Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı
Kayıp Sevda, Kayıp Dosya, Kayıp Saat | Gökçer Tahincioğlu | Milliyet
“Dünyayı değiştirmeye talipseniz” hep almak isterler, elinizdekileri.
“Devlet Baba”ya kafa tutan asi çocukların sonu bellidir.
Öldürülmeleri bir ceza nedeni değildir. Ali Ekber Yürek’in hikâyesi, devlete kafa tutan bir asi öğretmenin inançlarının bitmeyecek hikâyesidir...
Bir devlet, yasalara aykırı bulduğunda yaptıklarınızı neyinizi alır?
Yasada yazılı olanlardan fazlasını alabilir mi?
Misal kalbinizi, misal sevdanızı, misal yaşamınızı, misal acılarla öldürülmenizi, misal bunun hesabının bile sorulamamasını alabilir mi?
Ya da devlet almasın diye elinizden, bir başkasına emanet eder misiniz kol saatinizi?
“Dünyayı değiştirmeye talipseniz” hep almak isterler, elinizdekileri. “Devlet Baba”ya kafa tutan asi çocukların sonu bellidir.
Öldürülmeleri bir ceza nedeni değildir.
Ali Ekber Yürek’in hikâyesi, devlete kafa tutan bir asi öğretmenin inançlarının bitmeyecek hikâyesidir.
Bir ‘Sri-Lanka’ Tatbikatı: Roboski | İrfan Aktan | ZETE
Roboski Katliamı, sanıldığı gibi olup bitmiş değil, evveliyatı ve sonrası olan faşist bir devlet uygulaması. Evveliyatından kasıt General Mustafa Muğlalı’nın “33 Kurşun’u” değil, daha yakın bir hadise. O da AKP’nin 2009 ila Roboski Katliamı arasındaki dönemde yandaş kalemler aracılığıyla tartıştırdığı “Sri-Lanka modeli.”
Roboski Katliamı elbette Kürtlerin dışındaki belli kesimlerin de tepkisine neden oldu. Her ne kadar Türkiye’nin batısında hiçbir zaman etkili bir düzeyde tepkiler tertiplenemediyse de, “dost cenah” katliama yönelik tepkisini çeşitli vesilelerle ifade etti, ediyor. Bu süreçte özellikle sosyal medya üzerinde yaygınlaşan bir söz ise, aradan üç yıl geçtiği için artık eleştiri konusu yapılabilir: “Unutursak kalbimiz kurusun!” Roboski Katliamı’nın unutulma ihtimali yok ama faillerinin “kaçma” şüphesi bulunuyor. Roboski Katliamı bitmiş değil, devam eden bir “harekât”. Dolayısıyla hâlâ yas tutma evresinde değiliz. O halde “unutursak kalbimiz kurusun” sözü aslında politik bir hedefe işaret etmiyor ve Kürtlerin direnişçiliğiyle örtüşmeyen bir pasifizme meylettiriyor. “Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz” diyen Tayyip Erdoğan, katliamın unutulmamasından değil, hesabının sorulmasından korktuğu için “unutma-unutmama” üzerine bir inatlaşmayı körüklemeye çalıştı, çalışıyor. Hafıza, politik mücadelenin aracı olduğu müddetçe devrimci bir işleve sahiptir. Dolayısıyla takınılması gereken ortak tutum, katliamın fikri temellerini oluşturanlar dâhil olmak üzere tüm failleri ısrarlı bir biçimde ifşa etmek ve her türlü siyasi mecrada sorumluları hesap vermeye zorlamaktır. Unutmayalım ki, unutmamak “kalbimizi” kurutmaya mani değil.
Cumhurbaşkanı'na Hakaret Edenler Çoğalırken... | Mümtaz'er Türköne | Zaman
“Cumhurbaşkanı’na hakaret suçu”nda gözle görülür bir artış var. Bir eski milletvekilinin ve 16 yaşındaki bir liselinin tutuklanma haberi sadece göze çarpanlar.
