Bugün Mutlaka Okumanız Gereken 10 Köşe Yazısı
Adeta Darbe | Ahmet Hakan | Hürriyet
CUMHURBAŞKANI Erdoğan diyor ki: 'Türkiye'de sistem değişmiştir'.
Ardından ekliyor:
'Yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni anayasa ile netleştirilmesi, kesinleşmesidir'.
Bu iki cümleye bakarak şunları, hem de çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz:
Demokrasilerde sistem değişikliği ancak anayasa ile mümkün olabilir.
Eğer anayasada bir değişiklik yokken sistemin değiştiği ilan ediliyorsa... Ortada koskocaman bir hukuksuzluk var demektir.
Demokrasi ve hukuk devletinde 'fiili durum' olmaz.
Bir demokraside anayasal çerçevesi ve kesinliği olmayan fiili durum oluşturulursa... Buna 'darbe' denir.
Mesela Kenan Evren bunu yapmıştı. Önce fiili durum yaratmış, ardından da yarattığı bu fiili duruma uygun hukuki çerçeveyi yaptığı anayasa ile netleştirip kesinleştirmişti.
Eğer ortada anayasa ile netleştirilmesi gereken bir durum söz konusuysa... Asla 'sistem değişmiştir' denemez.
'Sistem değişmiştir' sözü, ancak anayasada netleşme gerçekleştirildikten sonra söylenebilir.
Ey darbe karşıtları!
Ey darbecilere karşı şaha kalkan mücahitler!
Ey her türlü darbeye karşı aslan ve de kaplan kesilenler!
Bre ne susarsınız?
Dilinizi mi yuttunuz?
Konuşsanıza.
‘AKP Kaybetse De İktidarı Vermez!’ | Mustafa Balbay | Cumhuriyet
7 Haziran seçimleri öncesinde kampanya boyunca yurttaşların çok farklı görüşlerini dinledik. Bunların başında AKP’nin tek başına devlet oluşuna ilişkin yorumlar geliyordu. Şu değerlendirmeler bizi ürküttü:
“Bunlar seçimi kaybetse bile iktidarı bırakmazlar, kendinizi boşuna yormayın!”
Bunlara karşılık bizim tepkimiz şu oldu:
“Kaygınızı anlıyoruz ama Türkiye’nin siyasal birikimi bu kadarına izin vermez, vermemeli. Seçimle gelen iktidar seçimle gitmeli. Er geç AKP de bunu tadacak...”
Bizim yanıtlarımız umutsuz seçmenin yüzünü çok da güldürmüyordu. “Öyle ama” diyorlardı, “bunlar bizim daha önce yaşadıklarımıza benzemiyor...”
Erdoğan ’dan tek imzalı kararname ile AKP genel başkanlığını ve başbakanlık görevini alan Davutoğlu ’nun sergilediği tutum, Cumhurbaşkanı’nın anayasaya, parlamentoya ve tüm geleneklere meydan okuyuşu yurttaşlardaki derin kaygıyı haklı kılıyordu.
Hazin bir noktadayız. Demokrasiyi amacına ulaşmak için kullanıp atılacak bir araç olarak gören bir anlayışa karşı, demokrasiyi anımsatarak mücadele etmeye çalışıyoruz.
Her Daim İtibarlı (!) Meslek: Jurnalcilik | Ayşe Hür | Radikal
Her hafta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarından veya eylemlerinden esinlenerek yazı yazmaktan hoşnut değilim ama bir yandan da bu kaçınılmaz. Ne de olsa ülkemizin en büyük ‘kanaat önderi’ Erdoğan’ın ağzından çıkan Allah kelamı muamelesi görüyor. Son olarak bilmem kaçıncı kez yaptığı ‘Muhtarlar Toplantısı’nda, muhtarlara bu süreçte (?) çok iş düştüğünü (?) söyleyen Erdoğan, 'Benim muhtarım, hangi evde kim var? Gelecek gayet uygun ve sakin bir şekilde kaymakamına, emniyet müdürüne bildirecek' dedi. Daha sonra bazı muhtarlar, bu amaçla bir sistemin altı aydır faaliyette bulunduğunu açıkladılar medyaya. Uzatmayayım, ben de bu hafta muhbirliğin tarihinde gezmeye karar verdim.
16. yüzyıl devlet adamı Gelibolulu Mustafa Ali, Sasani hükümdarı Ardeşir’in uygulamalarını örnek gösterip gizli polis teşkilatı kurulmasını önermiş ama bu öneriyi yaşama geçirmek ancak yarım asır sonra mümkün olmuştu. Kaynaklara göre IV. Murad (ö. 1640) ilk kez muhbir (ihbarcı) kullanan padişah idi.
