Görüş Bildir
Haberler
Türkiye ve Muhafazakârlık

Türkiye ve Muhafazakârlık

Mehmet
29.09.2014 - 10:59 Son Güncelleme: 29.09.2014 - 13:25

Türkiye ve Muhafazakârlık

Muhafazakâr Düşünce Dergisi Editörü ve Gelenekten Geleceğe Dergisi Genel

Yayın Yönetmenliğini Serhat BUHARİ

ile “Türkiye ve Muhafazakârlık” üzerine bir Röportaj…

Sayın BUHARİ öncelikle röportaj teklifimizi kabul

ettiğiniz için teşekkür ederiz.

 

Muhafazakâr Düşünce Dergisi olarak böyle bir akademik

dergi çıkarma fikri nereden esti?

Öncelikle

ilginiz için çok teşekkür ediyorum. 2000’lerin başında muhafazakârlık

kavramının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemdi. Düşünce olarak çoğumuz

Anadolu’dan gelen aynı zamanda muhafazakâr hassasiyetleri olan 24-25 yaşlarında

küçük bir gruptuk. Okuyorduk, tartışıyorduk, düşüncelerimizi anlamlandırmaya

çalışıyorduk. Kültürel anlamda Muhafazakâr bir gruptuk ancak siyasal anlamda muhafazakârlık

ile ilgili fikirlerimiz yeni yeni oluşuyordu. Farklı ideolojilerden

arkadaşlarımız da vardı ve onlarla tartışmalarımız bizi daha çok okumaya ve muhafazakârlık

üzerine araştırmaya yönlendirdi.

Muhafazakârlık

bundan on yıl önce gerçekten suçlayıcı ve olumsuz bir anlamı ifade ediyordu.

Çoğu hocamız bu isim ile çıkmanın dergiye zarar vereceğini düşünüyordu. Hatta

böyle dergi ismi olmaz diyenler çoğunluktaydı. 

Bu tartışmaların sonucunda kendimizi daha ifade etmek ve düşünsel

anlamda iddiamızı ortaya koymak amacıyla Ankara’da Sakarya Çayevinde böyle bir

derginin çıkarılmasına 2003 yılında karar verdik. Böylece bir yıllık

hazırlıktan sonra 2004 yılında dergimizin ilk sayısı yayımlandı.

Dergicilik

yapan herkes bilir dergicilik gerçekten zor zanaattır. Derginin ilk sayısını

çıkarmak tabi işin başlangıç kısmını teşkil ediyordu ama birinci sayı çıkıp

devamını getirmeyen birçok dergi örneği önümüzde duruyordu.

Muhafazakâr Düşünce Dergisi ile ilgili bilgi

verebilir misiniz? Yazılar konusunda yoğun talep var mı?

İlk sayımız 2004

yılında yayımlanırken amacımızı şöyle ifade etmiştik: “Muhafazakârlık konusunda anlam karmaşasını gidermek amacıyla bir

siyasi tarz ve ideoloji olarak ülkemizde eksikliği hissedilen muhafazakârlık

ile ilgili çalışmalara ivme kazandırmayı, Türkçe literatüründeki boşluğu

doldurmayı ve muhafazakârlık ile ilgili çalışmaları özendirmeyi

amaçlamaktadır.” Dergi bu amaçlarını gerçekleştirmenin yanı sıra ağır bir iddia

ile ortaya çıkmaktaydı. Türkiye’de kendini muhafazakâr olarak ifade edenlerin

akademiyada da sesi olacaktı. Dergi ilk sayısından itibaren hep bir medeniyet

perspektifi çerçevesinde çizgisini korudu. Dosya olarak ele alınan konular hep

medeniyetimizin temel değerlerini yeniden ortaya koyma amacını taşıdı. Günlük

politikalardan uzak durdu. Akademik çizgisinden hiç taviz vermedi. Muhafazakâr

Düşünce Dergisi bugün Türkiye’nin en çok satılan hakemli akademik dergisidir.

Ayrıca Sosyal medyayı da diğer dergilerden daha aktif kullanır.

Dergimiz yayımlandığı

andan itibaren yazı konusunda çok fazla sıkıntı yaşamadı. Nedeni de

başlangıcından itibaren akademik kurallarına sıkı sıkıya bağlı olmamızdı. Bu

nedenle hem yurtiçi hem de yurtdışındaki indeksler tarafından dergimiz

taranmakta ve özetleri yayımlanmaktadır.

