Görüş Bildir
Haberler
8 Madde ile Evrimsel Biyoloji'de Yanlış Bilinenler Üzerine

8 Madde ile Evrimsel Biyoloji'de Yanlış Bilinenler Üzerine

Hepimiz şu güne kadar az da olsa bazı konular hakkında fikir sahibi olmuş veya başkaların fikirlerinden etkilenmişizdir.

Peki o konular hakkındaki fikirleriniz doğru mu? Hadi hep beraber bunu öğrenelim.

Not: Bilimsel cevaplar kaynaktan tek tek alınıp düzenlenmiştir.

Kaynak: http://www.evrimagaci.org
İçeriğin Devamı Aşağıda

1. İnsanlar maymunlardan mı evrimleşti?

1. İnsanlar maymunlardan mı evrimleşti?

İlk olarak, bilmeniz ve hatırlamanız gereken nokta şudur: İnsan günümüzdeki hiçbir maymundan gelmemektedir. Hiçbir bilim insanı bunu iddia etmemiştir, etmeyecektir ve böyle bir düşünce, komik olmanın yanısıra Evrim Kuramı'yla, dolayısıyla Biyoloji ile, dolayısıyla da bilim ile çelişmektedir. Çünkü maymunlar, bizden daha az 'modern' olan canlılar değillerdir. Şu anda var olan bütün canlılar moderndir ve hiçbiri, bir diğerinden meydana gelmemiştir, gelmeyecektir. Çünkü bu canlıların tamamı, aynı zaman diliminde varlıklarını sürdüren canlılardır. Modern türler birbirlerinden evrimleşmezler; sadece ortak birer ataya sahiptirler. Dolayısıyla insan da, günümüzdeki maymunların hiçbir türünden gelmemektedir.

2. “Evrim Ağacı” / “Yaşam Ağacı” nedir?

2. “Evrim Ağacı” / “Yaşam Ağacı” nedir?

İnsanın yaşayan en yakın kuzenleri, bonobo maymunları ve şempanzelerdir. Günümüzde yaşamayan türler arasındaki en yakın kuzenleri ise Neandertaller gibi diğer insan türleridir. Ancak genellikle yaşayan türlerden bahsedildiği için, insanın ismi şempanzelerle birlikte anılır. Daha sonra goriller gelir ve bu böyle, geriye doğru gider. İnsan, muz bitkisiyle de, kaplanla da, kaplumbağa ile de kuzendir. Ancak bu, teyzenizin halasının babasının anneannesinin 6. göbekten kuzeninin kardeşinin 7. dereceden kuzeninin görümcesinin baldızı gibi bir durumdur. Çünkü herhangi bir bitki ile (örneğin papatyalar ile) olan atamız, hayvanlarla bitkilerin ortak atası olan ve en son, milyarlarca yıl önce yaşamış olan bir ilkel bakteridir. Günümüzde bu bakteriler ve onlardan evrimleşmiş torunları, binbir farklı türün evrimine sebep olmuşlardır ve artık yaşamazlar. Ancak onlara ait iki devasa kol (daha doğrusu krallık, kingdom), 'hayvanlar' ve 'bitkiler', binbir türü içerisinde barındıracak şekilde, varlığını sürdürmektedir. Benzer şekilde, kaplanlarla da ortak atamız vardır ve bu ata, papatyalarla olan ortak atamızdan çok daha yakın bir zamanda yaşamıştır (yine de bu ata için yüz milyonlarca yıl önceye gitmemiz gerekir).

Maymunlardan geriye doğru gidersek, dört ayaklı başka canlıların, en sonunda da küçük, fareye benzeyen ve 65 milyon yıl önce yaşayan atalarımızın (Teinolophos, Thrinaxodon, vb.), bütün memelilerin atası olduğunu görebiliriz. Kısacası, var olan bütün canlılar ile ortak atamız mevcuttur ki bunlar arasındaki ilişkiye biz, 'Evrim Ağacı' (Darwin 'Yaşam Ağacı' demiştir) diyoruz.

3. Öyleyse, maymunlar neden insanlara evrimleşmedi?

3. Öyleyse, maymunlar neden insanlara evrimleşmedi?

