Billur Aktürk Yazio: Modern Çağın İnsanları, Korkuyor musunuz?
Siz de dünyada olan biteni görünce, çaresizliğinizden korkmuyor musunuz? Mesela, kalabalıkların çok demek olmadığını öğrenmek, sizde nasıl bir duygu yaratıyor? Kadife eteğe yapışan el izleri gibi, yarım bilginin özgüveni ile, hayatınıza yapışan insanlar, içinizi sıkmıyor mu? Siz de anıların mezar taşları ile uğraşıp durmuyor musunuz?
Hadi söyleyin, kaçınız geçmişe dair hesabı kapatmış, geride ne bıraktıysa hakkını ödemiş durumda?
Ne dersiniz, modern çağın insanları, iyimserlik ve felaket tellallığı arasında gidip gelirken, birbirlerine verdikleri zararları umursuyorlar mı?
Yarım bilginin özgüveni ile hareket edenlerin, bilgi işleyecek donanıma sahip olmak gibi bir dertleri olabilir mi? Dahası, yarım bilgi ile hareket edenlerin, dertleri ‘bilmek’ olanları takdir edebilecek, cesaret, öngörü ve özgüvene sahip olmaları beklenebilir mi? Eğer, bu soru şeklindeki, saptama cümlelerine ‘’hayır’’ diyorsanız, bu günümüzün modern insanına iyi insan denebilir mi? Ya da şöyle sorayım, günümüzde iyi insan ne demek? Başarının ölçüsü ne? Yoksa, ‘her çağın- her zamanın, değişen söylemleri var’ parantezinden, !!seri şarlatan üretimini alkışlamak mı gerekli? Sizce günümüz toplumun da !!hayata dair, entellektüel bir beklenti var mı? En önemlisi, cüret ve zeka aynı yerde durur mu?
Sevgili okur, hepimiz biliriz ki, insan olmanın aşamalarından biri, doğayı okuyabilmek. Peki günümüz insanı doğayı okuyabiliyor mu? Yani, nerden geldiğinin ve nereye gideceğinin farkında mı? Yoksa rahata alışmış ve atalet içindeki insan, derin gaflette, hakikati inkar ederek, kendi yarattığı gerçeklikte, yeni ortama adapte olmaktan, ‘’her şeyi tahrip etmekte mahir olmayı’’ mı algılıyor? Mesela, haz ve hız çağının çok öykündüğü, adeta kutsiyet adlettiği “genç olmak - görünmek’’ doğayı nasıl okuduğumuzun bir göstergesi olabilir mi? Geleneklerimize göre, geçmişte, abi/abla/teyze/amca vs hitabı, saygı ile ilişkilendirilirken, günümüzde, tekraren söylemek gerekirse, bilim sonsuz yaşamın sırlarını ararken, neden, ‘yaşamak – yaş almak- yaşlanmak’, bir suç, kötü bir şeymiş gibi hakaret içeriyor? Bu doğayı inkarı, ucuz kıt aklı, nereye koyuyorsunuz? Ya da bilirsiniz eskiler, akıl yaşta değil baştadır der. Çok genç olduğu için başkaları tarafından, ciddiye alınmamayı nasıl okuyorsunuz? Neden herhangi bir cümle kaç yaşındasınız diye başlıyor? Cevap, ‘size kaç lazım’ mı olmalı?
