Görüş Bildir
Haberler
Tarık Tufan: "Dizi Estetiğinin Epeyce Ötesinde Bir Hikâye İzleyeceksiniz"

etiket Tarık Tufan: "Dizi Estetiğinin Epeyce Ötesinde Bir Hikâye İzleyeceksiniz"

Hande İpekgil & Gamze İrez
10.04.2023 - 17:53 Son Güncelleme: 10.04.2023 - 21:12

Tarık Tufan yıllar önce okumaya başladığım, eserlerini merakla beklediğim bir yazar. En yalın kelimeleri bile süsleyerek betimliyor. Hayal ve gerçeklik arasında kalan karakterlerin iç çatışmaları, ruh halleri okuru çok heyecanlandırıyor. Yeni kitabı 'Âşıklara Yer Yok' da gönlümüzdeki yerini alacağa benziyor. Kitap, bir taraftan aşk sandığımız duyguların bağımlılıklarımız mı yoksa bağlılıklarımız mı diye sorgulatırken diğer taraftan romanın merkezine konuşlanan aşkın yanı sıra insana dair her türlü hırsın, arzunun, saplantının insanı nasıl esir aldığını da anlatıyor. Özellikle 'Kaybolan' romanıyla bağlantısı, dikkatli Tarık Tufan okuru için fark edilen bir detay olmuş. Zaten, Tarık Tufan bir röportajında eski karakterine kitaplarında ufak da olsa yer verdiğini söylemişti. Bu arada Tarık Tufan'ın aynı isimli kitabından uyarlanan Şanzelize Düğün Salonu dizisinin çekimleri de başladı. TRT Dijital dizisinin başrolünde Ezgi Eyüboğlu yer alıyor. 8 bölümlük dizide oyuncuya Halil Babür, Erdem Akakçe, Gözde Mutluer, Musab Ekici, Erdem Şenocak, Sedat Kalkavan eşilik ediyor. Modern Türk edebiyatının sevilen yazarlarından olan Tarık Tufan ile merak edilenleri konuştuk.

İçeriğin Devamı Aşağıda

Geçtiğimiz günlerde, pandemiden bu yana beklediğimiz bir haber verdiniz. Öncelikle bu güzel haberle başlamak istiyorum. "Şanzelize Düğün Salonu'' isimli romanınız çok yakın bir zamanda sekiz bölüm dizi olarak izleyicisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Kitabı okuyan biri olarak söyleyebilirim ki; kitabın her bölümünün vurucu satırları altı çizilesi derinlikteydi. Özellikle annenin ölümü hakkında yazılan mektup oldukça çarpıcıydı; “Annemin ölümünün dilbilgisi, grameri olmuyor ki Eda. İnsanın annesinin ölümü zaten hayatın anlatım bozukluğu.” Annesini kaybetmiş biri olarak kalbimi sızlatan cümlelerden biriydi ve bendeki etkisi büyük olmuştu. Peki siz bu romanı hangi duygularla yazdınız ve neden diziye uyarlamak için bu kitabı seçtiniz?

Geçtiğimiz günlerde, pandemiden bu yana beklediğimiz bir haber verdiniz. Öncelikle bu güzel haberle başlamak istiyorum. "Şanzelize Düğün Salonu'' isimli romanınız çok yakın bir zamanda sekiz bölüm dizi olarak izleyicisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Kitabı okuyan biri olarak söyleyebilirim ki; kitabın her bölümünün vurucu satırları altı çizilesi derinlikteydi. Özellikle annenin ölümü hakkında yazılan mektup oldukça çarpıcıydı; “Annemin ölümünün dilbilgisi, grameri olmuyor ki Eda. İnsanın annesinin ölümü zaten hayatın anlatım bozukluğu.” Annesini kaybetmiş biri olarak kalbimi sızlatan cümlelerden biriydi ve bendeki etkisi büyük olmuştu. Peki siz bu romanı hangi duygularla yazdınız ve neden diziye uyarlamak için bu kitabı seçtiniz?

