Din Ve İbadet Anlayışımız (1-2)
Din Ve İbadet Anlayışımız (1-2)
Türkiye’de birisi
için “Dine yönelmiş, ibadete başlamış”
deyince neden akla gelen **“Namaza
başlamış, örtünmüş”** oluyor?
Keza “Dini bırakmış, ibadeti terk etmiş”
denince de neden **“Artık namaz
kılmıyormuş, başını da açmış”** denmek istendiği anlaşılıyor?
Yani din ve
ibadet denince neden namaz, oruç, hac, başörtüsü, cüppe, sakal vs. birkaç şeklî
ibadet ve görüntüden başka bir şey düşünülemiyor?
Çünkü din ve
ibadet anlayışımızın içi boşaltılmış ve muazzam bir anlam kaymasına uğramıştır.
Halbuki bir
adam namaz kıldığı halde imansız, bir kadın başı açık olduğu halde iman sahibi
olabilir. Bir cüppe içinde ahlaksız, saçları arkadan bağlanmış bir kafanın
içinde de asil ve erdemli bir düşünce bulunabilir.
Artık namaz
kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, başını örtmek vb. ritüel ve figürler iyi bir
Müslüman olmanın değil; nereye, hangi kampa, hangi mahalleye mensup olduğunuzun
göstergesi haline gelmiştir. Peygamber zamanındaki işlevlerini kaybetmiş,
dahası sahici özelliklerini yitirmişlerdir.
Kişinin iyi
bir Müslüman olduğunun anlaşılması için artık başka şeylere bakılmalıdır.
İyi bir
Müslüman olmak için, her şeyden önce iyi bir insan olmak lazımdır. Bu da
iyilik, güzellik, doğruluk yolunda ( *sırat-ı
müstakim) yürümekle, sevgi ve merhametle ( rahmet ) dopdolu olmakla, sözün namusu ile yaşamakla ( sıdk ), hakka hukuka tacavüz ( zulüm* ) etmemekle, kalbi adalet ile çarpmakla, saf bir
yürek temizliğine sahip olmakla ( ihlas ),
güzel ahlak sahibi olmakla ( hüsn ),
her türden kötülükle aktif mücadeleyle ( cihad ),
komşusu açken tok yatmamakla ve insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir
kişilik sahibi olmakla mümkündür.
Din ve
ibadetin özünü bunlar oluşturur.
Allah’a,
meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmak, namaz kılmak,
oruç tutmak, hacca gitmek vs. bunları sağlar, bunlara vesile olur, bunları
doğurur. Doğurmuyorsa yaptığınız tapınak dini ve ibadetidir.
Demek ki M. İkbal ’in tabiriyle “İslam’da dini düşüncenin yeniden inşasına”
şiddetle ihtiyaç vardır.
Yani din ve
ibadet anlayışı yeniden yapılandırılmalıdır.
Aslında bu
ihtiyaç tarih boyunca hiç eksilmemiştir.
Tarih boyunca
peygamberlerin, birçok bilge ve filozofun **“tapınak
dinleriyle”** başlarının derde girmiş olması tesadüf olabilir mi?
Buddha Hint din adamları Brahmanlara karşı
çıktı. Zerdüşt ’ü eski İran din
adamları sınıfı Moğlar öldürttü. Mani ’yi
Mecusi din adamları astırdı. Musa ’yı
eski Mısır din adamları sınıfı olan Hamanlar tekfir etti. İsa’ yı Yahudi Haham sınıfı yargılayıp çarmıha gerdirdi. Sokrates Delhi tapınağının fetvasıyla
öldürüldü. Hz. Muhammed ’in daha ilk
günden Mekke’deki en azılı düşmanı rahip **Ebu
Amir** idi. Kâbe çetesini suikasta kışkırtan, “Mescid-i Nevbevi”nin karşısına
“Mescid-i Dırar’ı” yaptıran da bu rahip **Ebu
Amir** ’den başkası değil miydi?
Bir peygamberin
en azılı düşmanı nasıl bir din adamı olabiliyor?
Bu ne yaman
bir çelişkidir?