Buna bir miktar cevap verdik (modern maymunlar, modern insanın atası değildir ve modern maymunlar da en az insanlar kadar modern türlerdir). Şimdi bu cevabı şu soruyla biraz daha geliştirelim ve irdeleyelim: Neden!! evrimleşsinler ki?!! 

İnsana evrimleşmek veya insanların özelliklerini kazanmak evimsel açıdan

ekstra bir avantaj mı sağlamaktadır? İnsanlar, bir şempanze gibi ağaca tırmanabilir mi? Kaç tane insan, saatte onlarca kilometre hızla bir ağaçtan diğerine sıçrayarak avcıdan kaçabilir? Kaç tane insan, orman dokusunda bir maymun kadar iyi saklanabilir? Kaç tane insanın vücudu, maymunların yaşam ortamında yaşamaya elverişlidir (anatomi, fizyoloji, vb. açılardan)? Bunların cevabı açıktır: neredeyse hiçbiri. Bu durumda, evrim neden bu tür bir evrimi, istisnasız her tür için desteklesin ki? Her canlı, yaşadığı ortama ve o ortamın zaman içerisinde değişen koşullarına adapte olacak şekilde evrimleşir. İnsanların ataları da, Orrorin tugenensis gibi bir atadan ayrıldıktan sonra, değişen çevreyle birlikte belli bir yönde evrim geçirmişlerdir ve bu evrimin sonucunda bizler, Homo sapiens ortaya çıkabilmiştir. Ancak bu evrim, her diğer türde aynı şekilde gerçekleşmez ve gerçekleşmek zorunda da değildir. Bunun neden böyle olduğunu aşağıda detaylarıyla bulabilirsiniz.

İnsana evrimleşmek, evrimin nihai bir amacı değildir.

Bu, böyle görüldüğü müddetçe, tüm canlıların yöneldiği noktanın insan olduğu yanılgısına düşülür. Halbuki evrimsel süreçte bir toprak solucanı ne ise, insan da odur. Beynimizin gelişmesinin evrim ya da doğa açısından hiçbir önemi veya faydası yoktur (hatta görüldüğü üzere, çok ciddi düzeyde

zararı vardır), zaten evrimin 'kendisine yararlı olan türler üretmek' gibi bir amacı da yoktur. Hatta basitçe, evrimin bir amacı bile yoktur. 

Dolayısıyla, hiçbir maymun insana evrimleşmez ve evrimleşmeyecektir! İnsan bir türdür, diğer modern maymunlar başka türlerdir ve birinin bir diğerine evrimleşmesini sormak, bilimsel bir soru dahi

değildir, çünkü Evrim Kuramı'nın anlaşılmadığını gösterir. Evrimsel Biyoloji'de, aynı çağda yaşayan çağdaş türler birbirlerine evrimleşemezler!

4. Diğer canlılar neden insan zekasına erişemez?

4. Diğer canlılar neden insan zekasına erişemez?

Beyin, şimdiye kadar evrimsel süreçte gördüğümüz ve bildiğimiz en pahalı organdır. Bu pahası, sadece harcadığı enerji sebebiyle değildir (en başta o olsa da). Beyin, canlıların aldıkları günlük enerjinin genellikle 5'te 1'ine yakınını tüketir; ancak bunun haricinde, beyni korumak çok zor bir iştir. Nöronlar ağı, sert bir yapıdan oluşmamaktadır ve kolayca hasar görebilmektedirler. Bütün vücudu kontrol eden yapıyı bir arada tutmak iyi bir şey gibi gelebilir kulağa; ancak bu kadar önemli bir organa sahip olmanın çok ciddi bir dezavantajı da vardır: avcıların bu organın varlığını bilmesi ve ona yönelik saldırılar geliştirmesi. Beyne sahip olan bir canlı, aynı zamanda onu korumak için yöntemler evrimleştirmek durumundadır. Bu, aşırı masraflı bir iştir. Kafatası dediğimiz kemik, son derece sert bir yapıdır ve öyle olmalıdır da. Beyin ve kafatasının kütlesi, genellikle canlı için büyük bir yüktür. Üstelik bütün duyu organlarının burada toplanması, bütün kontrol mekanizmalarının burada olması, bu organı, dediğimiz gibi açık hedef haline getirmektedir. Bunlar yetmezmiş gibi, yapılardaki merkezileşmenin enerji tasarrufu açısından faydasından ötürü (yani bir organa sahip olmak, dağınık hücrelere sahip olmaya göre enerji açısından daha tasarrufludur), duyu organlarına ait bütün sinirler de beyinde toplanmaktadır ve hatta bu duyu organları da, beyne yakın bölgelerde bulunur; bu sayede iletişim hızı arttırılır. Dolayısıyla, duyu organlarını kullanarak yeni bir ortama girecek olan hayvan, beynini de ortaya koyarak riske atmaktadır.

