Görüş Bildir
Haberler
Beynimiz Soyut Hiçbir Şeyi Sevmez, Onu Hep Çözmeye Çalışır

etiket Beynimiz Soyut Hiçbir Şeyi Sevmez, Onu Hep Çözmeye Çalışır

Mustafa Günen
05.10.2024 - 00:33

Önceki yazıda insan beyni, etrafında olan biten tüm gelişmelerde örüntü yani belli bir gelişme düzeni arar konusunu işlemiştim. Ancak örüntünün soyut sanatla ilgisinin daha iyi anlaşılması için burada örüntüyle ilgili basit birkaç örnek vereceğim.Örneğin tahtaya 4,8,12,16 yazsam sonraki sayının 20 olacağını bilirsiniz. Zira verdiğim sayı dizisinin dörderli olarak arttığı düzenini yani örüntüsünü fark edersiniz ya da 4, 8, 12’den sonra 20 yazsam siz 16’yı atladığımı da fark edersiniz. Yine aynı şekilde haftanın günleri de bir paterndir. “Bugün pazartesi, yarın işim var, sonraki gün görüşelim” desem, adını belirtmediğim halde siz çarşamba günü olduğunu anlarsınız. Görüleceği gibi hemen her gün her an örüntü kullanmanın sayısız örneklerini yaşarız. Zira insan beyni hayatta kalmak için, sürekli değişen bir dünyada sabit özellikler, sabit noktalar arar. Karmaşık verilerdeki bazı noktaları birleştirerek tahmin yoluyla kendince anlamlı, bütüncül bir sonuçlar çıkarır.

İçeriğin Devamı Aşağıda
Reklam

Konuyu önceki bölümde verdiğim Sayın Prof. Sinan Canan’ın ifadesiyle özetleyeyim:

Konuyu önceki bölümde verdiğim Sayın Prof. Sinan Canan’ın ifadesiyle özetleyeyim:

“Gün içinde karşılaştığımız ilgili-ilgisiz birçok ipucundan anlamlar üreten bu sistem, zihnimizin örüntü tanıma sistemidir.”

Yine önceki yazımın sonunda aslında beyin belirsizlikten soyuttan hazzetmez hatta nefret eder. Aynı şekilde beyin “tesadüfleri de sevmez” diye bitirmiştim ve konuyla ilgili Prof. V. S. Ramachandran’ın kitabından bilgi aktarmıştım. O bilgiyi tekrar vereyim. “Tesadüflere duyulan tiksinti” “Beyniniz tesadüflerden kaçmak için sürekli akla yatkın genel bir alternatif yorum peşine düşer.” (Öykücü Beyin. s.305)

Öncelikle yazının konu başlığındaki “tiksinti” sözcüğü duygusal hassasiyeti belirtir. Dilimizde de görmek ya da duymak istemediğimiz, rahatsız edici bir durumlarda “iğrenç” deriz veya şüpheli durumlarda “mide bulandırıcı” gibi sözcükler kullanırız. Zaten Prof. Ramachandran bunu tiksintinin birinci derece temsilinin içgüdüsel bir “kaçın bundan” tepkisi olduğu şeklinde özetlemiştir. (a.g.e, s.323)

Şimdi önce tesadüfün tanımını yapalım. Tesadüf; yalnızca ihtimallere bağlı olduğu düşünülen olayların kesin olmayan, değişebilen sebebi. - TDK

Günümüzde nörobilimciler beyin için bir tahmin makinası benzetmesi yaparlar. Geleceği en güvenli şekilde yaşamak için doğru tahminlerle davranmak üzerine evrilmiştir. Ama belirsizlik, muğlaklık doğru tahmin edebilmeyi engeller ya da güçleştirir. Bu da stres, gerilim demektir. Dolayısıyla beynimiz her şeyin tahmin ettiği, beklediği şekilde olmasını ister. Bunu anlaşılır hale getirmek için yine aynı sayı dizisini örnek vereyim. Diyelim ki bir duvarda 4, 8, 12, 19, 20 levhalarını gördünüz ve dörderli artan bu sayı dizilimindeki yanlış 19 rakamını fark ettiniz. O zaman böyle bir dizilimde 16 ile 19 rakamının karışmış olması tesadüf olamaz, bunda bir bit yeniği var diye şüphelenirsiniz.

