Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Ahmet Ümit: 'Gerçekler Tarih Kitaplarında Değil...'
Yazar olmaya arkadaşı için yazdığı savunmanın 40 ayrı dilde basılan bir dergide yayınlanmasıyla karar veren Ahmet Ümit, polisiye romanlarla başladığı yazarlık serüvenine bugün Anadolu'nun tarihi zenginliği ve kültürel değerlerine yer verdiği kitaplarıyla, saklı bırakılan gerçekleri gün yüzüne çıkartarak devam ediyor. Özellikle doğduğu yer Gaziantep’in tanıtımına kültür elçisi misyonuyla önemli katkılarda bulunurken, tarihi dokusuna ayrıntılarıyla yer verdiği İstanbul ise romanlarında özel bir yer tutar. Sadece yazarlıkla yetinmeyen Ahmet Ümit’in 'Yaşadığın şehir' adlı programını izleyenleriniz varsa, araştırmacı kimliği ile de her gün önünden geçtiğimiz ama değerini fark edemediğiniz binaların, sokakların yaşanmışlıklarını, tarihi değerini ve de gerçeklerini paylaşmayı ne kadar önemsediğini bilirsiniz. Aklımızda hem Ahmet Ümit’in her fırsatta dile getirdiği “Tarih kitaplarının gerçekleri tam olarak anlatmadığı” sözleri, hem de “dünyanın el üstünde tuttuğu tarihi mirasa karşı olan ilgisizliğimizin” meraklı düşünceleriyle söyleşiye doğru yola koyuluyoruz…
Ahmet Ümit ile 33. TUYAP Kitap Fuarı'nda buluşacağız ancak Bursa’dan başlayan yolculuğumuzda Kabataş’tan sonraki güzergâhımız önceden belli; Ahmet Ümit'in yaşadığı, gezdiği, ilham aldığı, hayran kaldığı sokaklar için Taksim Meydanı'na çıkıyoruz. Kalabalığa karışmamak elde değil. Paris'i İstanbul'dan daha değerli kılan bu kalabalıklar değil elbette. Paris'in tarihe dokuya verdiği değerle birlikte, insanların bundan belki de 100 yıl öncesinin tadına varabilmesini sağlamasıdır. ‘Bizim kalabalığımız nasıl bir sokaktan geçtiğinin tam anlamıyla farkında mı?’. Kendimize sormadan edemiyoruz...
Tam da bu düşüncelerle İstiklal Caddesi üzerinde Tünel’e doğru ilerlerken, Galatasaray Lisesi hizasından St. Antuan Katolik Kilisesi, hoşgörü ile tarihi dokuya sahip çıkılmasını hatırlatan güzel bir örnek olarak çıkıyor karşımıza...
Hava oldukça serin. Galata Kulesi’nin etrafındaki kafelerden Galata Kiva'yı tercih ediyor, kuleyi de gören sıcak bir köşede soluklanıyoruz. Sorularımızı gözden geçirirken, tarih ve roman kelimeleri sıkça bir araya geldiğinden içimizi bir kurt kemirmeye başlıyor; 'Ahmet Ümit acaba tarihi mi hikâyeleştirmeyi seçti, yoksa hikâyesini mi tarihin, şehirlerin ve dokuların içine yerleştirdi? Cevabı ikinci şık olsa bile, tarih dediğimiz şey de zaten başlı başına bir roman, egemenlerin kendilerine göre kurguladıkları bir büyük hikâye değil midir? Bu durumda “tarihi gerçek” dediğimiz şey, “tarihi roman” yazarının içine düşeceği kara deliktir.'
Ahmet Ümit’in etkisinde olduğumuz çok belli...
Yemek seçme anı gelince, Türk mutfağının yöresel yemeklerine adeta kültürel mirasımızın zenginliği gözüyle bakıyor, Malatya'nın Sıkma Köftesi'nden, Diyarbakır'ın Ayva Dizmeç'ine, kuşburnu şurubundan zahter salatasına ayrı bir özen gösteriyoruz.
Yolumuz uzun. Henüz okumaya başladığım Ahmet Ümit’in son kitabı “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” eşliğinde kitap fuarına varıyoruz. Kalabalık gerçekten ürkütücü! Dünyanın çokta fazla kitap okumayan ülkeleri arasında olduğumuz bilgisini sorgulatacak kadar...