Ali Şeriati ’nin dediği gibi “dine karşı din var” , görmüyor musunuz?
Biz
hangisinin din ve ibadet anlayışı üzereyiz?
Modern
dünyanın insanı bu yaman çelişkiyi unuttu. Bütün dinler, modern öncesi ortaçağ
dünyasının fenomenleri olarak görüldüğünden, nasıl olsa günümüzde hiç birisi de
işe yaramayacağından hangisi olsa fark etmezdi. Eh, İslam da dinlerden bir din
olduğuna göre aynı şeydi…
İşin ilginç
olan yanı Müslümanlar da bu argümanı içselleştirerek, modern dünyaya karşı
bütün dinleri aynı kefeye koyarak savunur hale geldi. Dünya tarihi ikiye
ayrılıyordu artık: Aydınlanma öncesi dinlerin hakim olduğu kutsalın ve
geleneğin dünyası ve Aydınlanması sonrası seküler modern dünya…
Kendilerini
nasıl da “Aydınlanma” olarak kabul ettiriyorlar Herkes sorgusuz sualsiz bu
ayrımı ve tanımı nasıl da kullanıyor. “Durun bakalım, siz kendinizi nasıl
Aydınlanma olarak görüyorsunuz? İnsanlık tarihini sizden önce ve sonra diye
nasıl ikiye ayırıyorsunuz? Hem siz kim oluyorsunuz?” diye sormuyor. Boyuna
modernite öncesi kutsalın , dinlerin ve geleneksel dünyanın nasıl daha da iyi
olduğu anlatmaya çalışıyor.
Böyle olunca Buddha ile Brahman’ın, Zerdüşt ile Moğ’un, Mani ile Mecusi’nin, Musa ile Haman’ın, İsa ile Haham’ın, Muhammed
ile Ebu Amir’in arasındaki yaman çelişki kayboluyor. Tam da modernin istediği ve yapmaya çalıştığı
gibi, hepsini aynı kefede bir sepete dolduruyoruz. Artık, “Eh din işte, ha haham ha peygamber ne fark eder” oluyor…
Dolayısıyla
din ve ibadet anlayışımız bir Hindu’nun, bir Yahudi’nin, bir Hıristiyan’ınkinden
farksız hale geliyor. Nasıl ki **“papaz
kilisede” ise “hoca da camide”** oluyor. Din ve ibadet birkaç ritüelden
(tanımlanmış şekli ve törensel hareketler) ibaret hale geliyor.
Böylesi bir
din ve ibadet anlayışına itiraz etmeliyiz.
Öncelikle İslam’ı
diğer dinlerle aynı kefeye koyup, moderniteyle karşılaştırıp durmaktan
vazgeçmeliyiz. Onu kendi indiği çağdaki ve daha da önceki dinlerle
karşılaştırılmalıyız. Bu bize çok şey öğretecek ve modernite karşısında
donanımlı hale getirecekti. Çünkü İslam insanlıkta olduğu gibi özellikle dinî
dünyada büyük bir reformdu.
Aksi halde İslam
adına modern dünyaya hiç bir şey söyleme hakkımız olmayacak. Çünkü vakti
zamanında reforma uğrattığımız birçok şeyi, sırf modern bizi onlarla aynı
kefeye koyuyor diye moderne karşı savunur hale getiriliyoruz; al sana bir yaman
çelişki daha…
Bunun için
İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü İslam,
reforma uğrattığı diğer dinlerle aynı kefeye kona kona neredeyse buhar olup
uçmak üzere…
Bunların en
başında da din ve ibadet anlayışımız geliyor.
Din ve ibadet
anlayışımızın birkaç şekli ibadet etrafında dönüp duran bir “totolojiye” (kısır döngü/anlamsız
tekrar) haline gelmesi bunun en iyi göstergesi değil mi?
Eskiler buna
“zahir” demiş ve söz konusu bu kısır döngüyü/anlamsız tekrarı aşmak için
“batın” diye bir yeniden anlamlandırma faaliyetine girişmişler. Fakat burada da
ipin ucu kaçınca tekrar “zahire” sarılma yönelimi başlamış ve bu böyle devam
edip gelmiş. Vakıa, dini düşünce tarihimiz aynı zamanda bu gidip
gelmenin/gerilimin de tarihidir.