Hayatımızı düşüşlerle yaşıyoruz. İçine yuvarlandığımız o uçurumda yalnızlık acısıyla yüzleşiyoruz. Büyük düşüşlerin ardından yeniden kalbimizi, kendimizi, evimizi keşfedebilir miyiz? Kaybettiğimiz şeyler içe dönüşümüzün bütün yollarını kapattığında, kendimize yabancılaştığımızda, geri dönmek için bir umut bulabilir miyiz? Şanzelize Düğün Salonu’nu yazarken böylesi duyguların etrafında dolanıyordum. “Yürüdüğün yolun ışıklandırılmış olması, gideceğin yerin aydınlık olduğu anlamına gelmez.” diye bir cümle yazdım romana başlarken. Günümüzün en büyük yalanlarından biri bu: Önümüze serilen ışıltılı yollar. Ancak hiçbiri hakikate açılmıyor. Sahte ışıklar, göz boyayan renkler, görkemli sahne spotları… Ama hiçbiri insanın hayatına anlam katacak kadar gerçek değil. Düşüş başladığında nereye kadar süreceğini kestirmek olanaksız. İstanbul’un eski tekkelerinden bir şeyhin oğlunu yazdım bu romanda. Elbette gelenek ve modern hayat arasındaki çatışmalar da romanın meselelerinden biri. Bu kadar çok okunmasından anladığım kadarıyla okurla, romanın isimsiz karakteri arasında bir bağ oluştu. Herkes kahramana kendi ismini verdi. Çünkü hepimiz bu hayatın sarp yollarında tökezliyoruz, düşüyoruz. Şanzelize Düğün Salonu’nun ana kahramanı bu açıdan bir ilham kaynağı olabilir. Okur romanı izler gibi okudu. Bana gelen tepkilerden bunu görüyordum. Sinemaya uyarlamak gibi bir düşüncem epeydir vardı. Ancak dizi için talep gelince meseleyi daha iyi anlatabileceğimi düşündüm ve kabul ettim. Senaryoyu da kendim yazdım. 

Muhafazakar bir yaşam süren gencin hikayesini anlatan dizinin çekimleri başladı. Bu süreçte kimler size destek oldu? Merak ediyorum cast görüşmelerine dahil oldunuz mu?

Şanzelize Düğün Salonu’nu çekmek için yönetmen Osman Doğan uzun zamandır ısrarcıydı. Benim de sevdiğim ve inandığım genç yönetmenlerden biri. Oradaki kara film, kara komedi öğelerini baştan beri gördü ve dizinin atmosferini de böyle kurdu. Osman Doğan’ın hikâyeye bu kadar yakın olması ve inanması benim için çok değerli. Cast görüşmelerine beni de davet etti. Bütün oyuncu arkadaşlarla hikâyenin ruhunu konuştuk. Şanzelize Düğün Salonu’nun hikâyesi ve dizinin anlatım tarzı özel oyunculuk kabiliyetleri istiyordu. İyi oyuncular oldukları için de epeyce katkı sağladılar.

Kitaplardan uyarlama pek çok dizi ve filmler var. Bazıları çok sevilirken bazıları hayal kırıklığı oluyor. Sizce 'Şanzelize Düğün Salonu' okuyucuları diziyi izlerken neler hissedecek, aynı tadı alabilecekler mi?

Kitaplardan uyarlama pek çok dizi ve filmler var. Bazıları çok sevilirken bazıları hayal kırıklığı oluyor. Sizce 'Şanzelize Düğün Salonu' okuyucuları diziyi izlerken neler hissedecek, aynı tadı alabilecekler mi?

Sevdiğim romanları ekranda, perdede izlerken ben de aynı gerilimi yaşıyorum. Bu yüzden de senaryoyu yazarken epeyce kafa yordum. İki şeyi özellikle vurgulamam gerekir. Birincisi dizinin senaryosunu yazarken kitaba bütünüyle sadık kalmadım. Daha çok romanda anlatmadığım olaylara odaklandım. Romanı sevenler yeni şeyler görsün istedim. İlk kez muhatap olanlara da etkileyici bir atmosfer kurmak istedim. İkinci husus da şu: Yönetmen Osman Doğan ve görüntü yönetmeni Alper Kasap olağanüstü iş çıkardılar. Son derece sinematografik bir görsel dil kurdular; ışık, mekân, oyunculuk çok özel bir bütünlük sağladı. Görsel olarak dizi estetiğinin epeyce ötesinde bir hikâye izleyeceksiniz. Sinemayı sevenler diziden hem hikâye hem de görsel olarak iyi bir tat alacaklar diye umuyorum. Ben kurgu aşamasında izlerken heyecanlanıyorum.

Bu çok heyecan verici. Başka farklılıklar da olacak mı? Kitaplarınız da genellikle karakterlerinin hayatlarının devamını bizim hayal dünyamıza bırakıyorsunuz. Acaba dizide de sürpriz bir son mu bekliyor bizi?

Dizideki sürprizlerden çok söz etmek istemiyorum. Ama birkaç şeyi burada sizinle paylaşayım. Dizide romanda olmayan bir karakter var. Oldukça renkli, bir açıdan tuhaf, çarpıcı bir karakter: Derviş K. Sadece finali değil, kimi hikâyeler de okur ve izleyici için sürprizler barındırıyor.