Hadi şöyle devam edelim, sosyal medya üzerinden artan kötülük için ne düşünüyorsunuz? Bu mecranın, yaptıklarını meşrulaştırmak isteyenlere, önemli bir katkı sağladığı ortada. Dahası, bu ortamda, hakkını korumanın zahmeti de malum. Yüzünüze bakmaya cesareti olmayan insanlar, fake ya da bot hesaplar üzerinden her türlü hakareti ediyorlar. Peki, bu edep yoksunu insanlar için ne düşünüyorsunuz? Sizde karşılığı nedir? Yoksa, toplumlarda yükselen şiddetin en büyük mecrasında, tırnak içinde ‘’ birinin dövülmesini ‘’ yani hakarete ve saldırıya uğramasını izlemek keyifli olabilir mi? Öyleyse, yeni sistemin- yeni zihin devriminin yarattığı ürün, biz yani günümüz insanı olabilir mi? Bu noktadan hareketle, neden en çok izlenen filmler – diziler, suç temalı? Öte yandan, elbette, hepimiz gizliliği önemseriz, çünkü özel hayatın bir mahremiyeti vardır. Bu yüzden de toplumsal ilişkilerimizde, tecrübelerimizle orantılı olarak, savunma hattımızı ileride kurarız. Ama baksanıza, Facebook, Twitter, WhatsApp gibi yazılımlar üzerinden, yapay zeka bile hayatımızı çözebiliyor. Yoksa, yağmurdan kaçarken doluya mı tutuluyoruz?
Aslında hayata dair o kadar çok sorum var ki...
Mesela, hayatın neresindeyiz? Hayatın neresindesiniz? Yine mesela, günümüzde, duygusal olmanın ve duygularını belli etmenin sonuçları ne oluyor? Birbirimizin acılarını sağmakta başarılı mıyız? Hadi söyleyin, haz dolu bir hayat mı, anlamlı bir hayat mı, yani günümüz mutlu insanının özellikleri ne olmalı?
Kendi adıma çocukluğumu, kucağında büyüdüğüm o güzel insanları, akşama kadar türlü yaramazlıklarla kan- ter içinde oynadığım sokakları, televizyonda bayıla bayıla seyrettiğim muphet show’u, komşu teyzeleri, arkadaşlarımı, bahçemizin ağaçlarını, kuşlarını, manav Altan amcayı, beyaz pinokyo bisikletimi yani geçmişi çok özlüyorum … Öyle ki, özlemim çoğaldıkça, içimdeki çağlayan hızlanıyor. O kadar şiddetli akıyor ki, geceleri uğultudan uyuyamıyorum. Sanki ruhum oluk oluk kanıyor. Ama kimse görmüyor, çünkü yan yana ama birbirimize değmeden yaşıyoruz. Peki hayatın bu hızında, sizi gören oluyor mu? Yaralarınızı sağan, kalbinizden öpen? Söylesenize, ölüme rağmen, neden ayrı ayrı karışıyoruz hayata? Neden her şey, istediğimiz her şeyin çok uzağında? Peki kaçımız kaç cinnet akşamında insanlığı bir vuruşta yere serdi? Kaçımız karşındakinin incindiğini bile bile, kıra kıra, göz göre göre, isteyerek, sadece bencilliğinden, belki de korkularına yenik düştüğünden birilerinin canını acıttı? Oysa hepimiz biliyoruz, biz yüreğimizle, aklımızla, bedenimizle buluşup barışacağız diye, üzerine bastığımız karşımızdakinin hayatı.
Dolayısı ile, artık insanları anlamaktan yorgunum ama sırtımı dönüp gitmeye de cesaretim yok. Ben de ümitsiz umut ediyorum. Belki de herkes böyle yapıyor. İşte tam da bu yüzden, hayatımızdaki tüm kayıplardan başkaları sorumluymuş gibi, aynı zamanda nefret ediyoruz birbirimizden. Hem bilirsiniz, çalınmış inançların hazırladığı sonlar, bin yıllık yalnızlıklardan başka bir şey bırakmaz insana. O yüzden hepimiz yalnızız. Modernliği apartmanlaşma sayan bir toplum bilinci, özgürlüğü bencilleşme, değerleri zenginlik ile tarif edince sonuç bu oldu. Bazen, uyumaktan bile korkuyorum… Ahmet Arif’in dediği gibi;
‘’Bu yasaklar,
Firavun kalıntısı.
Yoksun,
Akdan - karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasızlığın,
Gün ola, düşesin bekler.
Düşme!
Ölürüm...
Gözlerinden, gözlerinden olurum.’’ A. Arif
Yorum Yazın