Türkiye ve Muhafazakârlık
Türkiye ve Muhafazakârlık
Muhafazakâr Düşünce Dergisi Editörü ve Gelenekten Geleceğe Dergisi Genel
Yayın Yönetmenliğini Serhat BUHARİ
ile “Türkiye ve Muhafazakârlık” üzerine bir Röportaj…
Sayın BUHARİ öncelikle röportaj teklifimizi kabul
ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Muhafazakâr Düşünce Dergisi olarak böyle bir akademik
dergi çıkarma fikri nereden esti?
Öncelikle
ilginiz için çok teşekkür ediyorum. 2000’lerin başında muhafazakârlık
kavramının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemdi. Düşünce olarak çoğumuz
Anadolu’dan gelen aynı zamanda muhafazakâr hassasiyetleri olan 24-25 yaşlarında
küçük bir gruptuk. Okuyorduk, tartışıyorduk, düşüncelerimizi anlamlandırmaya
çalışıyorduk. Kültürel anlamda Muhafazakâr bir gruptuk ancak siyasal anlamda muhafazakârlık
ile ilgili fikirlerimiz yeni yeni oluşuyordu. Farklı ideolojilerden
arkadaşlarımız da vardı ve onlarla tartışmalarımız bizi daha çok okumaya ve muhafazakârlık
üzerine araştırmaya yönlendirdi.
Muhafazakârlık
bundan on yıl önce gerçekten suçlayıcı ve olumsuz bir anlamı ifade ediyordu.
Çoğu hocamız bu isim ile çıkmanın dergiye zarar vereceğini düşünüyordu. Hatta
böyle dergi ismi olmaz diyenler çoğunluktaydı.
Bu tartışmaların sonucunda kendimizi daha ifade etmek ve düşünsel
anlamda iddiamızı ortaya koymak amacıyla Ankara’da Sakarya Çayevinde böyle bir
derginin çıkarılmasına 2003 yılında karar verdik. Böylece bir yıllık
hazırlıktan sonra 2004 yılında dergimizin ilk sayısı yayımlandı.
Dergicilik
yapan herkes bilir dergicilik gerçekten zor zanaattır. Derginin ilk sayısını
çıkarmak tabi işin başlangıç kısmını teşkil ediyordu ama birinci sayı çıkıp
devamını getirmeyen birçok dergi örneği önümüzde duruyordu.
Muhafazakâr Düşünce Dergisi ile ilgili bilgi
verebilir misiniz? Yazılar konusunda yoğun talep var mı?
İlk sayımız 2004
yılında yayımlanırken amacımızı şöyle ifade etmiştik: “Muhafazakârlık konusunda anlam karmaşasını gidermek amacıyla bir
siyasi tarz ve ideoloji olarak ülkemizde eksikliği hissedilen muhafazakârlık
ile ilgili çalışmalara ivme kazandırmayı, Türkçe literatüründeki boşluğu
doldurmayı ve muhafazakârlık ile ilgili çalışmaları özendirmeyi
amaçlamaktadır.” Dergi bu amaçlarını gerçekleştirmenin yanı sıra ağır bir iddia
ile ortaya çıkmaktaydı. Türkiye’de kendini muhafazakâr olarak ifade edenlerin
akademiyada da sesi olacaktı. Dergi ilk sayısından itibaren hep bir medeniyet
perspektifi çerçevesinde çizgisini korudu. Dosya olarak ele alınan konular hep
medeniyetimizin temel değerlerini yeniden ortaya koyma amacını taşıdı. Günlük
politikalardan uzak durdu. Akademik çizgisinden hiç taviz vermedi. Muhafazakâr
Düşünce Dergisi bugün Türkiye’nin en çok satılan hakemli akademik dergisidir.
Ayrıca Sosyal medyayı da diğer dergilerden daha aktif kullanır.
Dergimiz yayımlandığı
andan itibaren yazı konusunda çok fazla sıkıntı yaşamadı. Nedeni de
başlangıcından itibaren akademik kurallarına sıkı sıkıya bağlı olmamızdı. Bu
nedenle hem yurtiçi hem de yurtdışındaki indeksler tarafından dergimiz
taranmakta ve özetleri yayımlanmaktadır.
