Görüş Bildir
Haberler
Din Ve İbadet Anlayışımız (1-2)

Din Ve İbadet Anlayışımız (1-2)

beyza kuru
23.07.2013 - 20:00 Son Güncelleme: 23.07.2013 - 20:20

Din Ve İbadet Anlayışımız (1-2)

Türkiye’de birisi

için “Dine yönelmiş, ibadete başlamış”

deyince neden akla gelen **“Namaza

başlamış, örtünmüş”** oluyor?

Keza “Dini bırakmış, ibadeti terk etmiş”

denince de neden **“Artık namaz

kılmıyormuş, başını da açmış”** denmek istendiği anlaşılıyor?

Yani din ve

ibadet denince neden namaz, oruç, hac, başörtüsü, cüppe, sakal vs. birkaç şeklî

ibadet ve görüntüden başka bir şey düşünülemiyor?

Çünkü din ve

ibadet anlayışımızın içi boşaltılmış ve muazzam bir anlam kaymasına uğramıştır.

Halbuki bir

adam namaz kıldığı halde imansız, bir kadın başı açık olduğu halde iman sahibi

olabilir. Bir cüppe içinde ahlaksız, saçları arkadan bağlanmış bir kafanın

içinde de asil ve erdemli bir düşünce bulunabilir.

Artık namaz

kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, başını örtmek vb. ritüel ve figürler iyi bir

Müslüman olmanın değil; nereye, hangi kampa, hangi mahalleye mensup olduğunuzun

göstergesi haline gelmiştir. Peygamber zamanındaki işlevlerini kaybetmiş,

dahası sahici özelliklerini yitirmişlerdir.

Kişinin iyi

bir Müslüman olduğunun anlaşılması için artık başka şeylere bakılmalıdır.

İyi bir

Müslüman olmak için, her şeyden önce iyi bir insan olmak lazımdır. Bu da

iyilik, güzellik, doğruluk yolunda ( *sırat-ı

müstakim) yürümekle, sevgi ve merhametle ( rahmet ) dopdolu olmakla, sözün namusu ile yaşamakla ( sıdk ), hakka hukuka tacavüz ( zulüm* ) etmemekle, kalbi adalet ile çarpmakla, saf bir

yürek temizliğine sahip olmakla ( ihlas ),

güzel ahlak sahibi olmakla ( hüsn ),

her türden kötülükle aktif mücadeleyle ( cihad ),

komşusu açken tok yatmamakla ve insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir

kişilik sahibi olmakla mümkündür.

Din ve

ibadetin özünü bunlar oluşturur.

Allah’a,

meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmak, namaz kılmak,

oruç tutmak, hacca gitmek vs. bunları sağlar, bunlara vesile olur, bunları

doğurur. Doğurmuyorsa yaptığınız tapınak dini ve ibadetidir.


Demek ki M. İkbal ’in tabiriyle “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşasına”

şiddetle ihtiyaç vardır.

Yani din ve

ibadet anlayışı yeniden yapılandırılmalıdır.

Aslında bu

ihtiyaç tarih boyunca hiç eksilmemiştir.

Tarih boyunca

peygamberlerin, birçok bilge ve filozofun **“tapınak

dinleriyle”** başlarının derde girmiş olması tesadüf olabilir mi?

Buddha Hint din adamları Brahmanlara karşı

çıktı. Zerdüşt ’ü eski İran din

adamları sınıfı Moğlar öldürttü. Mani ’yi

Mecusi din adamları astırdı. Musa ’yı

eski Mısır din adamları sınıfı olan Hamanlar tekfir etti. İsa’ yı Yahudi Haham sınıfı yargılayıp çarmıha gerdirdi. Sokrates Delhi tapınağının fetvasıyla

öldürüldü. Hz. Muhammed ’in daha ilk

günden Mekke’deki en azılı düşmanı rahip **Ebu

Amir** idi. Kâbe çetesini suikasta kışkırtan, “Mescid-i Nevbevi”nin karşısına

“Mescid-i Dırar’ı” yaptıran da bu rahip **Ebu

Amir** ’den başkası değil miydi?