Oysa zahir
ile batın, teşbih ile tenzih, dünya ile ahiret Hz. Peygamber’in akıl, ruh ve
gönül dünyasında billurlaşarak birleşmişti. Dinin kemale ermesi yani en olgun
hale gelmesi bir açıdan da bu demekti.
İnşa çağında
yapmamız gereken esas iş, işte böylesi bir akıl, ruh ve gönül dünyasını yeniden
kurmaktır. Bu nedenle ihya çağlarının saf zahirci, batıncı, teşbihçi veya
tenzihçi ekollerinden sadece birisinin körü körüne takipçisi olamayız. Yeniden
kurmak, tekrar yapılandırmak derken kastettiğimiz bundan başkası değildir.
Din ve ibadet
anlayışımıza buradan girerek baktığımızda bir taraftan zahiri bir donma yaşanırken,
diğer taraftan da batini bir buharlaşma yaşandığını görüyoruz. Donmayı ve
buharlaşmayı asli haline yani hayat veren bir suya nasıl dönüştürebiliriz? Esas
mesele budur.
Bugün din ve
ibadet anlayışı iyice daraltılmış, camiye, kandil gecelerine ve sayısı üçü beşi
geçmeyen birkaç ritüele indirgenmiş durumdadır.
Müslüman
zihnin din ve ibadet denince aklına cami, ezan, kandil, türbe, şeyh, yeşil
sarık, başörtüsü, cin, peri, masal, mucize, kehanet, sır, musalla taşı,
mezarlık ve yalnız -o da şekli kalmış- üç ibadet ritüeli; namaz, oruç ve hac
neden geliyor sanıyorsunuz?
Oysa din ve
ibadet bunlar mı demek?
Çünkü modern
dünya da dini böyle anlıyor. Onlara göre esasında din, modern dünyada bunlardan
başka bir şey değildir. Modern öncesi ortaçağlardan kalma büyülü bir dünya…
Bunlar artık modern insanın sadece akıldışılığa, sır ve gizeme duyduğu merakı
gideren birer “fenomen” olabilirler. İnsanları rahatlatırlar da. Sosyolojik
olarak yararlı da olabilirler. Dine başkaca anlamlar yükleyip bu çerçevenin
dışına çıkarmaya kalkmak mümkün değildir.
Siz olsanız
sosyal hayatı ve hele de devleti sırla, gizemle, kehanetle, rüyayla, din
adamları sınıfının keşf ve kerametleriyle, İkbal’in tabiriyle “donmuş kalmış 590 yıllık metinlerle” ,
Akif’in tabiri ile **“700 yıllık eserlerle
avarelik ederek”** yönetir misiniz?
Siz dininizi
böyle anlıyorsanız dönüp moderne niye kızıyorsunuz? Modern de dinin esasında
bunlardan başka bir şey olmadığını söyleyip duruyor.
Peki, nedir o
halde din? Ne manaya geliyor ibadet?
İslam’ı “dinlerden
bir din” olarak görenler, onun “ibadetlerini” de kaçınılmaz olarak diğer
dinlerin ibadetleri gibi bir ibadet olarak görürler…
Nasıl ki
diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü
dini kıyafetleri, tütsülü, buhurlu ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri,
kehanetleri vs. var, İslam da bu dinlerden biri olduğuna göre, onda da bunlar
var hatta olmak zorunda…(!)
Böyle
düşünenlerin, İran kisrasının karşısına çıkan sahabenin “Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz?” diye
sorulunca **“İnsanları dinlerin zulmünden
ve krallara ibadetten (onlara kulluk ve kölelik yapmaktan) kurtarmaya geldik”**
cevabından bir şey anlayacaklarını sanmıyorum.
Çünkü bunu
söyleyen sahabenin dilindeki “din”
ve “ibadet” hiç de bizimkine
benzemiyor.