Tüm bunlar ve pek çok daha fazlası, beyni son derece masraflı ve riskli bir organ haline getirmektedir. Dolayısıyla beyin, evrimin çok net bir takas ilkesi (trade-off)  örneğidir. Büyük beyin iyidir, çok daha fazla fonksiyonel işlem yapabilmemizi sağlar, dolayısıyla zekanın, düşüncenin, duyguların evrimleşebilmesine yol açar; ancak öte yandan çok masraflıdır, besin tüketiminin çok daha fazla olmasına sebep olur, ölme riskini çok daha arttırır ve beyinde meydana gelebilecek hasarlar canlıya çok daha fazla zarar verebilir. Bu sebeple doğada asla ihtiyaçtan fazla işleve sahip bir beyne rastlamak mümkün değildir. Gördüğümüz 'ortalamadan büyük olan' beyinlerin tamamı, iyi bir sebeple evrimleşmiştir ve genellikle ortalamayı pek aşmaz. Sadece bazı spesifik türlerde bu beyin evriminin ciddi anlamda ileri boyutlara vardığını görürüz ki işte asıl incelediğimiz soru da budur. Neden bazı hayvanlarca (özellikle de insanda) bu kadar masraflı bir organ bu kadar şiddetli bir şekilde desteklenmiş ve evrimsel süreçte oluşmuştur? Hangi şartlar bu evrimin önünü açmıştır?

Biz, yapabildiğimiz için uçaklar yapmanın, binalar inşa etmenin, şehirler yaratmanın ve hatta düşünmenin çok önemli bir olay olduğunu sanır, bununla avunuruz ve kendimizi överiz. Halbuki sürekli olarak aklımızdan çıkardığımız, en temel doğa gerçeği olarak karşımıza çıkan bir gerçek vardır: Canlıların iki adet biyolojik varlık amacı vardır: hayatta kalmak ve üremek. Dolayısıyla sadece buna katkı sağlayan özellikler evrim tarafından

desteklenir, diğer hepsi elenir. Eğer ki bir canlının ihtiyacından fazla beyin evrimeştirmesi, ona çok daha büyük riskler getirecekse (büyük beyin, çok enerji, çok risk demektir), öyleyse bu canlı elenecektir. Sırf bir Mona Lisa çizme şansı olduğu için, Empire State binasını inşa edebilme potansiyeline

sahip olabileceği için, Kuantum Fiziği ve Evrimsel Biyoloji gibi ileri bilimleri keşfedebilme şansı olduğu için vahşi doğanın beyin evrimini destekleyeceğini düşünmek hatalıdır. Bunlar beyin evriminin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmaktadır, hepsi zeka ile doğrudan ilişkilidir ve zeka olmazsa, hiçbirinin varlığı hayal bile edilemez. Dolayısıyla incelenmesi gereken, beynin nasıl ve neden evrimleştiğidir, bu yan ürünlerin değil.