Sonra da Prof. Ramachandran’ın dediği gibi akla yatkın bir yorum peşine düşersiniz, bulamazsanız sinirlenirsiniz. Yine Prof. Ramachandran’ın ifadesiyle “beyin, açıklayamayacağı tesadüflerden hoşlanmaz.” diyelim ve şunu ekleyeyim: beyin için tesadüf unsurunun iyi veya kötü sonucu olması önemli değildir, tesadüfün kendisinden hoşlanmaz ve olmasını istemez.Bu bilgilerden yola çıkarsak, demek ki beynimiz, yapısı gereği, soyut bir resimdeki çizgiler, renkler, desenler ne kadar karmaşık, tesadüfi olursa olsun, kesinlikle soyut, belirsiz olarak bırakmak istemez. Görselde bir düzen, bir örüntü arar. İster istemez kendi çağrışımları yoluyla bazı noktaları birleştirip sonuçlar oluşturup bağlamlar kurarak anlam ortaya çıkarmaya çalışır. Önceki bölümde de açıkladığım gibi beynimiz, karşılaştığı belirsizliği çözmek ne olduğunu anlamak öğrenmek için gösterilen her türlü çabayı dopamin gibi haz hormonlarıyla ödüllendirmek şeklinde evrilmiştir. Bu yüzden belirsizliği, gizemi çözmeye severiz. Bulmaca çözmekten hoşlanmamız nedeni de budur.

Şimdi Prof. V. S. Ramachandran’ın kitabından konuyla ilgili bilimsel açıklamaları kısaca vereyim:

Şimdi Prof. V. S. Ramachandran’ın kitabından konuyla ilgili bilimsel açıklamaları kısaca vereyim:

Örtük veya algı problemi çözme

Ramachandran’ın başlıkta olduğu gibi örtüklülük ilkesi adını vermiş. Bu durumu örnek olarak da cinselliği vererek tamamen çıplak bir kadın veya erkek posterininden cinsel bölgelerin hafifçe örtülmüş görüntülerin çok daha çekici seksi geldiğini söylemiş ve nedenini şöyle açıklamıştır:

“Bu tür bir örtüyü tercih ediyoruz çünkü bilmeceleri çözmeye bayılan bağlantılara sahibiz ve algı pek çok insanın fark ettiğinden daha fazla bilmece çözmeye yakın bir konu. Ne zaman bir bilmeceyi başarıyla çözsek, bir çapraz bulmacayı veya bilimsel sorunsalı çözdüğümüz de hissettiğimiz “işte bu!” zevkinden pek de farklı olmayan bir hazla ödüllendiriliriz.” “Çözüm arama eylemi çözümü bulmadan önce bile keyif vericidir.” (a.g.e, s. 300)

Burada şunu ekleyeyim, belirsizlikten soyuttan hoşlanmayan hatta nefret eden beynin soyut sanata olan ilgisinin arkasında da bu ödüllendirilme sistemi çok önemli yer tutar. Şimdi Prof. Ramachandran beynimizin sanata olan ilgisini anlatmak için diğer canlı beyinlerinin davranış kalıplarından örnekler vermiştir. Çok önemli birkaç tanesini özetleyerek vereyim.

Zirve kayması; bir sıçanın önüne kare ve dikdörtgen şekilleri koyulmuş. Hayvan her dikdörtgene yaklaştığında bir parça peynir verilmiş, kareye gittiğinde ise verilmemiş. Birkaç deneme sonra hayvan artık kareyi görmezden gelerek doğruca yiyecek demek olan dikdörtgene gitmeye başlamış. Daha sonra dikdörtgenin yanına bu kez çok daha dar ve uzun dikdörtgen şekli koyulmuş. Sıçan, ilginç bir şekilde yiyeceğe alıştığı önceki dikdörtgene değil, daha dar ve uzun yeni dikdörtgene gitmiş. Hayvanın beyni dikdörtgen şekil daraldıkça daha çok yiyecek demek olarak algılamış. (a.g.e, s.274)

Ramachandran “ultrauyaran” adını verdiği Ringa martılarıyla yapılan bir başka deneyi de vermiş. Anne martının uzun sarı gagasının ucunda belirgin bir kırmızı benek vardır. Martı yavrusu yumurtadan çıktıktan kısa bir süre sonra annesinin gagasındaki kırmızı beneği güçlü bir şekilde gagalar ve yemek için yalvarır. Anne de onu besler. Deneyde önce yalnızca yapay bir gaga uzatılmış, yavru yiyecek için bu yapay gagayı da gagalamış. Daha sonra bir sopaya kırmızı bir benek çizilmiş. İlginç bir şekilde yavru bunu da galalayıp yiyecek istemiş.

Deneyin bir sonraki aşamasında bu kez sopanın ucuna üç kırmızı çizgi çizilmiş. Bunu gören yavru çıldırmış gibi gagalamış. Sonuç olarak algısı kırmızı nokta yiyecek düğmesidir şeklinde evrilen yavru üç kırmızı benek olunca çok daha fazla yiyecek düğmesi olarak algılayıp çılgına dönmüş.

Prof. Ramachandran konuyu sanatla iliştirip esprili bir şekilde şöyle değerlendirmiş:

Prof. Ramachandran konuyu sanatla iliştirip esprili bir şekilde şöyle değerlendirmiş:

“Martıların bir sanat galerisi olduğunu hayal edin, bu üç çizgili uzun ince sopayı duvara asarlardı. Buna Picasso adını verip ona tapar, putlaştırır ve uğruna milyonlarca dolar verirlerdi ama tüm bu zaman boyunca da dünyalarında var olan hiçbir şeye benzemesine rağmen (ki en önemli nokta budur) bunun onları neden bu kadar çok tahrik ettiğini merak ederlerdi. Sanat uzmanlarının soyut bir sanat eserine bakarken veya onu satın alırken tam da bunu yaptığını; tıpkı bir martı yavrusu gibi davrandıklarını düşünüyorum.” (a.g.e, s. 280-81)

California Üniversitesi beyin ve biliş merkezi başkanı olup, psikoloji ve nörobilim de Ordinaryüs Prof. titri olan V. S. Ramachandran, insanın soyut sanat eseri karşısında gösterdiği tavrı ilkel dönemlerden gelen evrimsel bir gelişime bağlamıştır.  Gerçekten de bugün artık biliyoruz ki, insan henüz tür olarak ayrışmadığı, henüz insan olmadığı canlılar döneminde edindiği çoğu temel davranışları hâlâ sürdürmektedir. Bu durumu konumuza indirgersek, görülüyor ki özellikle soyut dışa vurum resimleri karşısında istisnasız hepimizin tavrı binlerce yıl öncesinde edinilmiş davranışlara dayanmaktadır.

Basitçe söylersek, soyut sanat karşısında insanın psikolojik durumu devreye girer. Ya kendi deneyimlerinden oluşan kişisel bilinçaltı verileri ya da Jung’un teorisi olan kolektif bilinçaltı, atalardan genlerle aktarılan veriler etkisinde eserdeki görsellerle kontak kurar. Bu verilerle kendi duygu durumuna göre eserde gördüğünü yorumlar. Eğer beyniniz görselde “işte bu!” diyeceği kombinasyonlara rastlarsa, tıpkı martı yavrusu gibi mutlu olur, keyif alır. Eğer olumlu ya da olumsuz etkileneceği bir şeye rastlamazsa, o zaman hiçbir tepki göstermez ve muhtemelen siz de beğenmediğinizi düşünürsünüz. Sonuç olarak, her iki durumda da beyniniz resmi anlamlandırmıştır yani anlamıştır. Buna göre demek ki soyut dışa vurum tarzındaki bir resmi anlamayan bir beyin yoktur!

Tabii burada madalyonun bir de öbür yüzü ortaya çıkıyor. Mademki, her beyin eşsiz ve tektir. Öyleyse, sanatçının özellikle bilinçli olarak tasarlayıp yaptığı soyut bir eserdeki renk form ve şekillerden oluşan temsiller sadece onun bilinçaltına ait temsillerdir. Bu yüzden sanatçının kendi açıklamadıkça ya da onun fikirlerini tanıyan biri olmadıkça, hiçbir sanat eleştirmeni veya diğer insanların tam olarak anlamaları mümkün değildir. Eleştirmen de olsa kişiler bu tarz resimlerdeki renklerden, çizgilerden, formlardan yalnızca kendi mesleki bilgilerinden yola çıkarak veya bilinçaltındaki birtakım unsurlarla çağrışım yapabilirler. Ama sanatçınınkiyle aynı olması eseri tam olarak anlaması pek mümkün değildir.

Hele bir de eser, soyut dışa vurum veya adı her ne ise, hiç tasarlamadan, düşünmeden “içimden öyle geldi” denilerek rastgele bir şekilde yapılmışsa, bu tarz eserler, doğrudan “işte bu!” denilecek ve martı yavrusu gibi tepki gösterilebilecek eser kategorisindedir. Çünkü bu tarz, eserdeki anlam bağlam tüm çağrışımlar sonradan ortaya çıkmak üzere yapılan bir tarzdır. Dolayısıyla bu tarz için sanat eleştirmenine bile gerek yoktur. Eğer illa yorum yapılacaksa, yalnızca psikolog ve psikanalistler gibi bilim adamları tarafından analiz edilebilir ki böyle bir uygulama vardır yüz küsur yıl önce babası ressam olan İsviçreli psikolog Hermann Rorschach’ın keşfettiği (Rorschach testi) soyut görseller gösterilerek psikolojik rahatsızlıkları teşhis etmek için kullanılmaktadır.

Her neyse eğer dikkat ettiyseniz, Ramachandran, sanat uzmanları diye başlayarak, “tıpkı bir martı yavrusu gibi davrandıklarını düşünüyorum.” demiştir. Burada sanat dünyası için çok derin bir o kadar da önemli bir duruma dikkat çekmiştir. Tüm bunlara gelecek bölümde devam edeceğim.

Instagram

X

Facebook

Linkedln

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
Reklam
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
1
0
0
0
0
0
0
Yorumlar Aşağıda
Reklam