Bu, tamı
tamına İslam’ın “lailahe illallah”
evrensel çağrısını yansıtan ve o günkü dünya kamuoyunu sarsan bir sözdür…
O günkü
dünyanın batısına ve doğusuna hakim Bizans ile Sasani imparotorluklarının
saraylarında yankılanan ve **“çok büyük
bir tehdit”** olarak algılanan bir sözdür…
Bu iki
imparatorluk geleneğinin asırlardır bölgeye hakim olmak için ürettikleri iki
din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın tapınaklarında da yankılanan ve “meslek dışı” bir yerden (sokaktan)
gelen bir tehdit olarak algılanmış bir sözdür…
O günkü
Mekke’de Ebu Lehep gibilerinin başını çektiği Allah, Kâbe, din ve ibadet
istismarına dayalı tefeci bezirgân düzenine ( Yeda Ebu Lehep ) “yıkılsın, yokolsun, kahrolsun” ( tebbet ) diye haykıran gerçekten de çok
büyük bir tehdit ve asla affedilmeyecek bir sözdür…
O sahebenin
dilindeki “din” ve “ibadet” kelimeleri, Kur’an’ın
kullandığı anlama paralel olarak kral saraylarında, ruhban tapınaklarında ve bezirgân
sofralarında, evet, böyle algılanmıştır. Tehdit değerlendirmesi gayet
yerindedir, aynen algıladıkları gibidir. Bunu bizim söylememize gerek yok,
tarihe bakın, olanlara bakın aynen algıladıkları gibi olduğunu görecekseniz. Yani
korktukları şeyin başlarına geldiğini göreceksiniz.
Peki ya
şimdi…
Tarihi süreç
içinde tersine bir gelişme yaşandığını görüyoruz.
İndiği çağda
zaten kullanılmakta olan din ve ibadet
kelimelerini sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan
ve ona bambaşka bir yön veren (aslına döndüren) Kur’an’ın, tarihi süreç içinde
mehcur bırakılmasıyla (terkedilmesiyle), diğer ümmetlerin girdiği deliklere
bizimde girdiğimizi ve dönüp dolaşıp onların din ve ibadet anlayışını benimser
hale geldiğimizi görüyoruz.
Bu nedenle
olsa gerek **“İslam dinlerden bir din
değildir” veya “Allah-insan ilişkisi
efendi-köle ilişkisi değildir”** dediğimizde meramımızı anlamakta zorlananlar
oluyor.
Peki, nedir o
halde İslam’da din ve ibadet?
DİN kelimesinin Kur’an’da 103 yerde ve
dört esas manada kullanıldığını görüyoruz.
Bunu kolayca anlamamız için Arapça’da alt-üst, arka-ön şeklinde dört
yönü de ifade için kullanılan ve aynı kökten gelen “dûne” sözcüğü bir fikir verebilir.
Buradan anlıyoruz ki “din”
insanoğlu için dört boyutlu bir ilişkiler ağının tümünü birden ifade ediyor;
geriye doğru ( adet, töre ), ileriye doğru ( yol, yordam ), yukarıya
doğru ( itaat, bağlılık ), aşağıya doğru ( hüküm, kural, ceza, mükâfat )…
Bunların hepsini birden topladığı için
yani “tedvin” ettiği için bir tek kelimeyle durumu “din” diye ifade ediyoruz. Demek
ki din kavramının, Kur’an’da kullanım yerlerine göre kiminde adet, kiminde yol,
kiminde itaat ve bağlılık, kiminde de hüküm, kural, yargı, ceza ve mükâfat
anlamında kullanılması bu nedenledir.
Bu durumda söz konusu dört boyutlu
anlamlar, değerler ve kurallar bütünü “din” , bunun bir coğrafi mekânda ete kemiğe bürünüşü “Medine” , bu bürünüşün mensupları “medenî” ve mensuplarınca ortaya
konan maddi ve manevi tüm inşa ve imar faaliyeti de “medeniyet” oluyor.