“Torunumun silgisini çalanlardan bahsediyordum” diyerek “hırsız” sözüne açıklama getiren adamı tutuklamayan savcının geçici görevle anında sürgün edilmesi, konunun devlet katında ne derece ciddiye alındığı hakkında bir fikir veriyor. “Son zamanlarda Cumhurbaşkanı’mıza hakaret öyle bir noktaya getirildi ki...” sözleriyle, bu artışa dikkatimizi çeken de zaten Başbakan Davutoğlu’nun kendisi. Haklı olarak şu soruyu soruyor Başbakan: “Cumhurbaşkanı’na hakaret doğru mu?” Elbette doğru değil. Peki bu artış karşısında ne yapacağız? Bu suçu on bin kişinin, yüz bin kişinin, hatta milyonların işlediğini tasavvur edin. Böyle bir ihtimal var mı? Varsa, milyonlarca insanı hapse mi atacağız? Bu suçun, nezle-grip gibi yayılmasına nasıl engel olacağız? Daha ötesi, bu suçtaki artış karşısında suç-ceza dengesini yeniden nasıl kuracağız?
Türkiye Nereye Gidiyor? | Yiğit Bulut | Star
Bizim basının bir kısmına ve “köşelenmiş” bazı yazarlarına bakarsanız; Türkiye çok kötüye gidiyor...
Sevgili dostlar, her gün aynı söylem; “Erdoğan şunu dedi, bunu dedi, ne demek istedi...” Hatta bazılarının o kadar gözü dönmüş ki; “yalan ve iftira ile hızlarını alamadıkları zaman” hakareti sonuna kadar zorluyorlar...
Sevgili dostlar, kim ne derse desin, YERLEŞİK DÜZEN’in ve küresel örgütlerin basın çarkları ne üretirse üretsin; Türkiye, seçilmiş CUMHURBAŞKANI liderliğinde BÜYÜK olma, ÖZ’e dönme, kendini bulma yolunda hızla ilerliyor ve bunun için gerekli maddi-manevi adımları da atıyor... Daha açık yazayım; Osmanlı yıkılırken ayrılan Kafa ile Beden kavuşuyor, COĞRAFYA BÜTÜNLEŞİYOR ve BÜTÜN olarak ayağa kalkıyoruz...
Peki geçmişte neler oldu ve neleri çok iyi hatırlamalıyız?
Sevgili dostlarım, 1850’lerden itibaren Ruslarla savaş hazırlıklarına başlayan daha doğrusu başlatılan Osmanlı, Ortadoğu-Afrika coğrafyasında zorlanmaya başlıyor. Bu zorlanma “tarihsel doğal etkilerle” değil, o bölgeleri yeniden şekillendirmek isteyen güçlerin ilk adımları ile ortaya çıkıyor...
1854-1876 arasında “o güçlerden” borçlandırılan Osmanlı, 1876 sonrası “MERKEZİ” o dönemin IMF’sine kaptırırken, 1876-1915 arasında bugünün İsrail devletinin yerleştiği yer dahil, planlanan bütün topraklarını kaybediyor. Hatta ele geçirme o kadar ileri gidiyor ki; 1915 sonrasında “işgal” bugün yaşadığımız topraklara kadar uzanıyor...
İki Kelepçe,İki Dilekçe | Can Dündar | Cumhuriyet
30 yıl önceydi:
Prof. Hüsnü Göksel, Prof. Bahri Savcı, Aziz Nesin, Esin Afşar, Bilgesu Erenus ve Prof. Fehmi Yavuz, Çankaya’ya çıkıp Cumhurbaşkanı’na iletilmek üzere bir dilekçe bıraktı.
“Aydınlar Dilekçesi ”nin altında, 1260 imza vardı.
12 Eylül karanlığından korkmayan, aydınlığı arayan bir grup cesur insanın 6 sayfalık dilekçesi şu cümleyle başlıyordu:
“Türkiye, en ağır bunalımlarından birini yaşamaktadır.”
