düştü.
Bir Vakfın Sorumluluğu Nasıl Örtbas Edilmek İstendi? | Burcu Karakaş | Diken
Bir haftadır bu korkunç olayın hamasetle olmaması gereken yönlere saptırılmasından dolayı utanç duyuyorum. Bu pisliğin üstü, “Vatan, Millet, Sakarya” lafları ile örtülemez.
Karaman’da 10 çocuğa cinsel istismarda bulunan öğretmen hakkında hazırlanan iddianame geçen hafta mahkeme tarafından kabul edildi. İddianameye göre, istismar vakaları Ensar Vakfı’na ait yatılı evlerde ve Karaman Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’nin pansiyonunda gerçekleşmişti. Olayın basına yansımasından sonra vekilinden bakanına farklı makamlarda bulunan isimlerden peş peşe açıklamalar okuduk. Henüz soruşturma aşamasında vakfın sorumluluğu olmadığını ima edenler, bu sorumluluğun örtbas edilmesi için açıklama üzerine açıklama yapanlar bu hareketlerine kulp bulmaya çalışırken battıkça battı.
Bu açıklamalara geçmeden önce, Hürriyet’ten Ahmet Hakan’ın olayın hemen ardından Ensar Vakfı Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu ile yaptığı söyleşiye değinmekte fayda var.
Yorum Yazın