Bu kelimelerin hepsi de din ile aynı
kökten… Aralarında kopmaz bir bağ var. Yani bunlar “bölünmez bir bütün … ”
Kur’an kendi anlamlar, değerler ve
kurallar bütününü bir “gerçek hayat dini” ( dinu’l-gayyime ) ve “insanlığın ana yolu/ipi” ( hablun-mine’nnâs ) olarak tanıtır. Buna,
sanki bir madalyonun öbür yüzü gibi aynı zamanda “Allah’ın yolu/ipi” ( hablun minellah ) der. Kur’an’ı insanlık
alemine, insanlık vicdanının ifadesi ( *basairu
li’nnâs ), yol gösterici ( huda* ) ve
halklar için sevgi ve merhamet kaynağı ( rahmet )
olarak tanıtır. (Casiye; 45/20).
Diğer dinlerin bu ana insanlık yolundan
ayrılmak suretiyle ayrıca birer “din” oluşturduklarını söyler ve ısrarla bu
yola geri dönmeye çağırır. (Rum; 30/30, Ali-İmran; 3/112).
Üstelik daha önce hiç görülmedik bir
şekilde onları tanır ve “Ehl-i Kitap”, “Mecusi, “Sabiî” gibi isimlerle anar.
Bir arada yaşamaya ve barışa dayalı bir ilişkiler hukuku belirler. Daha önce
hiçbir dinin ötekini bu şekilde “tanıdığı” görülmemiştir. Tabi tanımak doğru
bulmak demek olmuyor.
Demek ki İslam, kendini insanlığın ana
yolu, fıtrat dini ve o ana kadar insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsinin
devamcısı ( musaddık ) olarak
vazediyor. İnsanlığın gelmiş geçmiş tüm olumlu birikimini sahipleniyor. Geri
kalan tüm olumsuzlukları kendinden önceki dünyada bırakıyor ve ona **“karanlıklarda
kalınan dönem”** ( cahiliye ) diyor…
Yeni dönemle birlikte gelene ise **“gerçeğin
ta kendisi”** ( hak ) diyor. Yani
sözün realiteyle uyumlu olması; tarihin, hayatın ve tabiatın aktığı yerden akan
yaşayan gerçekliğe tekabül etmesi…
Bundan kopana ise sahte, içi boş, kof,
realiteyle çelişik bir takım kuruntular ( batıl )
diyor. Gerçeğin ta kendisi ( hak )
gelince, sahteliğin ve içi boşluğun ( batıl )
yok olmaya mahkûm olacağını haber veriyor.
Bunun için Allah kendi dinine,
kimsenin kendi tekeline alamadığı ve alamayacağı, gerçeğin ta kendisi olan din
( dinu’l hak ), diğerlerine de
gerçeklikten kopmuş, bir takım sınıfların, kavimlerin, kişilerin, bölgelerin
vs. tekeline girmiş, kuruntularının ifadesi haline gelmiş diğer bütün dinler ( dini kulli ) dediğini görüyoruz (Tevbe;
9/33).
Şu halde Allah’ın dini İslam’a bütün
bunları görmezden gelerek “dinlerden bir din” muamelesi yapmak, sanırım
en çok Allah’ı kızdıracaktır. Çünkü Kur’an ısrarla bunların aynı şeyler
olmadığını söylüyor.
Oysa bugün din denilince insanların
aklına, İslam da dahil olmak üzere mabed, tapınak, din adamı, papaz, keşiş,
haham, hoca, şeyh, sarık, cübbe, kandil, ayin, türbe, mucize, kehanet, keramet,
buhur, tütsü, sır vs. geliyor.
İbadet denilince de İslam’da dahil
hepsi birbirine karıştırılarak, namaz, oruç, abdest, camiye, kiliseye veya
havraya gitmek, günah çıkartmak, yağmur duasına çıkmak vs. akla geliyor.
Neden din
denilince akla hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk,
yolsuzluk, sokak çocukları, özürlüler, açlar, susuzlar, giderek artan
boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zam, zulüm, işkence, plansız şehirleşme,
trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih,
tabiat, uygarlık vs. vs… gelmiyor.