Kalabalığa karıştıktan sonra Ahmet Ümit ile buluşacağımız Everest Yayınları'nı buluyoruz. Yayınevi'nin Genel Müdürü Vedat Bey karşılıyor bizi. Ahmet Ümit'in okurlarıyla buluştuğu imza saatinin ardından söyleşiye başlayacağımız Everest Yayınları için ayrılan alanın üst katına çıkıyoruz. Yüz binlerce kitabın ve binlerce kitapseverin sıcak atmosferi arasında Ahmet Ümit'e sorularımızı sormanın keyfini yaşıyoruz.
Hikâyesini çokça duyduk ve okuduk ama sizden dinlemek daha keyiflidir diye düşünüyoruz. Öncelikle yazarlığa nasıl başladınız?
O zaman size özel anlatımıyla: her şey tuhaf bir rastlantı sonucu gerçekleşti. Nasıl? 1982 yılının yağmurlu bir kasım sabahı. Bu bir gerçek. Roman yazmıyorum (gülerek), saat sabah 5 suları. Hafif bir yağmur çiseliyor. Karşı tarafta Gaziosmanpaşa diye bir semt var. O semt işçi semti. Yoğun olarak işçiler yaşıyor. Fabrikaların arasında bir sokakta yürüyorum. Elimde bir poşet. Poşetin içinde afişler. Çok tehlikeli. Bugün aslında hiç tehlikeli değil ama 31 yıl önce tehlikeliydi. “Gerçek demokrasi”, “Bağımsız Türkiye” yazıyor. Ben o zaman 22 yaşındayım ve o güne kadar yazar olmayı hiç düşünmedim. O zamanlar şarkıların boyu kilometrelerce bizim için, ölümün boyu bir karış. Gençlik böyle bir şey olsa gerek. Benim çok arkadaşım öldü. Ben şanslıydım yaşıyorum. Onları hatırlayan çok az insan var. Ben romanlarımı onlara adıyorum tek tek. Neyse yapıştırdık afişleri ayrıldım gittim. Fakat aynı zamanda arkadaşlarım da var, onlar da yapıştırıyor. Benim arkadaşlarımdan bir tanesi yakalanıyor. Bununla ilgili bir rapor istediler benden. Ben bu raporu yazarken bir öykü yazmışım. Yazar olacağım diye bir şey yok. Hikaye yazmak aklımın ucundan bile geçmiyor ama o kadar heyecanlıyım ve o kadar enteresan bir durum ki. Kahramanca bir şey kabul etmek gerekirse. Hikâye yazmışım… Yazarsın, olur, gencim heyecanlıyım ama daha enteresan bir şey gerçekleşti benim bu yazdığım ilk öyküm 40 ayrı dilde yayınlanan bir dergide basılmasın mı? Aklımın ucundan yazar olmak geçmiyor ama sizinde ilk yazdığınız öykü 40 ayrı dilde yayınlanırsa aklınıza kötü şeyler gelmez mi. (Gülerek) Benim de geldi. ‘Benden yazar olabilir mi?’diye yavaş yavaş düşünmeye başladım ama yazar olmak benim için erişilmez bir şey. Çok değerli. Birden bire kitap yazmadım tabi. Çok kitap okumuştum o zamana kadar. Diğer tüm büyük yazarları küçümsemeye başladım. Yazar egosu geldi. Bir tane öyküm yayınlandı ya. Allahtan çok iyi arkadaşlarım var. ‘Bir tane öykü yazmışsın ne yapıyorsun’ dediklerinde kendime geldim. ‘Bu yazdığın çok iyi olduğu için mi yayınlandı, politik olduğu için yayınlandı’ dediler ve doğruydu. Bu beni yazarlığı sevk etti. Dedim ki iyi edebiyat nasıl olur. Sait Faik okumaya başladım. Ömer Seyfettin okumaya başladım. Öyle öyle başladık.
Neden polisiye romanlarla başladınız?