Bir peygamberin

en azılı düşmanı nasıl bir din adamı olabiliyor?

Bu ne yaman

bir çelişkidir?

Ali Şeriati ’nin dediği gibi “dine karşı din var” , görmüyor musunuz?

Biz

hangisinin din ve ibadet anlayışı üzereyiz?


Modern

dünyanın insanı bu yaman çelişkiyi unuttu. Bütün dinler, modern öncesi ortaçağ

dünyasının fenomenleri olarak görüldüğünden, nasıl olsa günümüzde hiç birisi de

işe yaramayacağından hangisi olsa fark etmezdi. Eh, İslam da dinlerden bir din

olduğuna göre aynı şeydi…

İşin ilginç

olan yanı Müslümanlar da bu argümanı içselleştirerek, modern dünyaya karşı

bütün dinleri aynı kefeye koyarak savunur hale geldi. Dünya tarihi ikiye

ayrılıyordu artık: Aydınlanma öncesi dinlerin hakim olduğu kutsalın ve

geleneğin dünyası ve Aydınlanması sonrası seküler modern dünya…

Kendilerini

nasıl da “Aydınlanma” olarak kabul ettiriyorlar Herkes sorgusuz sualsiz bu

ayrımı ve tanımı nasıl da kullanıyor. “Durun bakalım, siz kendinizi nasıl

Aydınlanma olarak görüyorsunuz? İnsanlık tarihini sizden önce ve sonra diye

nasıl ikiye ayırıyorsunuz? Hem siz kim oluyorsunuz?” diye sormuyor. Boyuna

modernite öncesi kutsalın , dinlerin ve geleneksel dünyanın nasıl daha da iyi

olduğu anlatmaya çalışıyor.

Böyle olunca Buddha ile Brahman’ın, Zerdüşt ile Moğ’un, Mani ile Mecusi’nin, Musa ile Haman’ın, İsa ile Haham’ın, Muhammed

ile Ebu Amir’in arasındaki yaman çelişki kayboluyor. Tam da modernin istediği ve yapmaya çalıştığı

gibi, hepsini aynı kefede bir sepete dolduruyoruz. Artık, “Eh din işte, ha haham ha peygamber ne fark eder” oluyor…

Dolayısıyla

din ve ibadet anlayışımız bir Hindu’nun, bir Yahudi’nin, bir Hıristiyan’ınkinden

farksız hale geliyor. Nasıl ki **“papaz

kilisede” ise hoca da camide”** oluyor. Din ve ibadet birkaç ritüelden

(tanımlanmış şekli ve törensel hareketler) ibaret hale geliyor.


Böylesi bir

din ve ibadet anlayışına itiraz etmeliyiz.

Öncelikle İslam’ı

diğer dinlerle aynı kefeye koyup, moderniteyle karşılaştırıp durmaktan

vazgeçmeliyiz. Onu kendi indiği çağdaki ve daha da önceki dinlerle

karşılaştırılmalıyız. Bu bize çok şey öğretecek ve modernite karşısında

donanımlı hale getirecekti. Çünkü İslam insanlıkta olduğu gibi özellikle dinî

dünyada büyük bir reformdu.

Aksi halde İslam

adına modern dünyaya hiç bir şey söyleme hakkımız olmayacak. Çünkü vakti

zamanında reforma uğrattığımız birçok şeyi, sırf modern bizi onlarla aynı

kefeye koyuyor diye moderne karşı savunur hale getiriliyoruz; al sana bir yaman

çelişki daha…

Bunun için

İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü İslam,

reforma uğrattığı diğer dinlerle aynı kefeye kona kona neredeyse buhar olup

uçmak üzere…

Bunların en

başında da din ve ibadet anlayışımız geliyor.