Yeni kitabınız "Âşıklara Yer Yok". Okurken bazen karakterlere kızdım, onlarla beraber üzülüp, sevindiğim anlar da oldu. Hataları olan ama buna rağmen iyi olmaya çalışan insanlar var. Aslında çoğumuz böyle değil miyiz? Acaba kitabın çok sevilmesinin nedeni de bu olabilir mi?

Yeni kitabınız "Âşıklara Yer Yok". Okurken bazen karakterlere kızdım, onlarla beraber üzülüp, sevindiğim anlar da oldu. Hataları olan ama buna rağmen iyi olmaya çalışan insanlar var. Aslında çoğumuz böyle değil miyiz?  Acaba kitabın çok sevilmesinin nedeni de bu olabilir mi?

Âşıklara Yer Yok romanını yazarken kafamda dönüp duran birkaç soru vardı: Bir bağlılık ne zaman bağımlığa dönüşür? Âşk sandığımız bağlılıklar hayatımızı zincirleyen bağımlıklar mıdır? İnsanın derin ve güçlü duygularının gölgeleri karanlık olur. Duygular çoğu zaman maskelidir ve gerçek yüzlerini kendimiz bile bilemeyiz. Görünürde aşk gibi duran duygu aslında bağımlılık olabilir. Merhamet maskesiyle dolaşan kibir var. Sevgi kılığına girmiş zorbalıklar, şefkat gibi görünen şiddet biçimleri var. Acılar kalbimizin kavrayış kabiliyetini güçlendirir. Görünenin arkasındakini anlamaya başlarız. İnsan aklıyla değil, kalbiyle kavrar hakikati. 

Romanın merkezinde aşk olsa da hırsın, arzunun, saplantının insanı nasıl esir aldığına da şahit oluyoruz. 'Aşk sandığımız bağlılıklar, gerçekte bizi kendine tutsak eden bağımlılıklarımız mıdır?' diyorsunuz. Orhan’ın Firdevs’e duyduğu güçlü hisleri böyle tarif etmek mümkün müdür?

Bağımlılığa dönüşen bağlılıklar ruhumuzun karanlık, tekinsiz labirentleridir. Anlam ve değer yüklü bağlılıklarıyla özgürleşen, hayata tutunan insan, tam tersine bağımlılıklarıyla zayıf düşer ve kendi karanlığına hapsolur. Ruhuna musallat olan karanlıklar dilini, kalbini, aklını körleştirir. Orhan böyle bir uçurumun eşiğinde. Hatta o eşiği aştı diyebiliriz. İnsan aşka düşer, aşk olur, aşkın içinde yok olur. Aşk aklın kapıda kaldığı hiçlik makamıdır. Baba figürü Orhan’ın hayatının her alanına müdahale eden, güçlü bir hayalet. Orhan’ın Firdevs’e olan bağlılığı, tutkusu bir yanıyla özgürleşme biçimi olarak görülebilir. Çoğumuz özgürleşmek için yeni tutsaklıkların içine düşüyoruz farkında olmadan. 

Romanın en etkileyici bölümlerinden biri Orhan’ın bir gece yarısı yaşadıklarından sonra sığındığı Saklıkuyu adındaki mekân. Sanki başka bir dünyaya geçiş yapmış gibi. Oldukça gerçek bir mekân hissi var.

Anlattığım hikâyenin en önemli mekânlarından biri Saklıkuyu ve buradaki Vedia Sultan Bimarhanesi. Geçmişte bimarhane, hastane olarak kullanılan mekânın yeni sakinlerini “çağırması” meselesini heyecan verici buluyorum. Bachelard, “insanın, bir öte yere her zaman kapısını aralık bırakması gerekir.” diyor Mekânın Poetikası kitabında. Orhan için Saklıkuyu “öte yer” sayılabilir. Orada hayatının bambaşka bir varoluş alanına geçiyor. Aslında “öte yer”de kedi ruhunu keşfetmenin imkânına erişiyor. Çünkü insan konaklayacağı evi kendi ruhunda buluyor. Mekânlar içimizdeki odaları keşfetmemize yardım ediyor. Kitabın sonundaki ekler, okuru davet ettiğim büyülü dünyanın bir parçası. Kurmacayla gerçeklik arasındaki çizgiyi muğlaklaştırarak bir dünya kurma çabasındayım. Mekân bağlamında bu romanda kurmacanın en uç sınırlarında dolanmaktan oldukça büyük haz duydum. Saklıkuyu kasabası, bimarhane, deniz feneri, kimsesizler mezarlığı, yetimhane gibi mekânlar okuru farklı hikâyelere götürecek.

Romanı okuyanlar Ahmet Hilmi Bey, Defne, Belma Hanım’ın hikâyelerini de merak ediyor. İlgi çekici karakterler olarak karşımıza çıkıyorlar.