Ben polisiye yazdığımın farkında değildim. Hikâyeler yazıyordum, şehir tiyatrolarında yönetmen bir arkadaşım vardı. O benim Çıplak Ayaklı Gece adlı ilk öykü kitabımı okudu ve dedi ki: ‘Ahmet, sen polisiye yazıyorsun!’ Bir zoruma gitti, bir zoruma gitti ki bunu duymak. E tabi, solculuktan geliyorum, yazdığım eserlerin dünyayı değiştireceğini düşünüyorum. Bana adam ‘Sen polisiye yazıyorsun’ diyor. Benim de polisiye deyince aklıma Agatha Cristie geliyor. İngiltere'de zengin 8-10 tane adam bir araya gelmiş, hepsi de yaşlı. Genellikle içlerinden biri zehirleniyor, adamı kim öldürdü? Afrika'da her gün binlerce çocuk ölürken zoruma gitti elbette bu durum. Öte yandan bir gerçeklik var, o da şudur: Yazarın üslubunu belirleyen şey, onun kişisel yaşamıdır. Ahmet Ümit olarak polisiye yazdığımı fark ettiğimde şunu anlamak istedim. Önce bunu anlamalıydım, öteki türlüsü Amerika'yı yeniden keşfetmek olurdu. Kendimce müthiş bir roman yazdığımı zannedeceğim, sonra bir de bakacağım ki 50 yıl önce bunu biri yazmış zaten. Onun için okumak lazımdı ve ben de okudum. İlk karşıma çıkan, klasik Edgar Allan Poe ve Morgue Sokağı Cinayetleri. 1841 yılı, Paris. Auguste Dupin adlı bir karakteri var. Edebiyattaki ilk dedektif de O'dur. Polisiye romanı küçümsüyordum, sonrasında ‘Ya bu büyük yazarlar yazmışsa, ki Tevrat'ta bile var, yani Allah yazmış, Ahmet sen sevdiğin türde, yani polisiye yazabilirsin!’ dedim…
Kitaplarınızda unutulmuş tarihi ve kültürel değerleri hatırlatarak toplumda farkındalık yaratmaya başladınız. Polisiye romanlar yazarken, tarih de yazmaya nasıl karar verdiniz?
Beni asıl etkileyen bu topraklar, bu topraklarda yaşayan medeniyetler. 1998 yılında Gaziantep’e gitmiştim. Gaziantep’te Fırat’ın kenarında bir höyük vardı ve orası çok ilgimi çekti. Ben Gaziantepliyim ve çok heyecanlandım. Dedim ki burada benim hemşerilerim yaşamış, benim burayı yazmam lazım. Patasana romanımı yazdım. Patasana romanını yazarken Hititleri tanıdım. Hitit imparatorluğunu ve sadece imparatorluğu değil tabi onunla karşılaşınca da birden fark ettim ki bize öğretilen tarihin dışında muhteşem bir tarihe sahip Anadolu. Dolayısıyla dedim ki ben bu tarihi kendi romanlarımda kullanayım. Bir de aslında tarihte hakikati aramak cinayet çözmeye benziyor. Biz tarihi yazan kişilerin ideolojilerine, uluslarına, bakış açılarına göre okuyoruz. Hakikat nedir tarihte bilmiyoruz. Faili meçhul bir cinayeti çözerken de hakikati arıyoruz orada. Dolayısıyla hem bu tarihi çözümleme cinayet romanlarına çok yakışıyor, hem de beni çok heyecanlandırıyor tarih yazmak. Yazmadan önce yoğun bir araştırma yapıyorum ve Anadolu'daki muhteşem tarihi öğreniyorum. 200 bin yıllık bir uygarlıktan söz edebiliriz. Dolayısıyla burada büyük başlıklar ve imparatorluklar olarak Hitit İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Selçuklu, Osmanlı desek de irili ufaklı yüzlerce uygarlık var. Yaz yaz bitmez ve bu müthiş büyük bir zenginlik bizim için.
200 BİN YILLIK UYGARLIĞI TORUNUYUZ
“Kendi kültürün üzerinden evrensel yapıya ulaşabiliyorsan başarılısındır” diyorsunuz, sizin özellikle Antep için kültür elçisi gibi çalıştığınızı biliyoruz. Bir yazar olarak hassasiyet gösterdiğiniz, önemsediğiniz değerler nelerdir?