**“Güldürme adamı, dinin bunlarla ne
alakası var?”**
diyeceksiniz belki…
Evet, “tapınak dinlerinin” yok ama “gerçek hayat dininin” var!
“Tapınma” nın yok ama “ibadet” in var!
Belirli bir
yer ve zamanda yapılan, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşan tapınma ile
yeri ve zamanı olmayan, hayatın içinde canlı faaliyet olarak gerçekleşen ibadet
arasındaki fark…
Şu halde
nedir ibadet?
İBADET:
Sözlükte “abd” kökünden Arapçanın
tarihsel kök ve komşu dilleri Aramice, Akkadça, İbranîce, Süryanîce, Habeşçe
gibi Sami dillerinin hepsinde “yapmak, meydana getirmek, ortaya çıkarmak,
çalışmak, üretmek” demektir.
BEDAET de
kökün harfleri değişmeden “bda” ya
dönüşümü ile “yaratmak, yapmak, meydana getirmek, icat etmek, bir şeyi ilk
olarak ortaya çıkarmak” anlamındadır. Son harfin “hemzelif”e dönüşmesi ile “bde”
de ise yine mana pek bozulmayarak bir şeyi “başlatmak, ortaya çıkarmak,
icat etmek” manası kazanır.
Şu
halde Allah ile insanın aktüel ve dinamik ilişkisinde ortaya çıkardığı, meydana
getirdiği, yaptığı, yarattığı, icat ettiği, ürettiği her tür iş ve oluş bu
kapsama giriyor.
Yapılan/üretilen
iş ve oluşun faili Allah ise buna *bedaet,
ibda, mubdi’, faili insan ise buna da ibadet,
ubudiyet, taabbud* deniyor. Her ikisinde de ortak anlamın yapmak, ortaya
çıkarmak, üretmek, meydana getirmek olduğunu görüyoruz…
Öte
yandan abd kelimesi Kuran’ın nazil olduğu dünyada yaygın olarak
kullanılıyordu. Özellikle bir takım putlara, krallara ve imparatorlara yönelik
olarak “arz-ı ubudiyet etmek” veya “kul köle olmak” deniliyordu.
Babil,
Sasani, Mısır, Roma, Bizans gibi eski dünyanın Tanrı-Devlet kralları ahaliye “kullarım, kölelerim” diye
seslenirlerdi. Kendilerine de Tanrı’nın oğlu, temsilcisi veya doğrudan Tanrı
derlerdi. Kuran’daki abd kavramı işte bu anlayışa isyan olarak doğdu.
Kur’an bunu alıp kullandı ve fakat kavramın içeriğini değiştirdi. “ *Yalnız
sana ibadet ederiz* ” ifadesindeki “ancak, yalnızca, sadece, sırf, salt”
anlamına gelen iyya sözcügünün önce gelmesinden de anlaşılacağı gibi bu
hususiyet ifade eden bir tepki ifadesidir ( kasr ve ihtisas ) ki
“başkasına değil” anlamı verir; yoksa “başkasına yapıldığı gibi” demek olmaz.
Dolayısıyla
ibare “Başkalarının putlara, krallara tapındığı gibi biz de sana tapınırız,
kulluk-kölelik ederiz” değil; ilkten **“Putlara
ve krallara tapınmayı reddederiz”** manasında başkaldırı ifade eder.
Bu,
her yanı tanrı-kral anlayışı ve kulluk-kölelik ilişkileriyle dolu bir dünyaya
çölün içlerinden yükselen bir isyan sesi, insanî özgürlük çağrısıdır. Nitekim
ilk sahabe nesli bunu böyle anlayarak her tür put tapınmasını, krallara kulluk
arz-ı endam edilmesini reddetmişler ve Allah’a yönelerek bu tür bağlardan azat
olmuşlardır. Bu ise insanoğlunu, insan olma yolunda zorlayıcı bir içkinlikle
ilerletmiştir…
Ardından
taşındığı yeni Kur’an ikliminde abd kavramı “yâr ile yolculuk” dönüşmüştür. Bunun anlamı ise insanın batıl
bağımlılıklardan azat olması, ilâhî anlam ve mananın derinliklerinde
durmaksızın yol almasını ifade eder. Allah ile canı gönülden dost olması, O’nun
sınırsız, şekilsiz, enlemsiz, boylamsız ve sonsuz varlığında kendini açması, iş
ve oluş üretmesi, ortaya çıkarması, meydana getirmesi, inkişaf ettirmesi
manasına gelir.