'Neden diğer hayvanlar daha büyük beyinler evrimleştirmemişlerdir?' sorusunun en basit (ve ilk bakışta tatmin edici olmayan) cevabı

şudur: çünkü ihtiyaçları yoktur. Ancak sebep gerçekten budur. Söz konusu bazı canlılar haricinde hiçbir türün evrimsel tarihinde beyin gibi masraflı bir organın büyümesi yönünde bir seçilim baskısı görmemekteyiz. Üstelik az sonra değineceğimiz gibi, bu evrimi tetikleyecek koşulları da aşırı sınırlı sayıdaki birkaç canlıda görüyoruz; ki insan bunların başında geliyor. Tabii ki bu şartlar 'özellikle ayarlanmış' şartlar değildir. Nasıl ki çitanın hızlı ve güçlü

bacaklarını oluşturan bazı koşullar varsa ve insan evrimsel süreci boyunca bu koşulların etkisi altında kalmadığı için çita gibi koşamıyorsa; diğer hayvanlar da insanın (ve bazı diğer türlerin) içerisindeki koşulları evrimsel geçmişinde yaşamamıştır. İşte bu noktada, şu soru kaçınılmaz olarak sorulmalıdır:Hangi Koşullar/Faktörler İnsanın Beyin Evrimini Mümkün Kılmıştır?

5. Hangi Koşullar/Faktörler İnsanın Beyin Evrimini Mümkün Kılmıştır?

5. Hangi Koşullar/Faktörler İnsanın Beyin Evrimini Mümkün Kılmıştır?

Aramamız gereken şudur: İnsan, öyle bir süreçten geçmiş olmalı ki, büyük beynin getirdiği faydalar, zararlardan fazla olmalıdır. Böylece takas ilkesi*nin temel koşulu sağlanmış olur ve beyin süreç içerisinde, milyonlarca yılda evrimleşebilir. 

İşte bu noktada karşımıza beynin evrimleşebilmesine izin veren, hatta

bunu zorlayan, birbirinden ayrılamaz ve bir arada bulunmak zorunda

olan en!!az!! altı neden çıkmaktadır:

  • 1) El-Göz Koordinasyonu

  • 2) Karşıt Başparmak 

  • 3) İletişim Becerileri (Sosyal Yaşantı)

  • 4) İki Ayak Üzerinde Duruş (Bipedalizm)

  • 5) Cinsel Seçilim

  • 6) Et Tabanlı Diyete Geçiş

Burada tekrar etmemiz gereken nokta, insanın zekasının evrimleşebilmesi

için bunların bir arada ya da çok dar aralıklarla üst üste çevresel koşul olarak bulunmuş olmasının gerekliliğidir. Hepsini açıklayacağız; ancak anlaşılması gereken şudur: bir canlının, bir özelliği evrimleştirmesi için geçmesi gereken bir çevre vardır. Örneğin atmaca tarafından avlanan fareler, atmacaların yoğun olarak bulunduğu bölgelerde yoğun olarak geceleri yaşayıp avlanacak ve toprak altına girecek şekilde evrimleşmişlerdir. Ancak atmacaların veya hava avcılarının bulunmadığı coğrafyalarda, toprak altında yaşamak zorunda olmayan fare türleri bulunmaktadır. Benzer şekilde, Galapagos Adaları'ndaki kaplumbağalardan yüksek otlara erişmesi gerekenlerin kabuk yapısı kemerlidir ve ön bacakları yukarı dikilebilmek için çok daha uzun ve kaslıdır; yerdeki otlarla beslenen kaplumbağaların bulunduğu adalardaysa böyle özellikler görülmez. Dolayısıyla unutmamak gereken kritik nokta şudur: en nihayetinde hangi özelliğin ortama uyumlu olup, hangisinin olmayacağını 'belirleyen' unsur çevredir. Eğer ki çevre değişirse, evrimleşen özellikler de değişecektir. Aynı şekilde, çevre belli özellikleri destekliyorsa, o özellikler

ortaya çıkmaya başlayacaktır. Bu konuda türün bireylerinin 'söz veya tercih hakkı' bulunmamaktadır. Tabii ki çevrenin etki ettiği unsur, tür içi çeşitliliktir; ancak bu da bireylerin seçebileceği bir şey değildir.