Ama ihbarcılık işinin sistematikleşmesine daha çok vardı. 19. yüzyıldan itibaren bu işin adı ‘jurnal’ oldu. ‘Jurnal’ Fransızca ‘journal’ kelimesinden geliyor ve ‘günlük’, ‘haber’ gibi olumlu veya nötr anlamlardan ‘gizlice bildirme’, ‘ele verme’, ‘kötüleme’ gibi olumsuz anlamlara uzanan geniş bir anlam yelpazesine sahip. ‘Jurnal’ terimine ilk olarak II. Mahmud Dönemi’nde (1808-1839), merkezin baş belası olan Mısır Valisi (Hıdivi) Kavalalı Mehmet Paşa’nın yazışmalarında rastlıyoruz. Paşa, önce haftada bir, sonra her gün rapor istemiş bu işle görevlendirdiklerinden. II. Mahmud, ordusuyla Kütahya’ya kadar gelen Kavalalı’yı sevmiyor ama bu icadını çok beğeniyor ve jurnalcilik işini sistemli hale getiriyor. Öyle ki, jurnal usulüne dair bir talimatname yayımlıyor.
Erdoğan'ın En Çok Sevip Kullandığı Kelimeyi Biliyor Musunuz? | Atilla Dorsay | T24
Bir kördüğüme takılıp kaldık ki, öteye gitmek imkansız denecek kadar zor. Böylesine büyük bir ülkenin, böylesine tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bir toplumun, demokraside Batı’ya kıyasla geç kalmış olsa da neredeyse üç çeyrek yüzyıldır bu maceraya atılmış ve bu ideale gönül vermiş bir halkın bu duruma düşürülmesi, acaba kimi mutlu ediyor?
Bütün bunların tek bir sorumlusu var: RTE. En son dün sevgili Hasan Cemal’in yazdığı yazıya ne ekleyeyim? Onun yapageldiklerini öylesine güzel ve ayrıntılı biçimde sıralamış ki ...Olsa olsa kişisel birkaç gözlem eklenebilir.
Önce bir soru: sizce RTE’nin en çok kullandığı kelime nedir? Son günlerde birkaç günlük şaşkınlık ve sessizlikten sonra yeniden hız kazanan beyanatlarını okuyorum da, hemen gözüme takılıyor: “bunlar”.
Evet, RTE için Türkiye’nin büyük çoğunluğu artık bu sözcükle anlatılabilir: “bunlar”. Başka bilgiye gerek var mı? “Bunlar” ona biat etmişlerin, kimi zaman en saf biçimde korudukları o ilk dönemin ideallerine bağlılıkları, ama çokluk ona ve temsil ettiklerine midelerinden angaje oldukları için RTE amigoluğunu koruyanların dışında kalan herkestir.
Yani son seçimin o % 60’a varan AKP karşıtları. Ve AKP’nin içinde bile, o dediğim temiz kalmış, idealist kalmış seçmenler.
Yani “bunlar” elbette Gezi olaylarını en halisane duygularla, başta “üç beş ağacı korumak için” başlatan o gencecik ve temelde apolitik topluluklardır. Kısa zamanda onlara eklenen ve baskıya karşı direnen daha bilinçli bir büyük kitledir.
Artık Sembolik Değil Fiili Bir Cumhurbaşkanı Var | Mehmet Barlas | Sabah
Akıl sağlığının temel göstergelerinden biri de, kişinin gerçekleri görebilmesi ve bu gerçeklere uyumlu davranmasıdır. Akıl sağlığının var ya da yok olduğunu anlamanıza yardımcı olacak bu temel kriteri Türk siyasetindeki aktörlerin ve medyadaki siyasi yorumcuların davranışlarına uyarladığınız zaman, ne yazık ki bazılarının akıl sağlıkları konusunda üzüntü veren kuşkulara kapılmamanız mümkün değildir.
Türk siyasetinin son dönemdeki en çarpıcı gerçeklerinden biri, şimdi Cumhurbaşkanı olan 'Recep Tayyip Erdoğan'dır. Kurucusu olduğu parti ilk seçimde iktidar olan, girdiği her seçimden zaferle çıkan, 12 yıllık başbakanlığında ülkesini ileri noktalara taşıyan, yönetimini devraldığı krizkolik bir ülkeyi büyüyen ve gelişen bir ülke konumuna getirmeyi başaran ve ağır siyasi risklere rağmen 'Kürt Sorunu'nu 'Açılım Süreci'ne sokan Erdoğan, geçen yıl bu vakitlerde de halkoyu ile Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Ama bazıları Cumhurbaşkanı Erdoğan'a takıntılı bir çizgi üzerinden siyaset yapmayı ve siyaseti yorumlamayı adeta kendi varlıkları ya da siyaseten yoklukları ile özdeş hale getirmişlerdir. Bunların tırmananları, Erdoğan'ı yok saymakta, onun Cumhurbaşkanı olarak sahip olduğu yetkileri görmezden gelmektedir.