Din ve ibadet

anlayışımızın birkaç şekli ibadet etrafında dönüp duran bir “totolojiye” (kısır döngü/anlamsız

tekrar) haline gelmesi bunun en iyi göstergesi değil mi?


Eskiler buna

“zahir” demiş ve söz konusu bu kısır döngüyü/anlamsız tekrarı aşmak için

“batın” diye bir yeniden anlamlandırma faaliyetine girişmişler. Fakat burada da

ipin ucu kaçınca tekrar “zahire” sarılma yönelimi başlamış ve bu böyle devam

edip gelmiş. Vakıa, dini düşünce tarihimiz aynı zamanda bu gidip

gelmenin/gerilimin de tarihidir.

Oysa zahir

ile batın, teşbih ile tenzih, dünya ile ahiret Hz. Peygamber’in akıl, ruh ve

gönül dünyasında billurlaşarak birleşmişti. Dinin kemale ermesi yani en olgun

hale gelmesi bir açıdan da bu demekti.

İnşa çağında

yapmamız gereken esas iş, işte böylesi bir akıl, ruh ve gönül dünyasını yeniden

kurmaktır. Bu nedenle ihya çağlarının saf zahirci, batıncı, teşbihçi veya

tenzihçi ekollerinden sadece birisinin körü körüne takipçisi olamayız. Yeniden

kurmak, tekrar yapılandırmak derken kastettiğimiz bundan başkası değildir.


Din ve ibadet

anlayışımıza buradan girerek baktığımızda bir taraftan zahiri bir donma yaşanırken,

diğer taraftan da batini bir buharlaşma yaşandığını görüyoruz. Donmayı ve

buharlaşmayı asli haline yani hayat veren bir suya nasıl dönüştürebiliriz? Esas

mesele budur.

Bugün din ve

ibadet anlayışı iyice daraltılmış, camiye, kandil gecelerine ve sayısı üçü beşi

geçmeyen birkaç ritüele indirgenmiş durumdadır.

Müslüman

zihnin din ve ibadet denince aklına cami, ezan, kandil, türbe, şeyh, yeşil

sarık, başörtüsü, cin, peri, masal, mucize, kehanet, sır, musalla taşı,

mezarlık ve yalnız -o da şekli kalmış- üç ibadet ritüeli; namaz, oruç ve hac

neden geliyor sanıyorsunuz?

Oysa din ve

ibadet bunlar mı demek?


Çünkü modern

dünya da dini böyle anlıyor. Onlara göre esasında din, modern dünyada bunlardan

başka bir şey değildir. Modern öncesi ortaçağlardan kalma büyülü bir dünya…

Bunlar artık modern insanın sadece akıldışılığa, sır ve gizeme duyduğu merakı

gideren birer “fenomen” olabilirler. İnsanları rahatlatırlar da. Sosyolojik

olarak yararlı da olabilirler. Dine başkaca anlamlar yükleyip bu çerçevenin

dışına çıkarmaya kalkmak mümkün değildir.

Siz olsanız

sosyal hayatı ve hele de devleti sırla, gizemle, kehanetle, rüyayla, din

adamları sınıfının keşf ve kerametleriyle, İkbal’in tabiriyle “donmuş kalmış 590 yıllık metinlerle” ,

Akif’in tabiri ile **“700 yıllık eserlerle

avarelik ederek”** yönetir misiniz?

Siz dininizi

böyle anlıyorsanız dönüp moderne niye kızıyorsunuz? Modern de dinin esasında

bunlardan başka bir şey olmadığını söyleyip duruyor.

Peki, nedir o

halde din? Ne manaya geliyor ibadet?


İslam’ı “dinlerden

bir din” olarak görenler, onun “ibadetlerini” de kaçınılmaz olarak diğer

dinlerin ibadetleri gibi bir ibadet olarak görürler…

Nasıl ki

diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü

dini kıyafetleri, tütsülü, buhurlu ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri,

kehanetleri vs. var, İslam da bu dinlerden biri olduğuna göre, onda da bunlar

var hatta olmak zorunda…(!)