Bu
nedenle Allah’ın yapması/edip eylemesi anlamına gelen yaratmak, varlık
oluşturmak, icat etmek birer iş ve oluş yani ibda olduğu gibi, insanın
yapması/edip eylemesi anlamına gelen çalışma, üretme, icat etme, meydana
getirme, mücadele etme, direnme, imar etme, zülme karşı savaş, iyilik yapma,
güzel davranma, doğru olma ()
vs. de birer iş ve oluş yani ibadet olur.
Zorla
özgürlüğüne el konulmuş bir insan efendisi için iş ve oluş üretirse buna da abd ( kul köle ) denir. Ancak
Allah/insan ilişkisi bu manada efendi/köle ilişkisi değildir. Bu, efendi/köle
ilişkilerinin yaygın olduğu bir dünyanın muhayyilesidir. Şüphesiz Kur’an bu
muhayyileye hitap etmiştir fakat onu dönüştürmüş, diğer bir çok konuda olduğu
gibi içeriğine müdahale etmek maksadıyla kullanmıştır. Oysa gerçekte bu ilişki
yalın olarak Allah/insan ilişkisi olarak okunmalıdır. Çünkü insanın burada
özgürlüğüne zorla el konulmaz. Bilakis insan kendi özgür iradesiyle, canı
gönülden Allah’a yönelir, O’nun sonsuz sevgi ve merhametine karşılık insanî
sevgi ve saygıyla karşılık verir. Bu nedenle de O’nun için çalışır, çabalar ve
O’nun yolunda tarihin meydanında “yürür”…
Burada,
Kuran’ın, 7. yüzyılda putların, kralların, imparatorların, din adamlarının vs.
önünde yerlerde sürünen insanoğlunu alıp nasıl yücelttiğine, özgürleştirdiğine
dikkat edilmelidir.
Bu
nedenledir ki Kur’an, tanrılık taslayan otoritelere ( tâğut ) tapanlardan (Maide; 5/60), ruhunu kötülük sarmış şer
odaklarına ( şeytân ) tapanlardan
(Yasin; 36/71), put heykellerine ( esnâm )
tapanlardan (Şuara; 26/71), insanların birbirine tapmasından (Ali-İmran; 5/64),
ataların taptığına tapıp durmaktan (Hud; 11/62), peygambere ve din adamlarına
tapanlardan (Tevbe; 9/31) özellikle bahseder. Bunların dışındakileri de
Allah’tan başkası ( min dunillah )
diyerek mahkûm eder.
İlginçtir,
Kur’an ibadet kelimesini 278 yerde geçmesine rağmen, namaz kılmak ( iqamu’s-salât ), oruç ( savm ), hacc ve umre, kurban ( hedy ) gibi bizim “ibadet” dediğimiz
şeylere izafe ederek kullanmaz.
Kur’an’ın
bunlardan bahsederken kullandığı kavram nusuk / menasik ’dir. Kur’an’da 7 yerde geçen bu
kelime kullanılırken (ör. Bkz. Bakara; 2/196, En’am; 6/163) genelleme yapılması
yani namaz, oruç, kurban vs. tüm “şeklî ibadetleri” içine alacak şekilde
kullanılması dikkat çekicidir. Manâsik sadece hacdaki ibadet şekilleri demek
değildir. Şu halde namaz, oruç, hacc, umre, kurban bizim menâsikimiz
olmaktadır. İbadet -bunları da içine alan- çok daha geniş bir kavramdır.
Dolayısıyla ibadeti sayısı bir elin parmağını geçmeyen menâsike indirgemek hiç
de doğru görünmüyor. Zaten Kur’an onlara menâsik demiş…
Öyle
görünüyor ki Kur’an’ın ibadetten kastettiği, hayatı, yukarıda sayılan bir takım
kişi, otorite, odak ve mercilere tapınarak değil; Allah bilinci (şuuru) ile
yaşamaktır. Bundan dolayı da ibadet tarihin, hayatın ve tabiatın içinde canlı
bir faaliyet olmak icabeder.
Allah
görünen bir nesne olmadığı ve herhangi bir insanda, peygamberde, kurumda,
otoritede tecessüm etmediği için, yer ve mekân da biçilemeyeceği için, son
tahlilde Allah’a ibadet, görünür nesnelerden tam bir bağımsızlaşmayla “insanın”
bütün görkemi ile ortaya çıkışıdır.
Artık
bu ortaya çıkışta abd-mabud ilişkisi efendi-köle ilişkisini değil; yâr-yarân,
âşık-mâşuk, seven-sevilen ilişkisini ifade eder. İbadet sevdiğin için uğraş ve
çabaya, dua sevdiğinle iyi günde kötü günde istek, çağrı ve dertleşmeye, namaz
sevdiğinle buluşmaya dönüşür…
Bu nedenle
İslam’da namaz, oruç vs. tabiri caizse **“ibadet
doğuran ibadetler” dir. Daha doğrusu “ibadet
doğuran menasiklerd** ir. Nusuk/menâsik
kelimesini Arap bakın nerelerde kullanıyor: Toprağı ıslah için gübrelemek ( nusuku’l-ard ), yeni yağmur yağıp
yeşillenmiş toprak ( ardun nâsike )…
Demek ki nusuk , toprak için nasıl gübre ve yağmur
oluyor da yeni ürün bitirtiyor, yeşillendiriyorsa, Müslüman için de menâsik böyledir. O da insanda yeni
ameller doğurtur; başka iyi, güzel ve doğru davranışlara vesile olur. Bunun
için nusuk ların şahı olan namaz bütün
kötülüklerden alıkoyar. Yani toprak için gübre ve yağmur neyse, insan için da
namaz odur…
Demek ki
İslam’da nusuk / menâsik bir tapınma değildir. Yaparsın ve orada bitmez. Gübre gibi
başka bir şeyin doğmasına, yağmur gibi de başka bir şeyin canlanmasına, hayat
bulmasına neden olur. Bunun için statik değil dinamiktir. Statik olana tapınma,
dinamik olana nusuk denir.
Demek ki nusuk/menasik şekil ve ritüel ile
sınırlı ve daha dar iken, ibadet
hayatın tüm alanlarına yayılmaktadır. Yani nusuk/menasik
Müslüman insan yoluyla hayatı gübrelemekte, yağmur olup yağmakta ve hayatın
içinde canlı bir faaliyet olarak ibadetleri ortaya doğurmaktadır.
Bu anlamda
ibadetin yeri ve mekânı yoktur.
Mekânın her
yerinde ve zamanın her anında canlı bir faaliyet olarak görünür; bazen bir
yoksulun sofrasında, bazen bir annenin yavrusuna atılışında, bazen bir gönlün
titreyişinde, bazen bir adalet terazisinde, bazen bir direnişçinin namlusunda,
bazen bir esnaf imzasında, bazen yakarışta, bazen haykırışta, bazen ağlayışta,
bazen gülüşte, bazen sözde, bazen namusta, bazen sadakatte, bazen iffette…
Böyle olunca
sizin dünya görüşünüz ve hayat tarzınız dininiz, dininiz de dünya görüşünüz ve
hayat tarzınız olur. Faaliyetiniz ibadetiniz, ibadetiniz de faaliyetiniz
manasına gelir. Bunları kim için yaptığınıza bakacaksınız.
Bu nedenle gerçek din hava gibidir. Hiçbir
yerde görünmez ama herkesi yaşatan odur.
Gerçek ibadet
de su gibidir. Her yerden akar, her şekle girer. Hep başkasına hayat verir.
Azından kana kana içer, çoğunda ise boğulursunuz.
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
( Bana Dinden Bahset , İnşa Yayınları, İst., 2010, s. 17-29)