İkinci soruda Muhafazakârlığa, medeniyet ve
sanat-kültür temalarına değinmek istiyorum. Bugün muhafazakârlığın tanımı
konusunda kafa karışıklığı giderildiğini söyleyebiliriz. Derginizin bir
medeniyet perspektifi olduğunu söylediniz, bunun içeriğini nasıl
dolduruyorsunuz.
Öncelikle muhafazakârlığın
tanımı konusunda bir şeyler söylemek istiyorum. Düşünsel akımların tanımını
yapabilmeniz için temel ilkelerini bilmeniz gerekiyor. “Bana göre”, “sana göre”
şeklinde başlayan tanımlarla bir ideolojiyi tanımlayamazsınız. Bu birazda muhafazakârlığın
aynı zamanda bir tutum olarak algılanmasından kaynaklanmakta… Sözlük anlamlarından sadece biri olan
korumayı muhafazakârlık olarak tanımlamaya başladığınız andan itibaren kavramsal
muhafazakârlıktan uzaklaşırsınız. Muhafazakârlığı kavram olarak şöyle
tanımlarız; insan aklının sınırlı olduğunu kabul eden, tarihsel olarak sahip
olduğu din, aile, gelenek gibi kurumların devamlılığına inanan, aileyi ahlaki
yaşamın temeli olarak gören, radikal ve devrimci değişim projelerini reddedip
onun yerine ılımlı ve tedrici değişimi benimseyerek sürekliliğe vurgu yapan, bu
çerçevede siyaseti de bu değer ve kurumları sarsmayacak şekilde sınırlandıran
bir düşünce sistemi ve ideolojidir.
İkinci olarak Muhafazakârlar
için medeniyet kavramına büyük önem atfederler. Çünkü bir topluğun devamı
medeniyetinin devamı ile eş anlamlıdır. Ne yazık ki Türkiye’de medeniyetimizde
70-80 yıllık bir kesinti söz konusu oldu. İzin verirseniz tarihsel bir süreç ile
kültür-sanat perspektifinden bunu ifade etmeye çalışayım.
Türkiye’de
kültür sanat alanı sizin de bildiğiniz gibi son 80 yılda hep Kemalist/sol görüş
tarafından şekillendi. Sadece
Türkiye’de değil genel olarak dünyada, doğu bloğu yıkılıncaya kadar kültürel
alanda bir sol hegemonya mevcut idi. Türkiye’de de, siyasi alanda muhafazakâr
partiler iktidarda olsa da kültürel alanda hep sol iktidar varlığını korudu.
Öyle ki, sağ-sol koalisyonlarında bile çoğunlukla kültür bakanlığı sol
yönetimlere bırakıldı. 1989’dan itibaren, reel sosyalizmin yıkılmasıyla
birlikte tüm dünyada kültürel alanda iktidar soldan sağa geçmeye başladı. Ancak
yine de kültürel alanda baskın bir sol hegemonyadan bahsetmek mümkün. Sol
büsbütün bitip tükenmiş değil. Türkiye’de de eğilim bu böyle oldu. 1989’dan
itibaren muhafazakâr gruplar kültürel alanda daha öne çıkmaya başladılar. Son
yıllar itibariyle söyleyecek olursak muhafazakâr gruplar, burun farkıyla da olsa
öne geçmiş bulunuyorlar. Özellikle Muhafazakâr Düşünceye yakın dergilerinin
yayın hayatına atılması ve bu dergiler ekseninde kültürel bir etki halesinin
ortaya çıkmış olması solun kültürel iktidarını ciddi bir şekilde sarstı.
Peki, Muhafazakâr
iktidarlar kültür sanat alanına size gereken önemi vermediler mi? Kemalist/Sol’un
bu alandaki hegemonyası nasıl oluştu?