Böyle

düşünenlerin, İran kisrasının karşısına çıkan sahabenin “Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz?” diye

sorulunca **“İnsanları dinlerin zulmünden

ve krallara ibadetten (onlara kulluk ve kölelik yapmaktan) kurtarmaya geldik”**

cevabından bir şey anlayacaklarını sanmıyorum.

Çünkü bunu

söyleyen sahabenin dilindeki “din”

ve “ibadet” hiç de bizimkine

benzemiyor.

Bu, tamı

tamına İslam’ın “lailahe illallah”

evrensel çağrısını yansıtan ve o günkü dünya kamuoyunu sarsan bir sözdür…

O günkü

dünyanın batısına ve doğusuna hakim Bizans ile Sasani imparotorluklarının

saraylarında yankılanan ve **“çok büyük

bir tehdit”** olarak algılanan bir sözdür…

Bu iki

imparatorluk geleneğinin asırlardır bölgeye hakim olmak için ürettikleri iki

din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın tapınaklarında da yankılanan ve “meslek dışı” bir yerden (sokaktan)

gelen bir tehdit olarak algılanmış bir sözdür…

O günkü

Mekke’de Ebu Lehep gibilerinin başını çektiği Allah, Kâbe, din ve ibadet

istismarına dayalı tefeci bezirgân düzenine ( Yeda Ebu Lehep ) “yıkılsın, yokolsun, kahrolsun” ( tebbet ) diye haykıran gerçekten de çok

büyük bir tehdit ve asla affedilmeyecek bir sözdür…

O sahebenin

dilindeki “din” ve “ibadet” kelimeleri, Kur’an’ın

kullandığı anlama paralel olarak kral saraylarında, ruhban tapınaklarında ve bezirgân

sofralarında, evet, böyle algılanmıştır. Tehdit değerlendirmesi gayet

yerindedir, aynen algıladıkları gibidir. Bunu bizim söylememize gerek yok,

tarihe bakın, olanlara bakın aynen algıladıkları gibi olduğunu görecekseniz. Yani

korktukları şeyin başlarına geldiğini göreceksiniz.

Peki ya

şimdi…

Tarihi süreç

içinde tersine bir gelişme yaşandığını görüyoruz.

İndiği çağda

zaten kullanılmakta olan din ve ibadet

kelimelerini sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan

ve ona bambaşka bir yön veren (aslına döndüren) Kur’an’ın, tarihi süreç içinde

mehcur bırakılmasıyla (terkedilmesiyle), diğer ümmetlerin girdiği deliklere

bizimde girdiğimizi ve dönüp dolaşıp onların din ve ibadet anlayışını benimser

hale geldiğimizi görüyoruz.

Bu nedenle

olsa gerek **“İslam dinlerden bir din

değildir” veya “Allah-insan ilişkisi

efendi-köle ilişkisi değildir”** dediğimizde meramımızı anlamakta zorlananlar

oluyor.

Peki, nedir o

halde İslam’da din ve ibadet?

DİN kelimesinin Kur’an’da 103 yerde ve

dört esas manada kullanıldığını görüyoruz.

Bunu kolayca anlamamız için Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört

yönü de ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen “dûne” sözcüğü bir fikir verebilir.

Buradan anlıyoruz ki “din”

insanoğlu için dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor;

geriye doğru ( adet, töre ), ileriye doğru ( yol, yordam ), yukarıya

doğru ( itaat, bağlılık ), aşağıya doğru ( hüküm, kural, ceza, mükâfat )…

Bunların hepsini birden topladığı için

yani “tedvin” ettiği için bir tek kelimeyle durumu “din” diye ifade ediyoruz. Demek

ki din kavramının, Kur’an’da kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol,

kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat

anlamında kullanılması bu nedenledir.