İkinci soruda Muhafazakârlığa, medeniyet ve

sanat-kültür temalarına değinmek istiyorum. Bugün muhafazakârlığın tanımı

konusunda kafa karışıklığı giderildiğini söyleyebiliriz. Derginizin bir

medeniyet perspektifi olduğunu söylediniz, bunun içeriğini nasıl

dolduruyorsunuz.

Öncelikle muhafazakârlığın

tanımı konusunda bir şeyler söylemek istiyorum. Düşünsel akımların tanımını

yapabilmeniz için temel ilkelerini bilmeniz gerekiyor. “Bana göre”, “sana göre”

şeklinde başlayan tanımlarla bir ideolojiyi tanımlayamazsınız. Bu birazda muhafazakârlığın

aynı zamanda bir tutum olarak algılanmasından kaynaklanmakta…  Sözlük anlamlarından sadece biri olan

korumayı muhafazakârlık olarak tanımlamaya başladığınız andan itibaren kavramsal

muhafazakârlıktan uzaklaşırsınız. Muhafazakârlığı kavram olarak şöyle

tanımlarız; insan aklının sınırlı olduğunu kabul eden, tarihsel olarak sahip

olduğu din, aile, gelenek gibi kurumların devamlılığına inanan, aileyi ahlaki

yaşamın temeli olarak gören, radikal ve devrimci değişim projelerini reddedip

onun yerine ılımlı ve tedrici değişimi benimseyerek sürekliliğe vurgu yapan, bu

çerçevede siyaseti de bu değer ve kurumları sarsmayacak şekilde sınırlandıran

bir düşünce sistemi ve ideolojidir.

İkinci olarak Muhafazakârlar

için medeniyet kavramına büyük önem atfederler. Çünkü bir topluğun devamı

medeniyetinin devamı ile eş anlamlıdır. Ne yazık ki Türkiye’de medeniyetimizde

70-80 yıllık bir kesinti söz konusu oldu. İzin verirseniz tarihsel bir süreç ile

kültür-sanat perspektifinden bunu ifade etmeye çalışayım.

Türkiye’de

kültür sanat alanı sizin de bildiğiniz gibi son 80 yılda hep Kemalist/sol görüş

tarafından şekillendi. Sadece

Türkiye’de değil genel olarak dünyada, doğu bloğu yıkılıncaya kadar kültürel

alanda bir sol hegemonya mevcut idi. Türkiye’de de, siyasi alanda muhafazakâr

partiler iktidarda olsa da kültürel alanda hep sol iktidar varlığını korudu.

Öyle ki, sağ-sol koalisyonlarında bile çoğunlukla kültür bakanlığı sol

yönetimlere bırakıldı. 1989’dan itibaren, reel sosyalizmin yıkılmasıyla

birlikte tüm dünyada kültürel alanda iktidar soldan sağa geçmeye başladı. Ancak

yine de kültürel alanda baskın bir sol hegemonyadan bahsetmek mümkün. Sol

büsbütün bitip tükenmiş değil. Türkiye’de de eğilim bu böyle oldu. 1989’dan

itibaren muhafazakâr gruplar kültürel alanda daha öne çıkmaya başladılar. Son

yıllar itibariyle söyleyecek olursak muhafazakâr gruplar, burun farkıyla da olsa

öne geçmiş bulunuyorlar. Özellikle Muhafazakâr Düşünceye yakın dergilerinin

yayın hayatına atılması ve bu dergiler ekseninde kültürel bir etki halesinin

ortaya çıkmış olması solun kültürel iktidarını ciddi bir şekilde sarstı.

Peki, Muhafazakâr

iktidarlar kültür sanat alanına size gereken önemi vermediler mi? Kemalist/Sol’un

bu alandaki hegemonyası nasıl oluştu?