Öncelikle insan denen varlık insan biçiminde doğuyor ama esas olarak insanı insan yapan şey toplumsal hafıza, tarihsel hafıza aslında. Hem genlerine yerleşen hafıza, hem de düşünsel hafızadır. Buna baktığınız zaman Anadolu müthiş bir zenginlik katıyor. Bir insan evrensel bir insan olmak istiyorsa öncelikle yaşadığı toprakların tarihine vakıf olması lazım. Bir Amerikalı için bu enteresan olmayabilir ama Anadolu’da yaşayan bir insan için çok enteresan. Çünkü sonuçta genlerimiz 200 bin yıllık. Dolayısıyla Hitit’in Roma’nın genlerini taşıyoruz. Biz evrensel insan olarak doğuyoruz. Burada önemli olan şey bu tarihin farkına varmamız. Bu tarihin farkına vardığımız zaman hem evrensel insan oluyoruz Amerikalı ve Avrupalıların olmak istediği, hem de kendimize bir güven geliyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım ama 1923 yılında kurulan bir devletin değil aslında 200 bin yıllık bir uygarlığın torunuyum, dediğiniz zaman başka bir şey. Bunun bilinmesini çok değerli buluyorum ben.
Kitaplarınızda ciddi araştırmalar gereken hususları yazıyorsunuz. Bu araştırmaları yaparken sıkıntı çekiyor musunuz, zorluklar yaşıyor musunuz?
Yok sıkıntı yaşamıyorum, çok fazla kaynak var. O kaynakların içinden doğru olanı, işime yarayacak olanı seçiyorum. Sadece bu konuda biraz sıkıntı oluyor. Konu tarih olunca çok fazla materyal var, herkes kendi açısından yazıyor. Türkler “Türkler şahaneydi!” diyor, Yunanlılar “Biz şahaneydik!”, İngilizler ise “Biz doğruyduk!” diyorlar. Tabi bunların hepsi yalan. Gerçek nedir? Gerçeği bulmak için karşılıklı okumalar yapmak lazım. İkisinin de hakikatle yazdığı şey varsa belki bu gerçeğe daha yakındır diyorsun. Tarih yazarken böyle bir sıkıntı var ama. Şunun altını hep çiziyorum, ‘Ben bir tarihçi değilim, dolayısıyla tarih konusunda yazdıklarım yanlış olabilir.’ Ben bir romancıyım ve okur romanlarımdaki karakterleri, romanın dili ve romanın kurgusu, bunlara dikkat etmeli. Ama Fatih Sultan Mehmet olsun, İstanbul tarihi olsun, Mevlana olsun o konulardaki bilgiler için tarihçilerin kitaplarını okumakta fayda var.
TÜRKİYE'DE İSTANBUL, DÜNYADA FLORANSA
Sizi en çok hangi şehirler etkiliyor?
Beni etkileyen birçok şehir var. Türkiye’den örnek vermek gerekirse elbette İstanbul. Neden İstanbul çünkü dünya buradan yönetildi. Muhteşem uygarlıkların Roma'nın, Doğu Roma'nın Osmanlı'nın merkezi. Dünyanın başkenti. Olağanüstü bir tarihi var.
Dünyadaki şehirler ne anlam taşır sizin için?
Floransa’dan etkilenirim. Çünkü Rönesans'ın beşiğidir. Bütün büyük yazarların Dante’den Galileo’ya kadar büyük yazarlar buradan çıkmış. Daha güzeli İstanbul’dan farklı olarak orayı korumuşlar. Orası bir müze kente dönüşmüş. Tarihi yapıların kendi içlerinde yaşatılması lazım. Onların rant amaçlı başka alanlara dönüştürülmesi, örneğin otele dönüştürülmesi sakıncalı olabilir. Ancak tabii burada da esnek düşünmek gerekiyor. Orada bir anıt var ve bu anıt ya kendi kendine yıkılacak yok olacak ya da bir otel olacak denildiği zaman ben ona razı olurum. Ancak öte yandan gördüğümüz her şeyi paraya çevirmek amacıyla otele veya AVM'ye dönüştürmek son derece sakıncalı. Tarihi dokuyu çok iyi koruyup doğru kullanmamız gerekiyor. Bu koruma oldukça önemli. Yunanistan'a gidiyorum ve bakıyorum, cami kiliseye çevrilmiş ya da biz kiliseyi camiye çevirmişiz. Bunların yapılmaması lazım. Sonra bakıyorsunuz ki bu yapılar yıkılacak. O zaman işin diğer tarafını da düşünmeye başlıyorsunuz.