Bu durumda söz konusu dört boyutlu

anlamlar, değerler ve kurallar bütünü “din” , bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü “Medine” , bu bürünüşün mensupları “medenî” ve mensuplarınca ortaya

konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de “medeniyet” oluyor.

Bu kelimelerin hepsi de din ile aynı

kökten… Aralarında kopmaz bir bağ var. Yani bunlar “bölünmez bir bütün


Kur’an kendi anlamlar, değerler ve

kurallar bütününü bir “gerçek hayat dini” ( dinu’l-gayyime ) ve “insanlığın ana yolu/ipi” ( hablun-mine’nnâs ) olarak tanıtır. Buna,

sanki bir madalyonun öbür yüzü gibi aynı zamanda “Allah’ın yolu/ipi” ( hablun minellah ) der. Kur’an’ı insanlık

alemine, insanlık vicdanının ifadesi ( *basairu

li’nnâs ), yol gösterici ( huda* ) ve

halklar için sevgi ve merhamet kaynağı ( rahmet )

olarak tanıtır. (Casiye; 45/20).

Diğer dinlerin bu ana insanlık yolundan

ayrılmak suretiyle ayrıca birer “din” oluşturduklarını söyler ve ısrarla bu

yola geri dönmeye çağırır. (Rum; 30/30, Ali-İmran; 3/112).

Üstelik daha önce hiç görülmedik bir

şekilde onları tanır ve “Ehl-i Kitap”, “Mecusi, “Sabiî” gibi isimlerle anar.

Bir arada yaşamaya ve barışa dayalı bir ilişkiler hukuku belirler. Daha önce

hiçbir dinin ötekini bu şekilde “tanıdığı” görülmemiştir. Tabi tanımak doğru

bulmak demek olmuyor.


Demek ki İslam, kendini insanlığın ana

yolu, fıtrat dini ve o ana kadar insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsinin

devamcısı ( musaddık ) olarak

vazediyor. İnsanlığın gelmiş geçmiş tüm olumlu birikimini sahipleniyor. Geri

kalan tüm olumsuzlukları kendinden önceki dünyada bırakıyor ve ona **“karanlıklarda

kalınan dönem”** ( cahiliye ) diyor…

Yeni dönemle birlikte gelene ise **“gerçeğin

ta kendisi”** ( hak ) diyor. Yani

sözün realiteyle uyumlu olması; tarihin, hayatın ve tabiatın aktığı yerden akan

yaşayan gerçekliğe tekabül etmesi…

Bundan kopana ise sahte, içi boş, kof,

realiteyle çelişik bir takım kuruntular ( batıl )

diyor. Gerçeğin ta kendisi ( hak )

gelince, sahteliğin ve içi boşluğun ( batıl )

yok olmaya mahkûm olacağını haber veriyor.

Bunun için Allah kendi dinine,

kimsenin kendi tekeline alamadığı ve alamayacağı, gerçeğin ta kendisi olan din

( dinu’l hak ), diğerlerine de

gerçeklikten kopmuş, bir takım sınıfların, kavimlerin, kişilerin, bölgelerin

vs. tekeline girmiş, kuruntularının ifadesi haline gelmiş diğer bütün dinler ( dini kulli ) dediğini görüyoruz (Tevbe;

9/33).


Şu halde Allah’ın dini İslam’a bütün

bunları görmezden gelerek “dinlerden bir din” muamelesi yapmak, sanırım

en çok Allah’ı kızdıracaktır. Çünkü Kur’an ısrarla bunların aynı şeyler

olmadığını söylüyor.

Oysa bugün din denilince insanların

aklına, İslam da dahil olmak üzere mabed, tapınak, din adamı, papaz, keşiş,

haham, hoca, şeyh, sarık, cübbe, kandil, ayin, türbe, mucize, kehanet, keramet,

buhur, tütsü, sır vs. geliyor.

