Umut Kısa Yazio: Bilincin Doğası
Size bazı insanların izlendiklerini, hatta ‘izleyen’in onlara başka bir odadaki video kameradan baksa bile bunu anladıklarını söylesem?
Ya da ikizlerden birinin, fiziksel olarak ayrı olsalar bile diğerinin tehlikede olduğunu anladığını, ikizi yaralandığında fiziksel acı hissettiğini söylesem?
Ya da çift kör çalışmadan daha fazlasının telefon üzerinden yapıldığı kontrollü araştırmalarda bazı kişilerin-‘psişik medyumlar’ olarak bilinirler- ölü insanlarla iletişim kurduklarını ileri sürerek araştırmadaki herhangi bir kişinin ölen yakınıyla ilgili isabetli ve doğru bir bilgi verebildiklerini söylesem?
Saydığım inanılmaz gibi görünen örnekler arasında bir bağlantı olup olmadığını da merak ediyor olabilirsiniz.
Evet, aralarında bir bağlantı var: Bunların tamamı bilinç, zihin, içsel deneyim, farkındalık ve hayatı deneyimleme hissiyle ilgilidir. Daha ayrıntılı açıklarsak örnekler, beyin ve bilinç arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Bilincin beyin tarafından oluşturulmadığını, aslında bilincin ondan bağımsız var olduğunu göstermektedirler. Basit bir benzetmeyle açıklayacak olursak beyin, bedenin dışında mevcut olan sinyalleri alan, ileten, yönlendiren ve filtreleyen bir antene -cep telefonları ve televizyonlarda kullanılanlar gibi- benzer. Diğer bir deyişle beynimiz bulut depolama sisteminden bilinci alır. Bunun gibi fikirler, bilince genel olarak beyin işlevinin bir yan ürünü olarak bakan ana akım bilim düşüncesine meydan okumaktadır.
Bilincin beyinden bağımsız olduğu doğruysa o hâlde şunlar merak edilebilir: Hepimizde büyücülerinkine benzer gizli yetenekler mi var? Öldükten sonra bilincimize ne oluyor? Bilincimiz nasıl geçmiş, günümüz ve gelecekle etkileşime geçiyor? Bilincin evrendeki rolü nedir? Bunun bilim, felsefe ve uygarlık için anlamı ne olabilir?
Yukarıdaki ifadelerin tamamı şimdilerde fenomen haline gelen Mark Gober’in “Bilincin Doğası” adlı kitabından alıntı. Mark Gober, bilinç ve beyin arasındaki bağlantı hakkında ilginç bir iddiada bulunuyor.
Bilim insanlarının önemli bir bölümü metafizik deneyimleri katı bir şekilde reddediyor, halbuki bilimin özü şüphecilik değil midir?
Quantum fizikçisi Michael Brooks şöyle ifade ediyor.
“Bir zamanlar Richard Feynman, “Bildiğimiz her şey, yalnız-ca bir çeşit tahmindir. Dolayısıyla her şey, değişebileceği ya da daha iyisi düzeltilebileceği anlayışıyla öğrenilmelidir,” demişti. Galileo, Newton, Darwin ve Einstein üzerlerine düşeni yaptılar. Tüm devrimcilere meydan okundu, ardından yeni düşünceler kabul edildi, sonra onlara da meydan okundu. George Bernard Shaw çok güzel bir söz söylemiştir: “Tüm gerçekler, başta kimsenin inanmadığı birer küfürdür.” Bilimin sorunu, kolektif belleğimizin küçük olmasıdır. Keşfi kabullenmekten vazgeçtiğimizde, bir zamanlar böyle bir saçmalık olduğunu unutuyoruz. Sanki doğruyu hep biliyormuşuz, sanki apaçık ortadaymış gibi davranıyoruz. Birinin, şimdi ölümüne savunduğumuz düşünceye bizi yönlendirmek için onlarca yıl zorluklara göğüs gerdiğini unutuyoruz. Rahatlıyoruz, o kadar rehavete kapılıyoruz ki yeni kavuştuğumuz huzuru bozmaya gelen kişiye sebepsiz yere işkence ediyoruz.”
Bilincin Doğası adlı kitapta bugün metafizik olarak gördüğümüz birçok konu hakkında yapılmış ilginç bilimsel çalışmaları ve olayları veriyor. Bazıları gizlenen, bazıları görüş farklılıkları nedeniyle katı bilim tutucularının yayınlanmasını engellediği çalışmalar.
Dünya hakkında bilmediğimiz çok şey var ama en iyisi sanırım açık görüşlü olmak. Bilimi ilerleten şey “Şüphecilik”tir. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Yorum Yazın