Kültürel alan,
tabiatı icabı vesayete ve yönlendirmeye açık bir alandır. Tarih boyunca bu
böyle olmuştur. Kültürel alanın aktörleri eserlerini bir şekilde paraya
çevirmek zorunda; bir yerlere sunmak zorunda. Onların da bir geçim problemi
var. Kültürel aktörler eserlerini kime sunuyorlarsa onun vesayeti altına
girerler. Devlete sunuyorsa devletin vesayeti altına girer. Burjuvaya sunuyorsa
onun vesayetine girer. Bir ideolojik zatiyete arzediyorsa eserini, onun
vesayeti altına girer. Halka sunabiliyorsa, doğrudan halktan destek
alabiliyorsa, nispeten daha bağımsız olabilir. Nitekim 25 Eylül vefat
gündönümünde Neşet Ertaş’ın kendisine 1998 yılında kendisine “devlet sanatçısı”
ödülü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından tevdi edilmiş ama
kendisi “Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam
benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım. Bir
tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet
eden ecdat adına aldım.” diyerek devletten bağımsız olmayı seçmiştir.
Kemalist
zihniyet sadece siyasi alanı değil sosyal ve kültürel alanı da vesayet altında
tutmak ister. Tek parti döneminde müzik doğrudan devletin vesayeti altındaydı.
Türk sanat müziği yasaklanmıştı. Dini musiki hepten yasaktı… Bu devlet vesayeti solu da sağı da vurmuştur.
Nazım da Necip Fazıl da bu vesayetten nasibini almıştır. Said-i Nursî de Hikmet
Kıvılcımlı da devletten eziyet görmüştür…
Fakat demokrasi ilerledikçe devletin vesayeti de geriledi. Devletçi
vesayet son yıllarda tamamen bitmiştir.
Muhafazakârlar kendi medeniyet perspektiflerinin
içini nasıl dolduracaklar?
Öncelikle
kesintiye uğramış medeniyetimizin geçmiş ile bugün arasında köprü kurmaya
çalışıyoruz. Çünkü batılılaşma ile
birlikte değişim ve yeni fetişizmi ortaya çıktı. Batılılaşma medeniyetimizin
asırlar boyunca üretmiş olduğu kültürü ve sanatı berhava etti. Eski ait ne
varsa yıkıp yakıldı. Yerine evrensel kültür denilen Batı’nın kültürel değerleri
alındı. Ancak kültürel değerler toplumun tarih boyunca ürettiği değerler olduğu
için Batıdan alınan bu değerler bir kan uyuşmazlığına neden oldu. Küreselleşme
ile birlikte yerel kültürler daha fazla öne çıkmaya başladı. “Biz kimiz?”
sorusu aslında geleneksel kültürümüze yeniden keşfi için bir adım oldu. Batıcılık dayatmasına karşı bizi biz yapan
kültürel değerlerimiz halk nezdinde daha fazla itibar görmeye başladı.
Son olarak bizim
gibi medeniyet iddiası taşıyan ülkeler kültür alanında dünyanın ortak
medeniyetine daha fazla katkı yapmalıdırlar. Mesela Itri’nin eserleri neden
Mozart gibi evrensel bir değer haline gelmesin? Minyatür ve Tezhip gibi
Sanatlarımız neden evrensel bir boyuta ulaşmasın? Şeyh Galip neden dünya
edebiyatında hak ettiği yerde olmasın? Ancak bu şekilde medeniyetimizi ihya
edebiliriz.
Değerli
vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Hacı Mehmet BOYRAZ, Köşe Yazarı
29.09.2014
Serhat
BUHARİ Hakkında
1978 yılında Diyarbakır’da doğan Serhat Buhari
Baytekin lisans eğitimini Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde almıştır. Baytekin, Yüksek
Lisans eğitimini ise Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset
Bilimi bölümünde tamamlamış, yazdığı yüksek lisans tezinde “Mustafa Şekip
Tunç’un Sosyal ve Siyasal Görüşleri” konusunu ele almıştır. Ayrıca Utah
Üniversitesi’nde bir yıl misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Çalışma
alanları, Muhafazakârlık ve Yakın Dönem Türk Siyasal Düşünce Hayatı’dır. Serhat
Buhari Baytekin 2004 yılında Kadim Yayın Grubunu kumuş olup bugün 10. yılına
giren akademik Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin Editörlüğünü ve Gelenekten
Geleceğe Dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini sürdürmektedir. Arkadaşlarıyla
ile birlikte 2012 yılında kurdukları Medeniyet ve Kültür Araştırmaları
Merkezi’nin Genel Koordinatörlük görevini yürütmektedir.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!