İbadet denilince de İslam’da dahil

hepsi birbirine karıştırılarak, namaz, oruç, abdest, camiye, kiliseye veya

havraya gitmek, günah çıkartmak, yağmur duasına çıkmak vs. akla geliyor.

Neden din

denilince akla hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk,

yolsuzluk, sokak çocukları, özürlüler, açlar, susuzlar, giderek artan

boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zam, zulüm, işkence, plansız şehirleşme,

trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih,

tabiat, uygarlık vs. vs… gelmiyor.

**“Güldürme adamı, dinin bunlarla ne

alakası var?”**

diyeceksiniz belki…

Evet, “tapınak dinlerinin” yok ama “gerçek hayat dininin” var!

“Tapınma” nın yok ama “ibadet” in var!

Belirli bir

yer ve zamanda yapılan, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşan tapınma ile

yeri ve zamanı olmayan, hayatın içinde canlı faaliyet olarak gerçekleşen ibadet

arasındaki fark…

Şu halde

nedir ibadet?

İBADET:

Sözlükte abd kökünden Arapçanın

tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akkadça, İbranîce, Süryanîce, Habeşçe

gibi Sami dillerinin hepsinde “yapmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak,

çalışmak, üretmek” demektir.

BEDAET de

kökün harfleri değişmeden “bda” ya

dönüşümü ile “yaratmak, yapmak, meydana getirmek, icat etmek, bir şeyi ilk

olarak ortaya çıkarmak” anlamındadır. Son harfin “hemzelif”e dönüşmesi ile “bde”

de ise yine mana pek bozulmayarak bir şeyi “başlatmak, ortaya çıkarmak,

icat etmek” manası kazanır.

Şu

halde Allah ile insanın aktüel ve dinamik ilişkisinde ortaya çıkardığı, meydana

getirdiği, yaptığı, yarattığı, icat ettiği, ürettiği her tür iş ve oluş bu

kapsama giriyor.

Yapılan/üretilen

iş ve oluşun faili Allah ise buna *bedaet,

ibda, mubdi’, faili insan ise buna da ibadet,

ubudiyet, taabbud* deniyor. Her ikisinde de ortak anlamın yapmak, ortaya

çıkarmak, üretmek, meydana getirmek olduğunu görüyoruz…


Öte

yandan abd kelimesi Kuran’ın nazil olduğu dünyada yaygın olarak

kullanılıyordu. Özellikle bir takım putlara, krallara ve imparatorlara yönelik

olarak “arz-ı ubudiyet etmek” veya “kul köle olmak” deniliyordu.

Babil,

Sasani, Mısır, Roma, Bizans gibi eski dünyanın Tanrı-Devlet kralları ahaliye “kullarım, kölelerim” diye

seslenirlerdi. Kendilerine de Tanrı’nın oğlu, temsilcisi veya doğrudan Tanrı

derlerdi. Kuran’daki abd kavramı işte bu anlayışa isyan olarak doğdu.

Kur’an bunu alıp kullandı ve fakat kavramın içeriğini değiştirdi. “ *Yalnız

sana ibadet ederiz* ” ifadesindeki “ancak, yalnızca, sadece, sırf, salt”

anlamına gelen iyya sözcügünün önce gelmesinden de anlaşılacağı gibi bu

hususiyet ifade eden bir tepki ifadesidir ( kasr ve ihtisas ) ki

“başkasına değil” anlamı verir; yoksa “başkasına yapıldığı gibi” demek olmaz.

Dolayısıyla

ibare “Başkalarının putlara, krallara tapındığı gibi biz de sana tapınırız,

kulluk-kölelik ederiz” değil; ilkten **“Putlara

ve krallara tapınmayı reddederiz”** manasında başkaldırı ifade eder.

Bu,

her yanı tanrı-kral anlayışı ve kulluk-kölelik ilişkileriyle dolu bir dünyaya

çölün içlerinden yükselen bir isyan sesi, insanî özgürlük çağrısıdır. Nitekim

ilk sahabe nesli bunu böyle anlayarak her tür put tapınmasını, krallara kulluk

arz-ı endam edilmesini reddetmişler ve Allah’a yönelerek bu tür bağlardan azat

olmuşlardır. Bu ise insanoğlunu, insan olma yolunda zorlayıcı bir içkinlikle

ilerletmiştir…

Ardından

taşındığı yeni Kur’an ikliminde abd kavramı “yâr ile yolculuk” dönüşmüştür. Bunun anlamı ise insanın batıl

bağımlılıklardan azat olması, ilâhî anlam ve mananın derinliklerinde

durmaksızın yol almasını ifade eder. Allah ile canı gönülden dost olması, O’nun

sınırsız, şekilsiz, enlemsiz, boylamsız ve sonsuz varlığında kendini açması, iş

ve oluş üretmesi, ortaya çıkarması, meydana getirmesi, inkişaf ettirmesi

manasına gelir.

Bu

nedenle Allah’ın yapması/edip eylemesi anlamına gelen yaratmak, varlık

oluşturmak, icat etmek birer iş ve oluş yani ibda olduğu gibi, insanın

yapması/edip eylemesi anlamına gelen çalışma, üretme, icat etme, meydana

getirme, mücadele etme, direnme, imar etme, zülme karşı savaş, iyilik yapma,

güzel davranma, doğru olma ()

vs. de birer iş ve oluş yani ibadet olur.

Zorla

özgürlüğüne el konulmuş bir insan efendisi için iş ve oluş üretirse buna da abd ( kul köle ) denir. Ancak

Allah/insan ilişkisi bu manada efendi/köle ilişkisi değildir. Bu, efendi/köle

ilişkilerinin yaygın olduğu bir dünyanın muhayyilesidir. Şüphesiz Kur’an bu

muhayyileye hitap etmiştir fakat onu dönüştürmüş, diğer bir çok konuda olduğu

gibi içeriğine müdahale etmek maksadıyla kullanmıştır. Oysa gerçekte bu ilişki

yalın olarak Allah/insan ilişkisi olarak okunmalıdır. Çünkü insanın burada

özgürlüğüne zorla el konulmaz. Bilakis insan kendi özgür iradesiyle, canı

gönülden Allah’a yönelir, O’nun sonsuz sevgi ve merhametine karşılık insanî

sevgi ve saygıyla karşılık verir. Bu nedenle de O’nun için çalışır, çabalar ve

O’nun yolunda tarihin meydanında “yürür”…

Burada,

Kuran’ın, 7. yüzyılda putların, kralların, imparatorların, din adamlarının vs.

önünde yerlerde sürünen insanoğlunu alıp nasıl yücelttiğine, özgürleştirdiğine

dikkat edilmelidir.

Bu

nedenledir ki Kur’an, tanrılık taslayan otoritelere ( tâğut ) tapanlardan (Maide; 5/60), ruhunu kötülük sarmış şer

odaklarına ( şeytân ) tapanlardan

(Yasin; 36/71), put heykellerine ( esnâm )

tapanlardan (Şuara; 26/71), insanların birbirine tapmasından (Ali-İmran; 5/64),

ataların taptığına tapıp durmaktan (Hud; 11/62), peygambere ve din adamlarına

tapanlardan (Tevbe; 9/31) özellikle bahseder. Bunların dışındakileri de

Allah’tan başkası ( min dunillah )

diyerek mahkûm eder.

İlginçtir,

Kur’an ibadet kelimesini 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak ( iqamu’s-salât ), oruç ( savm ), hacc ve umre, kurban ( hedy ) gibi bizim “ibadet” dediğimiz

şeylere izafe ederek kullanmaz.