Romanı okuyanlar Ahmet Hilmi Bey, Defne, Belma Hanım’ın hikâyelerini de merak ediyor. İlgi çekici karakterler olarak karşımıza çıkıyorlar.

Bu karakterlerle ana karakterimiz Orhan arasında görünmez bağlar var. Ortak acılarla yaralanan ruhlar, kaçınılmaz bir kaderle birbirlerini buluyorlar. İnsanları birbirine en çok acıları yakınlaştırıyor. Tesadüf diye geçiştirdiğimiz karşılaşmalar, bizi bağlayan bir şeylerin habercisi. Her neredeysen, orada olmanın anlamlı bir gerekçesi vardı. Her kimle karşılaştıysan birbirinize hayat adına bir şeyleri öğretmenin kıyısında duruyorsunuz demektir. Asıl mesele tüm bunların sonunda kendinle yüzleşip hayatta durduğun yerin hakikatini kavrayabilmek.

Hepimiz kitap okuyan insanla, okumayan arasındaki farkı biliriz ama yine de bu alışkanlık maalesef hepimizde yeterli değil. Kitap okuyanlar bilir ki, okuduğumuz bir kitap, o kitapta karşımıza çıkan bir cümle hayata bakış açımızı ve düşünme şeklimizi değiştirecek kadar etkileyici olabilir. Dolayısıyla yazdığınız her kelimenin bir muhatabı var. Peki siz kelimeler kaleminizden çıkarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Yazmak insanın kendisiyle ilişki kurmasının, yüzleşmesinin ve gerektiğinde çatışmasının en güçlü hallerinden biri. Yazmak bir hesaplaşma biçimi. En çok kendinle. Sonra hayatın geri kalanıyla. Yaşar gibi yazıyorum, yazar gibi yaşıyorum; yazmak ve yaşamak benim dünyamda uzun süredir iç içe geçti. Kelimeler can taşırlar. İçsel yolculuğumuzda elimizden tutarlar. Kelimelerin de bir ruhu ve kaderi vardır. Bu yüzden de kelimelerle kurduğumuz dünya ruhumuzu en derinden etkileyecek kadar güçlüdür. 

Okuyucunun da sorumluluğu var değil mi, yazıları eleştirmek, değerlendirmek gibi. Siz kitaplarınız hakkında yapılan yorumları dikkate alıyor musunuz?

Okur ve yazar arasından güçlü, görünmez bağlar var. Bir hikâyenin yolculuğunda kaderlerimiz bir araya geliyor. Ruhlarımız birbirine çarpıyor. Kelimler ve hikâyeler bizi başka bir alemde buluşturuyor. Bu bağları oldukça önemsiyorum. Bütün yorumları dikkatlice anlamaya çalışıyorum. 

Radyo programcılığı, yazarlık ve senaristlik arasındaki bağı sormak istiyorum. Birinde dinleyicileriniz, birinde okurlarınız var.  Şimdi de bir anlamda izleyicileriniz olacak. Bu üç farklı hedef kitlesi size neler hissettiriyor?

Ben bir anlatıcıyım. Bu dünyada anlatmak için yaşıyorum. Birilerine bir şey öğretmek, dayatmak, göstermek değil, sadece anlatmak. Birilerinin dinlemesi, kulak vermesi, okuması çok değerleri ancak her şeyden önce kendi huzursuz ruhum sükunet bulsun, teselli bulsun diye anlatıyorum. Romanlarımda, senaryolarımda yalnız başıma yolculuğa çıkıyorum. Sonrasında birileri kulak verip yanıma geliyorlar. Birlikte yürümeye devam ediyoruz. Birbirimizin yaralarına dokunuyoruz. Hiçbir şey yapamasak da bu şefkatli dokunuşlar ruhumuza iyi geliyor. Zaman geçtikçe hikâyeler anlatmam için kalbime dokunuyor. Anlatıcısını arayan hikâyelerle karşılaşıyorum. Düşsel bir yolculuk bu. 

Son olarak, yazmak isteyen ancak nasıl yazmaya başlaması gerektiğini bilmeyenler için tavsiyeleriniz ne olur?

Yazmak isteyen herkese öncelikle iyi bir okur olmak gerektiğini hatırlatmak isterim. İyi bir okur olmak. Meraklı bir okur. Romanın, yazarın, karakterlerin dünyasını kurcalayan, meraklı bir okur. Bu süre içinde düzenli yazmak da şart. Yazı yazıyı geliştirir. Okuduğumuz güçlü romanlar ve düzenle yazma gayreti zamanla dilimizi, üslubumuzu güçlendirir. Başka bir yol bilmiyorum açıkçası. 

Röportaj: Hande İpekgil

Instagram

Twitter

'Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio'       

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
3
1
1
1
1
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın