Umut Nur Yazio: Sanatın Karar Verme Sürecine Katkısı
Seçim yaparken zorlanan, bir türlü karar veremeyenlerden misiniz? Ya yanlış karar verirsem şeklinde korkularınız mı var? Karar verme sürecinin size strese soktuğunu mu düşünüyorsunuz? Peki, karar vermemenin ve bu süreci sürekli ertelemenin sizi daha çok strese soktuğunu biliyor muydunuz? O halde karar nasıl verilir? Karar, tercih ve değerlerinize göre alternatifleri belirleyip, onlar arasından seçim yapılarak verilir. Karar verme, tatmin edici bir çözümle sonuçlanan bir sorun çözme işlemi olarak da görülebilir. Şimdi karar verme sürecini sanat ile nasıl bağdaştırdığımı sorduğunuzu duyar gibiyim. Şöyle yanıtlamak istiyorum: Sanat diğer şeylerden farklı olarak bizlere kullanacağımız renk, materyal, konu, obje yani her şeye, kendimizin karar verebildiği alanlardan biridir. Bu özelliğinden dolayı sanat bence, karar alabilmeyi, aldığımız kararların sonuçlarından öğrenip, yolumuza devam edebilmeyi öğrenebileceğimiz en keyifli ve renkli yolculuktur.
Marcus Graf Yazio: Büyü ya da Yok Ol
İnsanoğlu varoluşundan beri dünyayla olan ilişkisini sürekli sorguladı. Thales, Lao-Tze veya Yajnavalkya'nın felsefi metinleri bize en az 3.000 yıl boyunca insanların varlıklarının ontolojik sorunlarını gözden geçirdiklerine dair yazılı kanıt sağlıyor. Bu bağlamda, doğa ve kültür arasındaki karşılıklı ilişki belirsizliğini koruyor. Büyük krizler, sosyal bozulmalar, ekonomik bunalımlar, ekolojik felaketler ve küresel savaşlar bu soruları daha da acil hale getiriyor. Tabii ki, yalnızca mevcut COVID-19 salgını nedeniyle değil, son 20 yıldır, somut çevre sorunlarımız nedeniyle, ekolojik konular bilimde, politikada ve medyada her zamankinden daha fazla ele alınıyor. 19. yüzyıldan beri çok sayıda araştırmacı küresel iklim değişikliğini araştırdı ve 1970'lerden beri çevre aktivizmi ve ekolojik bilinç toplumda giderek önem kazanıyor. Greenpeace'in 1971'de kurulması ve dünya çapında yaklaşık 90 yeşil partinin kurulması, yeşil politikanın önemi konusunda artan farkındalığın kanıtıdır.Peki, sanat alanındaki çevresel sorumluluk? Antik dönemden beri sanatçıların ekolojiyle gerçekten ilgilenmediklerini veya çevre sorunlarıyla ilgilenmediklerini biliyoruz. Doğa, sadece asıl figür için güzel bir arka plan anlamına geliyordu. Manzara resminde bile çevre, dünyanın canlı ve idealize edilmiş bir fikri olarak anlaşılıyordu. Ayrıca, sanayileşme çağının feci etkilerinin doğada somut olarak görülebildiği 19. yüzyılda, sanat hâlâ insan merkezciydi. Sonrasında modern ve neo-modern dönem savaşının avangardları da umursamadı.
Selda Terek Yazio: 500 Yıl Sonra Hangi Eser Konuşulacak?
Rönesans döneminde yaşamış İtalyan hezârfen, filozof, astronom, mimar, mühendis, mucit, matematikçi, anatomist, müzisyen, heykeltıraş, botanist, jeolog, kartograf, yazar Leonardo di ser Piero da Vinci, günümüzde yaşasaydı ve “Bakın ne yaptııııım!” diye Mona Lisa tablosunu bitirir bitirmez Facebook’a koysaydı kaç “like” alırdı dersiniz? Ya da şöyle sorayım, “16 senede yaptım ben bunu” diyerek eserini kolunun altına aldığı gibi bugünün Fevk-el beşerinin sarayının yolunu tutsa, vaktiyle yapabildiğini yapabilir miydi? Yani tabloyu 13 kilo altın karşılığında satabilir miydi? Altının ons fiyatına bakarak cevap veriyorum: “Hayır!” Peki, o halde beş asır önce, boya dediğimiz nesne henüz tavukta kalsiyumken, eserler günümüze kıyasla çok daha zor koşullarda yapıldığı için mi bugün böylesine paha biçilmezler? Bugünden 500 sene sonraya kalacak eserler de öyle mi olacaklar? Hiç sanmıyorum. Çünkü tüketim toplumlarıyız ve büyük bir açgözlülükle tükettiğimiz ne varsa yerine çok daha büyük bir iştahla (kapitalizmin iştahı) tüketilecek yeni, daha fazla, daha lezzetli, daha günaha teşvik eden, daha dahası üretilmekte. Tarihçiler, geçmişe yönelik gizemleri dedikodu ile açıklamayı seviyorlar mıdır bilmem ama benim geçmişten taşınan sıra dışı hikâyelere bayıldığım kesin. Zamanın biteviye devinimi içinde bu renkli çıkarımlar da olmasa, inanın çekilmez bir uğraş olurdu tarih. Tabii bu işin şakası. Sayısız inceleme ve uzman yorumunun çarpıştırıldığı tarih arşivlerindeki, birbirine benzer ama detayda mutlaka farklılıkları olan yüzlerce hikâye arasından birini gerçek kabul edecek olursak, sanırım birazdan size anlatacağımı seçerdim çünkü içinde “aşk” var. Evet aşk var hem de en yasağından, gizem var hem de en tehlikelisinden, zekâ var hem de en parlağından... Ne mutlu ki zamanı geldiğinde her şeyi ayan beyan ortaya koyan bilim, henüz bu konuyu tam olarak çözebilmiş değil de hala bu satırları yazabiliyoruz.
Umut Nur Sungur Yazio: Mutluluğun Resmi
Nazım Hikmet'in “Saman Sarısı” isimli şiirinde “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” hepimize aşina olduğu mısrasıdır. Ünlü şair bu şiirinde mutluluk kavramını ve nasıl görselleştirilebileceğini sorgular. Bu şiirin yazıldığı tarihten 60 yıl sonra hala mutluluk kavramını sorguluyor ve hepimiz onun peşinden koşuyoruz.
Umut Nur Sungur Yazio: Sanat Umudun Zirvesidir
Sanıyorum şimdi içinde olduğumuz gibi kriz zamanlarında her zamankinden daha fazla “umut”a ihtiyacımız oluyor. Umut koşullar ne kadar kötü görünürse görünsün, hayat ne kadar şaşırtıcı ve belirsiz olura olsun devam etmemizi sağlayan motivasyon kaynağımızdır. Ve insanlar zor zamanlarda, daha iyiyi ümit etmekte ısrar ederek genellikle umuda sarılırlar. Çünkü bence umut hayatın ve insan olmanın doğal bir parçasıdır. Umut sadece kendimizi iyi hissettiren bir duygu değildir. Umut geleceğimizde ne istediğimizi belirlememize yardımcı olurken bu beklentiye doğru adım adım ilerleme ve mevcut zor durumu kabul edebilme gücünü verir bize. Yarınımızın daha iyi olacağına inanmak, bugün karşılaştığımız sorunlara çözüm üretmeyi ve sabretmeyi öğretebilir hepimize. Umut tökezleyip, düştüğümüz zaman tekrar ayağa kalkmamıza yardım eder. Yaşam kalitemiz için gereklidir. Ancak geleceğe umutla bakarken, hayallerimizin içinde kaybolmamalı, etrafımızda şu an olup bitenlerin farkında olmalıyız.
Umut Nur Sungur Yazio: “Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler!”
Marie Antoinette tarafından söylendiğine dair kanıt olmamasına rağmen ona mâl edilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!' sözü birbirimizle empati kurma konusunda son iki yüzyılda ne kadar yol aldığımızı düşündürdü bana.Sizce günlük hayatımızda birbirimizi ne kadar iyi anlıyoruz ya da karşımızdakinin ne hissettiğini fark ediyoruz? Birbirimize ne kadar açılıyoruz? Karşımızdaki kişinin ne hissettiğini ancak bize gösterdiği kadarıyla biliyoruz. Ama bir kitap okurken romandaki karakterleri net olarak anlayabiliriz çünkü yazar karakterlerin hem iç hem de dış dünyalarını açıkça gözlerimizin önüne serebiliyor.