Ve özetle deniliyordu ki:
“Biz aşağıda imzası bulunanlar;
Olağanüstü yargıya başvurmayan bir hukuk devleti istiyoruz.
Kimsenin siyasi görüşünden veya dinsel inancından ötürü kınanmadığı bir ülke istiyoruz.
Çoğunluk iradesi bahane edilerek temel hakların yok edilmemesini istiyoruz.
Basına özgürlük, TRT’ye özerklik istiyoruz.
Eksiksiz insan hakkı, güçlü demokrasi, çağdaş eğitim, özerk üniversite, sansürsüz sanat istiyoruz.”
2015 Tahminim Ne Mi? | Cengiz Çandar | Radikal
Önceki yılın sonlarında konuşmacıları arasında yer aldığım, Dubai’deki bir toplantının başkonuşmacısıydı Lord Robertson. Eski NATO Genel Sekreteri. İskoç olduğundan onur duyduğunu her vesileyle ifade etmeyi alışkınlık haline getirmiş, gençliğinde solcu öğrenci lideri, espri nosyonu hayli gelişmiş bir insandır.
Dubai’deki uluslararası toplantıda onun konuşma başlığı “Ortadoğu 2014” idi. Konuşmasına, “Benden 2014 yılı için Ortadoğu tahmini yapmam isteniyor” diye girdi ve arkasından herkesi güldüren şu sözlerle devam etti:
“ Büyük iktisatçı John Kenneth Galbraith, tahmincilerin ikiye ayrıldığını söylemiştir. Bilmediğini bilenler ve bilmediğini bilmeyenler. Ben, birinci gruba mensubum. Bilmiyorum.”
Lord Robertson, tarihi insanların yaptığını belirterek, bu nedenle “sürpriz” unsurunun yani hiç hesapta olmayanın, “bilinmezlik” unsurunun önemine değinmişti.
Bu yaklaşımını destekleyecek nitelikte birkaç örnek sıralamıştı. “Örneğin” demişti, “ Berlin Duvarı’nın 1989 yılının 9 Kasım günü, o şimdi bildiğimiz şekliyle yıkılacağını kim tahmin edebilirdi? Kim bilebilirdi? Ya da ‘Arap Baharı’nın 2010 Aralık ayında Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakması üzerine patlak vereceğini ve bir ay içinde hem Tunus’ta ve hem Mısır’da onlarca yıldır hüküm süren otokratik yapıların arka arkaya yıkılacağını kim tahmin edebilirdi? Kim bilebilirdi?”
Laik Aydınlar Niçin Etkisiz? | Etyen Mahçupyan | Akşam
Entelektüel dünyamızın en belirgin vasfı israf sözcüğüyle özetlenebilir. Geçmişte entelektüel enerji ve birikimin tümü laik kesimde yoğunlaştığı ve sosyolojik olarak bu kesime imtiyazlar sağlayan daraltılmış bir kamusal alana mahkum olunduğu için söz konusu israf görünür değildi. Ancak bugün İslami kesim kendi aydınlarını ürettiği ve onları kamusal alana taşıdığı ölçüde, ülkenin laik cenahtaki birikim potansiyeli de sistem dışına doğru kaydı. Bunda cemaatçi toplumsal yapının rolü olduğu açık. Ancak laik kesim aydınlarının toplumun geneline yönelik kendilerini ifade etme çaresizliklerinin ve yabancılaşmalarının da önemli payı var.
Soru böylesine iyi eğitilmiş, dünyayı bilen, her konuda nüanslara vakıf bir entelijensiyanın nasıl olup da toplumu ve siyaseti etkilemede bu denli zayıf kaldığıdır. Oysa söz konusu aydınların söylemine baktığınızda böyle bir sonucu öngörmekte zorlanabilirsiniz. Temel olarak dünyada hakim olan entelektüel dilin kullanıldığını, aynı argümanlar üzerinden eleştiri ve önermelerde bulunulduğunu görüyoruz. Bu aydınların söyleminde iki temel unsur bulunmakta ve her ikisi de küresel karşılık bulmakta. Bunlardan birincisi ısrarla yanlışların altının çizilmesidir ki herhangi bir demokraside aydınların esas işlevinin de bu olduğu söylenir. İkincisi ise birinciyi tamamlayan biçimde evrensel doğruların seslendirilmesidir ki bu da genelde aydın olmanın olmazsa olmaz koşulu olarak görülür.
