Çocukluğumuzda hayal dünyamız içinde bulunduğumuz çevreyle sınırlıydı. Yaşadığımız yoksulluktan kurtulabilmek için iki seçeneğimiz vardı: Ya sigortalı bir işe girmek ya da okuyup üniversiteye gitmek. Ancak böyle adam olabilirdi insan. Başka seçenek olmadığı için çocuklar okula gider ve zorla öğrenirlerdi. Yoğun bir baskı altında diploma alan gençler girdikleri işlerde ne kadar severek çalışırlar ve üretirlerdi orası tartışılır.
Günümüzde sahip olduğumuz olanaklarla seçeneklerimiz çoğaldı. Dünyada okul dışında farklı bir yaşamın olduğunu gören bazı gençler okula gitmeyi gerekli görmüyorlar. Sistem gereği zorla gidenler okulu ya da bir konunun zorla öğretilmesini sevmiyorlar.
Eğitim sistemimiz okulu ne kadar sevimli bir ortama çevirebiliyor? Öğretmenler derslerini öğrencilerin dikkatini çekecek ve merakını gıdıklayacak kadar ilginç bir hale getirebiliyorlar mı? Öğrenciler kendi öğrenme stillerini tanıyorlar mı? Aileler çocuklarına yardım edebilecek kadar onların gelişim süreçlerinin farkındalar mı?
Hem lisede hem de üniversitede öğretmenlik yaptığım yıllarda gençlerdeki tükenmişliği ve boş vermişliği gördüm. Öğrencilere önce hayaller kurduracak sonra da bu hayallerin peşinden koşmaların sağlayacak çalışmalar yapmaya başladım.
Araştırmalarımdan sonra gördüm ki her öğrenci öğrenebiliyor. Ancak hepsi aynı biçimde ve hızda öğrenemiyor. Her öğretmenin dersini sunma biçimi, her öğrencinin de sunulanları öğrenme biçimi farklı olabiliyor. Aslında başarısızlık diye bir şey yok. Başarısızlık diye adlandırdığımız durum öğretmenin öğretme biçimi ile öğrencinin de öğrenme biçiminin uyuşmamasından kaynaklanan sonucun adı.
Bazı öğrenciler duyduklarını daha iyi öğrenebiliyor. Bazıları gördüklerini, bazılarıysa yaptıklarını ve yaşadıklarını. Hal böyleyken öğretmenin tüm sınıfa hitaben “Dinleyin beni!” demesi ne kadar doğru ya da ne kadar etkili?
Benzinle çalışan bir arabanın deposunu sütle doldurmak arabayı ne kadar çalıştırabiliyorsa yaparak-yaşayarak öğrenen bir öğrencinin kulağını “Dinle beni, dikkatini buraya ver, sakın başka bir şeye odaklanma!” sesleriyle doldurmak da onun beynini o kadar çalıştırabilir?
İnsanların kan gruplarının farklı olması gibi öğrenme stillerinin de farklı olduğunu görmek beni heyecanlandırıyor. Nasıl ki kendi kan grubuna uymayan birinin kanını vermek kişinin ölümüne neden olabiliyorsa, kendi öğrenme stiline uymayan bir şekilde ders çalışmaya zorlamak da bir öğrencinin merakını köreltiyor ve öğrenme hevesini öldürüyor.
Yakından bakarsanız sınıfların neşesi kaçırılmış, öğrenme isteği azaltılmış, hayalleri söndürülmüş, beyinleri işe yaramayan ezber bilgilerle doldurulmuş ve ruhları olumsuz duygularla işgal edilmiş nice canlı cenazeler tarafından doldurulduğunu görürsünüz. Sevmediği bir okulda, kendisine uygun olmayan eğitim ortamlarında nice cevherin çöplük muamelesi gördüğüne şahit olursunuz.
Günümüzde gençlere öğrenmeyi öğrenme kavramını aşılamaya gerek yok aslında. Çünkü onlar okula zaten meraklı bir şekilde geliyorlar. Soruyorlar, kurcalıyorlar, sıra dışı düşünüyorlar ve hayaller kuruyorlar. Biz onları köreltmeyelim yeter.