Tarihi binaları korurken yeni binaların tarihi dokuya uygun yapılması gerekiyor. Tarihi dokuyu korumak en önemli meselemiz olmalı. Biz maalesef bunları koruyamıyoruz. Bu konuda sıkıntılıyız. Paris o nedenle İstanbul'dan daha değerli. Daha az bina var ama daha değerli. Londra yine aynı şekilde. Çünkü tarihi dokuyu koruyorlar. Yeni bina yapmak istiyorlarsa şehrin dışına yapıyorlar. Biz bu konuda hakikaten korkuncuz. İstanbul Kazlıçeşme'deki binalar Kanuni Dönemi'nde oluşturulan silueti ortadan kaldırdı. Bu bir cinayet ve affı yok. Öte yandan tabii çok ciddi bir bilinç oluşuyor. Daha önce bunlar konuşulmuyordu. En azından bunları konuşabiliyoruz.'
Bunca senedir İstiklal’de yaşamak size ne kattı?
Çok renkli ve farklı insanlar var. Onlarla temas halindeyim, sohbet ediyorum. Müthiş bir şey. Onlardan biriyim aslında. Ben yazı yazıyorum, o simit satıyor. Ne farkımız var? “Yazarım” diye kasmaya başlarsan hiçbir şey üretemezsin, bitirir seni.
Bir yazar zamana karşı kalıcılığını nasıl sağlar? Bir tarihi eser gibi, 100 yıl sonra da bilinir olacağınıza inancınız nedir ya da bunun için özellikle yaptığınız bir şey var mı?
Özellikle yaptığım bir şey yok. Açık konuşmak gerekirse umurumda falan değil kalıcı olmak. Ben bugün hikâyelerimi en iyi şekilde yazmaya çalışıyorum. Kalıcı olursam iyi olur. Ben bilmeyeceğim çünkü ölmüş olacağım. Ben elimden geleni en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Bu yaptığım şeyler doğru ise kalıcı olurum zaten, değilse de yapacak bir şey yok. Ben bilmeyeceğim nasıl olsa (gülüyor).
ROMAN, HAKİKATİ GÖSTERMEK İÇİN SÖYLENEN BİR YALANDIR
'Siyasetçiler gerçeği saklamak için, sanatçılar gerçeği aydınlatmak için yalan söyler' sözünden yola çıkarak tarihi yerler için sizin söylediğiniz yalanlar var mı?
Roman olarak düşünürsem yalan söylemiyorum ben ama roman büyük bir yalandır. Hakikati göstermek için söylenen bir yalandır. Bu konudaki en iyi romanımın da Patasana olduğunu söyleyebilirim. Çünkü orada Patasana adlı bir karakter var ve onun söylediği bir laf var: ‘Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım’ der. Böyle bir şey söylemedi ben söylettim bu bir yalan ama bu söz bugünde gerçekliğini koruyan bir cümle olarak hayatımızı aydınlatmaya devam ediyor diyebilirim.
Kitap Fuarı’nı nasıl buldunuz, kalabalık hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Bu tür fuarlar aslında bizim için bir şenlik. İstanbul’dan ve çevre illerden kitapseverlerin buluştuğu bir yer ve burası mabede dönüşüyor. İnsanlar burada kitaba dokunabiliyor. Hem de sevdikleri yazarlar ile buluşabiliyorlar. Bu da kitaba verilen önemi arttırıyor. İnsanlarda okuma zevkini geliştirecek bir beklenti duygusu yaratıyor. 4 panelim 3 imza günüm var. Fuara 2 yıl önce yazdığım “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” adlı romanımla katılıyorum. Yazmaya devam ediyorum yeni kitabımı umuyorum önümüzdeki yıl yayınlayacağız. Bu kitap İttihak ve Terakkiyi içeriyor. Tam olarak değil ki ama bu ülkedeki devlet ve insan arasındaki ilişkiyi ele alan bir kitap bu. Bu anlamda Osmanlının son dönemi ile günümüzü karşılaştırmak istedim. Yine tabi cinayetlerle başlayan bir kitap. Cinayetlerin soruşturulması ve katili bulmaya çalışırken ülkedeki sosyolojik yapıyı ülkedeki alışkanlıkları zihinsel gelenekler faaliyetleri zihinsel tarihi tartışmaya açacağım. Umarım beğenilir.
Röportaj ve fotoğraflar: Onur Özdemir
Yorum Yazın
Ne güzel bir içerik,çok tebrikler. Saçma sapan ünlülerin dedikoduları yerine böyle güzel bir yazarla söyleşi yapıp içerik hazırlamanız çok güzel gerçekten. A... Devamını Gör