Üç Yıldır Kanayan Yara Roboskî! | İhsan ÇARALAN | Evrensel
Bundan tam üç yıl önce, Türk Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları Şırnak’ın Uludere ilçesinde, Türkiye-Irak sınırında (Irak tarafında) çoğu genç ve çocuk yaşta 34 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürt’ü, bombalayarak katletti!
O günden beri, yani geçen üç yıl boyunca, bir yandan Roboskî köylüleri, bir yandan Kürt siyasi güçleri, bir yandan da Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler mücadelesi içindeki siyasi güçleri, aydınları, gazetecileri,... “Bu katliam için vur emrini kim emir verdi?” gibi tek bir sorunun yanıtını istiyorlar. Bu sorunun yanıtını almak için üç yıl içinde pek çok eylem-etkinlik (Roboskî’ye heyetlerle ziyaret, basın açıklamaları, salon toplantıları, mitingler,...) düzenlendi; konunun yargı boyutu için sayısız girişimler yapıldı; yetkili makamların nezdinde başvurular yapıldı; ama bilip bilmediği her konuda bülbül olan devlet ricali ve hükümet erkanı, söz konusu olan Roboskî Katliamının failleri olunca “dut yemiş bülbül” oldular.
Adalet Olmadan Üçüncü Yıl | Soli Özel | Haber Türk
İLERIDE bu günlerin tarihi yazıldığında Roboski/Uludere katliamı herhalde önemli dönüm noktalarından birisi diye değerlendirilecektir. Bu sadece, kaçakçılık dışında hayatlarını kazanacak pek imkânları olmayan Kürt köylülerinin bir kez daha şu ya da bu gerekçeyle öldürülmelerinden ibaret bir olay değildi. Toplumun geniş kesimlerindeki, özellikle de güya herkesten vicdanlı İslami kesimlerindeki bu türden trajedilere yönelik duyarsızlığın apaçık ortaya çıktığı bir örnekti.
Geniş toplumda daha önce Tuzla tersanelerind e veya onlarca işçinin öldüğü cinayetlere gösterilen vurdumduymazlık bu olaya gösterilen cılız tepkinin de temelindeydi. Aynı refleks hem Roboski’de hem de daha sonra, gene çok çarpıcı haliyle Soma’da, Ermenek’te, “lüks rezidans” inşaatlarındaki kıyımlarda da karşımıza çıktı, çıkıyor.
Felsefe Yapmanın Engelleri | Murat Belge | Taraf
Tayyip Erdoğan Türkiye’de felsefe yapılmamasının (demek ki, kaydadeğer bir şey yapılmadığını kabul ediyor) sorumluluğunu, “ Osmanlıca ”nın terkedilmesine bağlıyor. Dün bu konuda kısaca bir şeyler yazmıştım. Bugün yeniden oralara girmeden çok daha temel bir konuya dikkat çekeyim.
Onun için, en temel sorudan başlayalım: felsefe yapmak, yapamamak gibi konulardan söz etmeye başladık da, nedir felsefe, felsefe yapmak nedir? Önce şuna vereceğimiz cevap üstünde anlaşabiliyor muyuz?
Yunanca kökleri “ bilgi ” + “ sevmek ”; “ gerçekliği aramak ” diyebilir miyiz?
İnsanlar her zaman gerçekliğin hiç değilse kısmen bilindiği varsayımıyla yaşarlar; ama aynı zamanda bilinmeyen çok şey olduğunun farkındadırlar. Onun için “ arayış ” hep geçerlidir; “ aramak ” fiili de, bugüne kadar verilegelmiş cevapların yeterli olmadığı öncülünü içerir.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!