İşte tam olarak bu sebeple insanın zekasının evrimleşebilmesi için, bazı çevresel unsurların (baskı faktörlerinin) olması şarttır. Burada şu önemli gerçeğin farkına varılmalıdır: Bu çevresel baskılar, aynı ve benzer sırayla diğer hayvanlar üzerinde olmadığı için beynin ve zekanın bizdeki kadar

evrimleşmediğini düşünebiliriz. Bir diğer deyişle; eğer ki benzer koşullar (çevre baskıları) ve tür içi çeşitlilik miktarı diğer türlerin ortamlarında da sağlanacak olursa, o canlılarda da söz konusu özelliklerin evrimleşmemesi için hiçbir neden yoktur! Bunu anlamak, sahip olduğumuz özelliklerin 'önceden planlanmış' yapılar olmadığını, evrimin kör işleyişi sürecinde, çevreye uyum sağlama zorunluluğuna bağlı olarak seçilme-elenme mekanizmasıyla evrimleşmiş özellikler olduğunu anlamak açısından müthiş önemlidir. Çünkü bir atmacanın bir bölgedeki varlığı, aslında fare için bir olasılıktır. Bulunabilir de, bulunmayabilir de... Bunu fare seçemez. Hatta atmaca bile seçemez. Çevreye bağlı olarak av da, avcı da, tüm diğer canlılar daçeşitli özelliklerine göre seçilir ve elenirler. İşte bu seçilen ve elenen özellikler evrimsel süreçte 'ne' olacağımızı belirler.

Dolayısıyla, insan beyninin evrimini tetikleyen 6 önemli faktör (çok daha fazlası da elbette var ancak bu altısı en önemlileri) belirli zaman aralıklarında, belirli sıralarda etkidiği için insan zekası ve beyni evrimleşebilmiştir. Bu sıra ya da zamanlar, biri ya da bir şey tarafından mı

belirlenmektedir? Elbette ki hayır. Bu, tamamen doğanın kaotikliği dahilinde, yolda giderken şans eseri bir arkadaşınızla karşılaşmanız kadar olasılık sınırları dahilinde olan bir durumlar bütünüdür. Eğer ki bir başka türe denk gelecek olsaydı, bu defa o tür zeki olacak ve 'Neden o tür zeki oldu da şu tür olmadı?' diye soracaktık. Süreçlerin kendilerinin tek tek nedeni vardır ancak sürecin bir bütün olarak neden o türe değil de bu türe denk geldiğinin bir sebebi yoktur, bu durum kaotik bir durumdur. Yukarıdaki altı çevresel baskı, farklı sırayla olsaydı, bir ihtimal beynimiz böyle evrimleşmeyebilirdi. Bunlardan bazıları insan türünün evriminde hiç paya sahip olmasaydı, belki yine iri bir beynimiz olurdu; ancak bu kadar zeki olamazdık.  Ancak insan ve

insansıların yaşadıkları ortam ve zamanın koşulları, onların bu evrimden geçebilmesini sağladı. İşte bu yüzden beynimiz bugünkü haline evrimleşti.

İçeriğin Devamı Aşağıda

6. İnsanlar beyninin %10’unu mu kullanır?

6. İnsanlar beyninin %10’unu mu kullanır?

Bu iddianın kökenleri, 1890 yılında Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde araştırma yapmakta olan bilim insanları olan William James ve Boris Sidis'in 'rezerve enerji teorisi'ne dayanmaktadır. Bu teoriye göre insanların, günümüz beyin kapasitesi (kranyal hacim) sayesinde ulaşabilecekleri en yüksek IQ 250-300 arası olarak tahmin edilmektedir. Ancak James ve Sidis, insanların sadece belli bir yüzdesinin bu IQ sınırına düşebildiğini iddia etmişlerdir. Araştırmalarının sonucunda, şimdiye kadar yaşamış insanlar arasında %3-10'luk bir dilimin ancak 250 IQ'ya ve üzerine çıkabildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmanın hatalı yorumlanması, hızlıca felakete dönüşmüştür ve günümüzde insanların zekalarının %3-10 arasını kullandığı şeklinde değerlendirilmiştir. Halbuki görüldüğü gibi araştırma bununla tamamen alakasızdır.