Ali Bayramoğlu'na Sorularım Var | Nazlı Ilıcak | Bugün
Ali Bayramoğlu, değer verdiğim bir gazeteci. 28 Şubat’tan itibaren birçok kere yollarımız kesişti; benzer düşünceleri paylaştık. Paralel bir mücadele verdik. Bu yüzden, kendisiyle kişisel bir karalamaya dönüşmeden tartışacağımı biliyorum. Bu çok önemli… Çünkü gerçek ancak sorular sorarak, analiz yaparak ortaya çıkabilir. Ancak bu şekilde varsayımlar üzerinden bir hükme varmaktan kendimizi kurtarabiliriz.
Mesela Bayramoğlu, Ergenekon sürecinin özünde doğru olduğuna inanıyor ama şimdi bu sürecin Gülen Cemaati tarafından yönetildiğini, tasfiye ve güç oluşturma istikametinde kullanıldığını fark ettiğini söylüyor.
Ali Bayramoğlu, bir bilim adamı. Dolayısıyla daha somut bilgilerle düşüncesini açmak zorunda. Acaba elinde, Balyoz’u yargılayan 10. Ağır Ceza Mahkemesi’yle Ergenekon’u yargılayan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin hâkim ve savcılarının Cemaat’le ilişkisini gösteren bir belgesi mi var? Varsa ve paylaşırsa ben de ikna olacağım ve bu davaları “Askere kumpas” şeklinde değerlendireceğim.
- Balyoz’un hâkimleri ve savcılarının isimlerini sıralıyorum:
Savcılar Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar.
Hâkimler Ömer Diken (Başkan), Ali Efendi Peksak (üye), Murat Üründü. (Üye.)
- Ergenekon’un hâkim ve savcıları:
Savcılar Zekeriya Öz, Mehmet Ali Pekgüzel, Nihat Taşkın.
Hâkimler Başkan Hasan Hüseyin Özese, üyeler Hüsnü Çalmuk ve Sedat Sami Haşıloğlu.
Baş Sorun Erdoğan'dır, Nokta! | Hasan Cemal | T24
Türkiye’nin bir numaralı sorunu Erdoğan ’dır, nokta!
Korkmayın, her fırsatta tekrarlayın:
Baş sorun Erdoğan’dır!
Bu sorundan kurtulmadıkça Türkiye düzelme rayına oturamaz.
Ürkmeyin bağırın:
Erdoğan sorunu çözülmedikçe, Türkiye’nin önü açılmaz.
Kendi saltanatının temeli ’da ölümcül bir darbe yediği için artık gözü hiçbir şey görmüyor.
Kendini kurtarmak, yolsuzluk , rüşvet , hırsızlık suçlamalarına hedef olan kendi iktidarının dosyalarını kapatmak için Türkiye’yi uçuruma sürüklüyor.
Farkında mısın?..
Saray’daki Sultan , burnundan tutmuş koca ülkeyi savaşa sürüklüyor.
Ne barış, ne demokrasi, ne hukuk, hiçbir şey umurunda değil.
Kaç zamandır hukuku ayaklarının altına paspas yapmış durumda.
Elinde balta, anayasaya indirdikçe indiriyor.
Bütün derdi, kendi despotluğu!
Ama dinlediği yok.
Başkan babalık sevdası dinmiş değil.
Cumhurbaşkanı ‘Başkanım’ Dedi | Mehmet Tezkan | Milliyet
Rize konuşmasının özeti budur..
Cumhurbaşkanı çok tartışılacak konuşmasında bundan sonra nasıl
davranacağına dair önemli mesajlar verdi..
Başkan gibi.. Yarı başkanlık sistemi varmış gibi..
Cumhurbaşkanının halk tarafından
seçimiyle Türkiye’nin yönetim
sisteminin değiştiği iddiasında..
Değil ama Cumhurbaşkanı kendisinin Anayasa’ya değil, Anayasa’nın kendisine uyması gerektiğini söylüyor..
Fiilen başkan olduğunu iddia
Ve diyor ki; ‘Yapılması gereken, fiili durumun hukuku çerçevesinin yeni bir anayasayla netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir. Hem buna engel olup hem de ‘Cumhurbaşkanı’na her şeye karışıyor’ demek yağmurda yürürken ıslanmaktan şikâyet etmekten farksızdır. Bunların durumu bu..’
Yani.. ‘Başkan gibi davranacağım, fiili gücüm var’ diyor..