Kur’an’ın

bunlardan bahsederken kullandığı kavram nusuk / menasik ’dir. Kur’an’da 7 yerde geçen bu

kelime kullanılırken (ör. Bkz. Bakara; 2/196, En’am; 6/163) genelleme yapılması

yani namaz, oruç, kurban vs. tüm “şeklî ibadetleri” içine alacak şekilde

kullanılması dikkat çekicidir. Manâsik sadece hacdaki ibadet şekilleri demek

değildir. Şu halde namaz, oruç, hacc, umre, kurban bizim menâsikimiz

olmaktadır. İbadet -bunları da içine alan- çok daha geniş bir kavramdır.

Dolayısıyla ibadeti sayısı bir elin parmağını geçmeyen menâsike indirgemek hiç

de doğru görünmüyor. Zaten Kur’an onlara menâsik demiş…


Öyle

görünüyor ki Kur’an’ın ibadetten kastettiği, hayatı, yukarıda sayılan bir takım

kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Allah bilinci (şuuru) ile

yaşamaktır. Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı

bir faaliyet olmak icabeder.

Allah

görünen bir nesne olmadığı ve herhangi bir insanda, peygamberde, kurumda,

otoritede tecessüm etmediği için, yer ve mekân da biçilemeyeceği için, son

tahlilde Allah’a ibadet, görünür nesnelerden tam bir bağımsızlaşmayla “insanın”

bütün görkemi ile ortaya çıkışıdır.

Artık

bu ortaya çıkışta abd-mabud ilişkisi efendi-köle ilişkisini değil; yâr-yarân,

âşık-mâşuk, seven-sevilen ilişkisini ifade eder. İbadet sevdiğin için uğraş ve

çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz

sevdiğinle buluşmaya dönüşür…


Bu nedenle

İslam’da namaz, oruç vs. tabiri caizse **“ibadet

doğuran ibadetler” dir. Daha doğrusu “ibadet

doğuran menasiklerd** ir. Nusuk/menâsik

kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor: Toprağı ıslah için gübrelemek ( nusuku’l-ard ), yeni yağmur yağıp

yeşillenmiş toprak ( ardun nâsike )…

Demek ki nusuk , toprak için nasıl gübre ve yağmur

oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de menâsik böyledir. O da insanda yeni

ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun

için nusuk ların şahı olan namaz bütün

kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da

namaz odur…

Demek ki

İslam’da nusuk / menâsik bir tapınma değildir. Yaparsın ve orada bitmez. Gübre gibi

başka bir şeyin doğmasına, yağmur gibi de başka bir şeyin canlanmasına, hayat

bulmasına neden olur. Bunun için statik değil dinamiktir. Statik olana tapınma,

dinamik olana nusuk denir.


Demek ki nusuk/menasik şekil ve ritüel ile

sınırlı ve daha dar iken, ibadet

hayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk/menasik

Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın

içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya doğurmaktadır.

Bu anlamda

ibadetin yeri ve mekânı yoktur.

Mekânın her

yerinde ve zamanın her anında canlı bir faaliyet olarak görünür; bazen bir

yoksulun sofrasında, bazen bir annenin yavrusuna atılışında, bazen bir gönlün

titreyişinde, bazen bir adalet terazisinde, bazen bir direnişçinin namlusunda,

bazen bir esnaf imzasında, bazen yakarışta, bazen haykırışta, bazen ağlayışta,

bazen gülüşte, bazen sözde, bazen namusta, bazen sadakatte, bazen iffette…


Böyle olunca

sizin dünya görüşünüz ve hayat tarzınız dininiz, dininiz de dünya görüşünüz ve

hayat tarzınız olur. Faaliyetiniz ibadetiniz, ibadetiniz de faaliyetiniz

manasına gelir. Bunları kim için yaptığınıza bakacaksınız.

Bu nedenle gerçek din hava gibidir. Hiçbir

yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur.

Gerçek ibadet

de su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir.

Azından kana kana içer, çoğunda ise boğulursunuz.

Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir

( Bana Dinden Bahset , İnşa Yayınları, İst., 2010, s. 17-29)

Kaynak: http://www.ihsaneliacik.com/2012/07/d...
İçeriğin Devamı Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0