Daha sonradan bu mit, 1998 yılında Dr. James Kalat'ın yaptığı bir diğer araştırma üzerine yeniden hortlamıştır. Bu araştırma, bilim insanlarının beynin derinliklerini keşfetmeye devam ettikleri sürece gördükleri ilginç bölgelerin farklı yorumlarının değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Bilim

insanları, beynin bazı bölgelerinin gün içerisinde pek az aktif olduğunu gözlemlemiştir. Ayrıca beyin içerisinde bulunan bazı gangliyonların (sinir düğümleri) yine gün içerisinde her zaman aktif olmadığını görmüşlerdir. Kalat, makalesinde '1930 yılı dolaylarında bilim insanları beynin sadece %10'unun kullanıldığını düşünmüşlerdir.' şeklinde bir ibare geçmektedir. Bu ibareden yola çıkan insanlar, bilim insanlarının genelinin hala böyle bir düşünceye sahip olduğunu sanarak, medyanın da olayların üzerine körükle gitme merakından ötürü miti yaymaya devam etmişlerdir. Halbuki Biological

Psychology dergisinde yayınlanan makalede Kalat, beynin tamamının kullanıldığını ve beynin bazı bölgelerinin gün içerisinde aktif olmamalarının, o bölgelerin kullanılmadığı anlamına gelmediğini açıklamaktadır. İşte bu durum, bizim nasıl istediklerimizi duyup, gerçekleri reddettiğimizi göstermektedir.

İlk olarak, eğer iddia edildiği gibi beynimizin %10'u çalışıyor, %90'ı çalışmıyor olsaydı, beyinde meydana gelen hasarların çok büyük bir kısmı etkisiz olacaktı. Çünkü 10'da 9'luk bir olasılıkla hasar beynin güya 'çalışmayan' bir bölgesine denk gelecek ve etkisiz kalacaktı. Ancak şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, beynin herhangi bir bölgesinin aldığı hasar, vücudun herhangi bir noktasındaki herhangi bir işleyişi neredeyse her zaman, istisnasız bozmaktadır. Beynin aldığı en ufak hasarlar bile, çok ciddi problemlere ve hastalıklara sebep olabilmektedir. Örneğin beyin tomografinizde, beynin bir bölgesinde bulunan bir kıvrımın açısının 1-2 derece farklı olarak çıkması, sizin psikolojik durumunuzun

değişiminin sebebi ve hatta ölümcül bir hastalık belirtisi olabilmektedir. Yani beynin herhangi bir kısmının işlevsiz olduğu iddiası geçersizdir.

İkinci olarak, Evrimsel Biyoloji'nin gelişimi de, bu iddiaların geçersizliğini açığa çıkarmaktadır. Bilindiği üzere doğada takas ilkesi (trade-off) denen

bir ilke vardır. Beynin bırakın %90'lık kısmının, %10'luk kısmının bile 'kullanılmadığını' iddia etmek, bir doğa yasası olan evrim ile çelişecektir. Çünkü eğer bu kadar büyük bir alan, bir anda işlevini yitirseydi ve uzun bir zaman zarfı boyunca o şekilde kalsaydı, canlıların sabit bir denge içerisinde kalması mümkün olmazdı. Ayrıca beynin zaten kendi başına vücudumuzdaki en masraflı organ olduğu düşünülecek olursa; zaten masraflı bir organın bir kısmının çalışmadığını iddia etmek akıl dışı olacaktır. Beyin elbette evrimsel süreçte körelebilir; ancak bu, son derece kademeli ve takip edilebilir bir şekilde, milyonlarca yıla yayılarak meydana gelir. Dahası, evrim tarihine baktığımızda bariz bir şekilde insansılarda beynin

büyüdüğünü görmekteyiz. Bu durumda beynin büyük oranda işlevsiz kısımları olmasına rağmen büyümesi evrimsel biyolojinin temellerine aykırıdır. Eğer ki beynin bazı parçaları işlevsiz olacaksa, bu yapının bir bütün olarak irileşmesi ve karmaşıklaşması beklenemez. Dolayısıyla, beynimizin %90'ının 'işlevsiz' olduğu iddiası Evrimsel Biyoloji'nin

açıklayıcı gücü sayesinde otomatik olarak çürümektedir.