Bir Olgunluk Sınavıydı Sadece | Etyen Mahçupyan | Akşam
Görünen o ki AKP/CHP koalisyonunun gerçekleşmemesine üzülenler azınlıkta kalacak. Ama bu heterojen grubun önümüzdeki aylarda giderek büyümesi kimseyi şaşırtmamalı. Kaybedilen fırsatın ağırlığı giderek insanların üzerine çökecek ve birçok meselenin koalisyon oluşabilseydi ne kadar daha etkin ve verimli bir biçimde çözülebileceği konuşulacak. Ama bu minvalde bir romantizmin de fazla zorlanması anlamlı değil. Çünkü bu bizim doğal durumumuz Koalisyonun gerçekleşmemesi, henüz Türkiye siyaseti ve sosyolojisinin toplum olmaya yeterince hazır olmadığını, cemaatçi bakış içine hapsolmuşluğu sürdürdüğünü ve kısıtlı işbirliğinden ziyade kısıtsız çatışmayı daha rahat içselleştirdiğini gösteriyor.
Kabahati herhangi bir yana yıkmakla kurtulabileceğimiz bir durum değil bu Hep söylendiği üzere Türkiyenin iki zıt geleneğinin, devlete niteliğini veren temel yarılmanın karşıt taraflarına düşen kimliksel duruşların muhtemel işbirliğiydi aranan Sosyolojik olarak çok zor olduğu açıktı. Duyguların dünyasında neredeyse imkansız hale gelmiş bir uzlaşmaydı.
CHP tabanı için AKP dindarlık üzerinden çoğunluk sağlamış, bunu ürettiği rant mekanizmaları ile büyütüp pekiştirmiş ve bu gücünü ülkeyi İslamiyet üzerinden kültürel anlamda muhafazakarlaştırmak üzere kullanmayı hedefleyen bir parti. Ama daha önemlisi devleti kuruluş niteliklerinden sıyıran, kaotik bir ortamda zorlayarak yeniden inşa etmeye yeltenen, dolayısıyla eğer başarılı olursa CHPnin temsil etmekte olduğu hemen her şeyi tarihin tozlu sayfalarına gömebilecek olan bir hareket.
İktidar Nasıl Kısırlaştı? | Mümtazer Türköne | Zaman
Bir inek bile 13 yıl, aynı doğurganlıkla aynı süt verimiyle ömür süremez. İktidar güç ve itibar üretmeyi başka sebepten seçimden önce bırakmıştı.
Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına çıkışı AK Parti için -Davutoğlu'nun tabiriyle- bir “ihyâ” fırsatıydı. Erdoğan tek başına bu fırsatı yok etti. Son koalisyon tartışmalarında bir kere daha görüldüğü üzere Davutoğlu “bırak yöneteyim” dese izin vermiyor, “gel sen yönet” dese yanaşmıyor. Geçici veya müstafi bir hükümet olarak bile iktidar sorumluluğu üstlenmek bir kenara, yönetim cihazını bile çalıştıramıyor. Devletin son zamanlarda siyasetin büsbütün dışında, bürokratik mekanizmalarla işlemesi ve işini yapması fark edilmiyor mu? Hiç başka bir sebebe ihtiyaç yok, AK Parti bu kısırlaştırılmış haliyle seçim kazanamaz.
Başarılı liderlerin sırrı, nitelikli kadroları bir araya getirip, onların enerjisi ve ufkuyla yükselmektir. AK Parti, Türkiye'nin 80'li, 90'lı yıllarda yetişmiş en yetenekli beyinlerini topladı ve seferber etti. Liberal aydınlar da bu kervana destek verdi. Son olarak 7 Haziran'da bu kadrolar mutfaktan çıkıp vitrindeki yerlerini aldılar, politika üretimi ile bağlarını kopardılar. Erdoğan'ın devirdiği çamların yerine fide dikmekten başka çareleri yok. “Türkiye'nin yönetim sistemi değişmiştir. Yapılması gereken bu fiilî durumun hukukî çerçevesinin anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir” sözü üzerine saçını-başını yolacak birkaç düzine akıl sahibinin demek ki artık hiç bir etkisi yok. Yukarıdaki hukuksuzluk itirafının devamı olarak gelen “'Cumhurbaşkanı her şeye karışıyor' demek, yağmur altında yürürken ıslanmaktan şikâyet etmekten farksızdır.” cümlesindeki yağmur metaforu Erdoğan'dan sadır olamayacağına göre demek ki çevresinde hâlâ danıştığı kişiler var. Bu danışmanlarda akıl olsaydı, milletin güneş pırıl pırıl parlarken çamur yağmuruna maruz kalmaktan şikâyetçi olduğunu, Erdoğan yüzünden yaz günü donmaktan bizar olduğunu biraz olsun anlarlardı. Bugün artık makam-mevki ile iğdiş edilen parlak isimlerin “bizi dinlemiyor”, “küçük bir not bile ulaştıramıyoruz” serzenişlerine kulak vermelisiniz.