Kültürel alan,

tabiatı icabı vesayete ve yönlendirmeye açık bir alandır. Tarih boyunca bu

böyle olmuştur. Kültürel alanın aktörleri eserlerini bir şekilde paraya

çevirmek zorunda; bir yerlere sunmak zorunda. Onların da bir geçim problemi

var. Kültürel aktörler eserlerini kime sunuyorlarsa onun vesayeti altına

girerler. Devlete sunuyorsa devletin vesayeti altına girer. Burjuvaya sunuyorsa

onun vesayetine girer. Bir ideolojik zatiyete arzediyorsa eserini, onun

vesayeti altına girer. Halka sunabiliyorsa, doğrudan halktan destek

alabiliyorsa, nispeten daha bağımsız olabilir. Nitekim 25 Eylül vefat

gündönümünde Neşet Ertaş’ın kendisine 1998 yılında kendisine “devlet sanatçısı”

ödülü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından tevdi edilmiş ama

kendisi “Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam

benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım. Bir

tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet

eden ecdat adına aldım.” diyerek devletten bağımsız olmayı seçmiştir.

Kemalist

zihniyet sadece siyasi alanı değil sosyal ve kültürel alanı da vesayet altında

tutmak ister. Tek parti döneminde müzik doğrudan devletin vesayeti altındaydı.

Türk sanat müziği yasaklanmıştı. Dini musiki hepten yasaktı…  Bu devlet vesayeti solu da sağı da vurmuştur.

Nazım da Necip Fazıl da bu vesayetten nasibini almıştır. Said-i Nursî de Hikmet

Kıvılcımlı da devletten eziyet görmüştür… 

Fakat demokrasi ilerledikçe devletin vesayeti de geriledi. Devletçi

vesayet son yıllarda tamamen bitmiştir.

Muhafazakârlar kendi medeniyet perspektiflerinin

içini nasıl dolduracaklar?

Öncelikle

kesintiye uğramış medeniyetimizin geçmiş ile bugün arasında köprü kurmaya

çalışıyoruz.  Çünkü batılılaşma ile

birlikte değişim ve yeni fetişizmi ortaya çıktı. Batılılaşma medeniyetimizin

asırlar boyunca üretmiş olduğu kültürü ve sanatı berhava etti. Eski ait ne

varsa yıkıp yakıldı. Yerine evrensel kültür denilen Batı’nın kültürel değerleri

alındı. Ancak kültürel değerler toplumun tarih boyunca ürettiği değerler olduğu

için Batıdan alınan bu değerler bir kan uyuşmazlığına neden oldu. Küreselleşme

ile birlikte yerel kültürler daha fazla öne çıkmaya başladı. “Biz kimiz?”

sorusu aslında geleneksel kültürümüze yeniden keşfi için bir adım oldu.  Batıcılık dayatmasına karşı bizi biz yapan

kültürel değerlerimiz halk nezdinde daha fazla itibar görmeye başladı.

Son olarak bizim

gibi medeniyet iddiası taşıyan ülkeler kültür alanında dünyanın ortak

medeniyetine daha fazla katkı yapmalıdırlar. Mesela Itri’nin eserleri neden

Mozart gibi evrensel bir değer haline gelmesin? Minyatür ve Tezhip gibi

Sanatlarımız neden evrensel bir boyuta ulaşmasın? Şeyh Galip neden dünya

edebiyatında hak ettiği yerde olmasın? Ancak bu şekilde medeniyetimizi ihya

edebiliriz.

Değerli

vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Hacı Mehmet BOYRAZ, Köşe Yazarı

29.09.2014

Serhat

BUHARİ Hakkında

1978 yılında Diyarbakır’da doğan Serhat Buhari

Baytekin lisans eğitimini Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler

Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde almıştır. Baytekin, Yüksek

Lisans eğitimini ise Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset

Bilimi bölümünde tamamlamış, yazdığı yüksek lisans tezinde “Mustafa Şekip

Tunç’un Sosyal ve Siyasal Görüşleri” konusunu ele almıştır. Ayrıca Utah

Üniversitesi’nde bir yıl misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Çalışma

alanları, Muhafazakârlık ve Yakın Dönem Türk Siyasal Düşünce Hayatı’dır. Serhat

Buhari Baytekin 2004 yılında Kadim Yayın Grubunu kumuş olup bugün 10. yılına

giren akademik Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin Editörlüğünü ve Gelenekten

Geleceğe Dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini sürdürmektedir. Arkadaşlarıyla

ile birlikte 2012 yılında kurdukları Medeniyet ve Kültür Araştırmaları

Merkezi’nin Genel Koordinatörlük görevini yürütmektedir.

Kaynak: http://vivahiba.com/article/show/turk...
İçeriğin Devamı Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0