7. Telekinezi gerçek midir? Kaşık bükülebilir mi?

7. Telekinezi gerçek midir? Kaşık bükülebilir mi?

Peki kaşık, bükülebilir mi? Doğada her cismin 'doğal frekans' denen bir 'titreşim frekansı' bulunmaktadır. Eğer ki bir cismin üzerine, cismin doğal frekansıyla çakışacak, yani onunla uyumlu dalgalar gönderilise, cismi meydana getiren atomlar normalden çok daha hızlı ve güçlü titreşerek hareket etmeye başlayacak ve bunun sonucunda cisim hareket edebilecek, bükülüp kırılabilecektir. Bunu, harici kaynaklarla yapmak mümkündür. Doğal frekans kavramının en güzel (!) örneklerinden biri, Tacoma Köpüsü'dür. 1 Temmuz 1940'ta trafiğe açılan köprü, 7 Kasım 1940'ta beklenmedik bir olay sonucunda çökmüştür. Aşağıdaki bağlantıdan, meydana gelen ilginç olayın görüntülerini izleyebilirsiniz:

Tacoma Bridge

Köprünün çökme sebebi şiddetli rüzgar ya da deprem gibi faktörler değildir. Normalde bu iki durumda da, atom ve moleküllerin fiziksel temas etkisi bulunmaktadır. Yani, örneğin sizin uçurtmanızı uçuran rüzgar, doğrudan uçurtmanıza moleküler olarak 'temas ederek', 'çarparak' veya 'içine dolarak' uçurtmanızı havalandırmaktadır. Deprem, benzer şekilde kara

kütlelerinin hareketi sonucu karalara bağlı cisimlerin hareketine sebep olur; ancak örneğin deprem sırasında havada olan bir uçak, hatta yerden zıplayan bir insan bile (geçici de olsa) depremden etkilenmeyecektir, çünkü aralarındaki atomik ve moleküler etkileşim, deprem olgusundan etkilenmeyecek kadar uzaktır. Tacoma Köprüsü'nde olan olayın sebebi ise bambaşkadır: Mühendisler, köprüyü tasarlarken 'doğal frekans' olgusunu işe katmayı unutmuşlardır. Bölgede esen ve köprünün altından geçen rüzgarın titreşim frekansı, köprünün yapıldığı malzemenin doğal frekansı ile çakışmaktadır. Burada, moleküler bir temastan çok, dalgasal hareketlerin frekansları etkilidir. Örneğin rüzgar örneği dışında, ses dalgaları, titreşim dalgaları gibi etmenler dahilinde, aynı köprü veya başka cisimler de hiç

temas edilmeden çatlatılabilir, hareket ettirilebilir veya kırılabilir. Kısaca, doğal frekans kullanılarak cisimler dalgaların etkisiyle hareket ettirilebilir.

8. Peki Telepati gerçek midir?

8. Peki Telepati gerçek midir?

Telepati ise, insanların hiçbir cihaz veya ses kullanmadan, sadece zihinsel aktivite aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurabilmesi demektir. Bu konu biraz daha kapsamlı incelenmelidir; çünkü bu durumda 'bilgi gönderen' ve 'bilgi alan' iki taraf vardır. Esasında, günlük ve normal, ses telleri aracılığıyla yaptığımız iletişim de bilimsel bir telepati olarak görülebilir. Zira beynimiz, ses tellerimizin etrafındaki kasları manipüle eder, farklı ses dalgalarının yayılmasını tetikler ve bu ses dalgaları havada yayılarak kulağınızdaki kemiklerin ve zarın titreşmesini, bunun sinirlerinizde elektriksel sinyaller yaratmasını ve beyindeki diğer sinir hücrelerinizin bunları değerlendirmesini sağlar. Dolayısıyla yine dalgalar aracılığıyla bir iletişim söz konusudur. Ancak doğrudan, beyinden beyne bir iletişim için, beyinlerin telepati ile ilgili bir bölgesi olması gerekir ve buradaki sinirlerin bu bilgileri değerlendirmek için evrimleşmiş olması gerekmketedir. Bu sağlanmadan, telepatik bir iletişim söz konusu olamaz. Telepatinin de bilimsel temeli, ancak beyin dalgalarının diğer beyinler tarafından hiçbir aracı organ ve duyu kullanılmaksızın algılanmasından başka bir şekilde açıklanamaz. Bu vakalara da çok sık rastlanmaz, bilimsel bazı araştırmalar yürütülmekle beraber medya ve halk arasındaki en temel kaynağı sahte-bilim ve dolayısıyla hayal gücüdür.

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
2
0
0
0
0
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın