onedio
Görüş Bildir
article/comments
article/share
Haberler
Hem Uygulanış Şekilleriyle Hem de Sonuçlarıyla Saf Kötülüğün Kanıtı Olan 8 Bilim Deneyi

Hem Uygulanış Şekilleriyle Hem de Sonuçlarıyla Saf Kötülüğün Kanıtı Olan 8 Bilim Deneyi

Palpatine
14.12.2015 - 17:06

Bilim deneyleri her zaman harika şekilde uygulanıp mükemmel sonuçlar vermiyor. Bazı deneyler uygulanış biçimleriyle, bazı deneylerse sonuçlarıyla adeta saf kötülüğün simgesi haline gelmiş durumda. İşte tüm detaylarıyla insanlığa olan inancınızı sorgulatacak korkunç deneyler:

İçeriğin Devamı Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

1. Stanford Hapishane Deneyi

1. Stanford Hapishane Deneyi

Gayet normal insanların bile uygun koşullarda bir canavara dönüşebileceğinin kanıtı olan, oldukça karanlık bir deney... Yıl 1971. Philip Zombardo adlı bir psikolog, aslında çok da kötü bir niyeti olmadan bir deneye başlamaya karar veriyor; amacıysa insanların sosyal hayatta edindikleri görevlere ve rollere nasıl tepkiler vereceklerini görmek. Sonrasında deneye adını veren Stanford Üniversitesi'nin bir bodrumuna sahte bir hapishane inşa ediliyor, gardiyan ve mahkum rollerine bürünecek 24 öğrenci seçiliyor. Öğrencilere rolleri söylenmiyor, sadece deneyin 2 hafta süreceği ve gün başına günümüz parasıyla 100 dolara yakın para alacakları söyleniyor.

Mahkumlara gardiyanların her emrine itaat etmeleri, gardiyanlara ise şiddet kullanmayarak ne kadar sert olabileceklerse o kadar sert olmaları tembihleniyor. Rollere tamamen uygun kıyafetler temin edildi, her mahkuma özel numara atanarak isimleriyle değil bu numaralarla çağrılmaları sağlandı. Sonrasında mahkumlar bir gün evlerinin önünden hiç beklenmedik bir anda teker teker tutuklandılar, tutuklamayı Zimbardo ile anlaşmalı gerçek polis ekipleri yaptı. Yine tamamen gerçek prosedürlerle sürece devam edildikten sonra mahkumlar sahte hapishaneye sevk edildi.

İlk gün hiçbir sorun yaşanmadan atlatıldı. Ancak daha ikinci günden olaylar patlak vermeye başladı ve bir hücredeki mahkumlar kapıyı yataklarıyla bloke ederek gardiyanların fazla sert davranmalarını protesto etmeye ve emirlerini dinlemeyeceklerini söylemeye başladılar. Bu noktadan sonra olaylar giderek kontrolden çıkmaya başladı. Her biri sıradan ve normal olan üniversite öğrencileri rollerini giderek benimsiyor; bir yandan sadistleşmeye, bir yandan da giderek korkaklaşmaya ve psikolojik açıdan çökmeye başlıyorlardı. Gardiyanlar sertliğin dozunu giderek artırıyor, hatta şiddet uygulamaya başlıyor ve farklı baskı yöntemleri buluyorlardı. Daha 2 gün bitmeden mahkumlardan biri çılgınca davranmaya, bağırmaya, küfürler etmeye ve öfke nöbetleri geçirmeye başladı. 

Deneyin etkileri öylesine güçlendi ki, hapishane müdürü rolündeki Zimbardo'nun kendisi bile bir noktada kendisinin bile deneye kendini çok kaptırdığını itiraf etti ve mahkumlara şiddet uygulanmasına izin veren kararlar aldığını söyledi.Zimbardo'nun deney hakkında gözlem yapmasını istediği sevgilisi Christina Maclash, o zamana kadarki 50 gözlemci arasında deneyin ahlaki değerlerini sorgulayan ilk kişi oldu ve onun görüşleri sonrasında Zimbardo, 2 hafta sürmesini planladığı deneyini 6. günde noktaladı.

2. Milgram Deneyi

2. Milgram Deneyi

1961'in Temmuz'unda psikolog Stanley Milgram tarafından insanların otorite karşısındaki itaat etme yönelimlerini daha iyi anlayabilmek amacıyla sonuçları yine iç açıcı olmayan bir deney yapıldı. Deneyin ilham noktası ise Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın davası oldu. Milgram'ın öğrenmeye çalıştığı cevap Eichmann ve diğer görevlilerin soykırımı gerçekten istedikleri için mi, yoksa o yönde emir aldıkları için otoriteye itaat etmek amacıyla mı yaptıklarını anlayabilmekti. Yani amaç kişilerin kendi görüş, vicdan ve düşüncelerine uymasa bile otoritenin emirlerini uygulamaya olan yönelimlerini analiz etmekti.

Deney üç kişiden oluşur: bir denek, bir aktör, bir araştırmacı. Denek olan kişi öğretmen, aktör kişi öğrenci, araştırmacı kişi de otorite rolünü oynayacaktır. Aktör olan kişi tamamen rol yapacak, ancak denek bunu bilmeyecektir. İnandırıcılığı artırmak için deneğe içlerinde öğrenci ve öğretmen yazan iki kağıttan birisini seçmesi söylenmiş, ancak ikisinin de içinde öğretmen yazılı iki kağıt uzatılmıştır. Böylece kurgudan haberi olmayan denek öğretmen rolünü almış ve öğrenci rolünü oynayacak aktörle farklı odalara konmuştur.

Deneyin başında öğretmen rolündeki deneğe elektrik verince nasıl bir acı hissedileceğini anlaması amacıyla bir miktar elektrik verilmiştir. Sonrasında deneye başlanmış, öğretmenden öğrenciye bazı kelimeler okuması ve 4 şık vererek hangi şıkkın kelimeyle eşleşeceğini sorması istenmiştir. Öğrencinin her hatalı cevabında elektrik verecek, üstelik miktarı her seferinde daha fazla artıracaktır. Denekler, diğer odadaki öğrenci rolündeki kişinin gerçekten şok aldığını düşünmektedirler; ancak iş öyle değildir. Aktör rol yapmakta, acı çekiyormuş gibi inlemektedir. Hatta bazı durumlarda deneğe daha fazla elektrik vermemesini, kalp sorunu yaşadığını söylemeye başlar. Bazense duvarlara vurarak acı çektiği hissini daha güçlü şekilde yansıtmaya çalışır. Öğretmen rolündeki kişi bu tepkiler karşısında deneye devam etmek istemediğini ve elektrik vermeyeceğini söylediğinde ise önce deneye devam etmesi rica edilmiş, sonrasında  gerekli olduğu belirtilmiş, daha sonra devam etmesinin çok önemli olduğu belirtilmiş ve en sonda ise devam etmek mecburiyetinde olduğu söylenmiştir. Bu 4 durum sonrasında denek hala devam etmek istemediğini belirtirse deney durdurulacaktır. Ayrıca denek olan kişi 3 defa 450 volt'luk elektrik verdikten sonra deney tamamlanacaktır, ki bu ölüme bile sebep olabilecek kadar fazladır.

Deneylere başlamadan önce üniversite genelinde öğrenci ve akademisyenlerden deneyin sonuna kadar gidip gitme ihtimallerini 0-1-2-3-4 puan arasından değerlendirmeleri istenmiştir. Ankete katılan hiç kimse 4'ü, yani 'Sonuna kadar devam ederim'i işaretlememiş, genel ortalama ise 1,2 puan çıkmıştır. Buradan çoğu kişinin sırf otorite öyle emrediyor diye böyle bir şey yapmayacağı sonucu çıkarılmıştır. Ancak deney sonuçları durumun hiç de öyle olmadığını göstermiş ve deneklerin yüzde 65'i deneyi sonuna kadar sürdürmüştür. Garip olansa deney sırasında elektrik şoku veren deneklerin stres ve korku yaşadıkları, gerildikleri, yer yer sinirden garip kahkahalar attıkları, dudaklarını ısırıp tırnaklarını yedikleri gözlemlenmiştir. Hatta bazı denekler deneyi durdurmaları karşılığında ödenen parayı geri iade edebileceklerini belirtmiş, deneklerin tamamı ise bir noktada deneyi durdurup amacı sorgulamışlardır. Buna rağmen yüzde 65'i bir şekilde sonuna kadar devam etmiştir, bunun nedenleri üzerine ise Milgram iki teori ortaya atmıştır:

Törecilik: Birey karar alma konusunda uzman veya yetkili değilse grubun kalanına uyacak, onların dediğini yapacaktır.

Aracılı Durum: Birey başkasının isteklerini yerine getirdiğini, dolayısıyla sorumluluğun kendisine ait olmadığını, bir nevi emir kulu olduğunu ve bu nedenle suçun kendisi üstünde olmadığını düşünecektir.

3. Üçüncü Dalga Deneyi

3. Üçüncü Dalga Deneyi

Kaliforniya'daki Cubberley Lisesi'nde 1967 yılında yapılan bir çalışmanın sonuçları da insanlığın uygun koşullar altında ne kadar kötü olabileceğinin kanıtı niteliğinde. Ron Jones adlı bir tarih öğretmeni tarafından tasarlanan deneyde Jones'un amaçladığı şey ise, Yahudilere karşı neredeyse tüm Alman nüfusunun nasıl nefretle dolabildiğini ve Nazilerin Yahudilere karşı yürüttüğü politikayı nasıl kabullendiklerini öğrencilerine anlatabilmek imiş.

Hemen çalışmalara başlayan Jones, öğrencilere 'Üçüncü Dalga' adlı bir hareket başlattığını söyler ve amacın demokrasiden kurtulmak olduğunu belirtir. Hareketin temelinde yatan şey disiplinli olmak ve toplumun yararlarını gözetmektir. Jones sınıfa ilk gün boyunca basit kurallar koyar; düzenli oturmak, soru sormak için ayağa kalkmak ve Bay Jones diye hitap etmeden soruya başlamamak, en fazla üç kelimeli sorular sormak gibi. İkinci gün ise öğrencilere üstün oldukları fikrini empoze etmeye başlayan Jones, birbirleriyle karşılaştıklarında selam vermeleri için de Nazi selamını kullandı. Üçüncü gün akım tüm okula yayılmaya başladı ve gün biterken tam 200 öğrenci harekete katıldı. Her öğrenciye özel üye kartı veriliyor ve tek tek görevler atanıyordu; üye olmayan öğrencileri sınıfa girmekten uzak tutmak, hareket için bir logo hazırlamak gibi. Bazı öğrenciler görevlerini yerine getirmeyen üyeleri şikayet etmeye bile başlamıştı. Asıl ilginç olan ise harekete katılan tüm öğrencilerin motivasyonlarının ve okul başarılarının birden artmaya başlamasıydı.

Dördüncü gün artık işlerin kontrolden çıkmaya başladığını fark eden Jones, çalışmayı sonlandırma kararı aldı. Bunun nedeni öğrencilerin harekete oldukça derinden bağlanmasıydı. Öğrencilere tüm ülkede devam eden bir hareketin parçası olduklarını ve ertesi gün okula geldiklerinde bu hareketin lideri olan bir başbakan adayının konuşmasını izleteceğini söyledi. 5. gün geldiğinde çocuklar televizyon karşısına toplanmıştı, ancak zaman geldiğinde televizyonda sadece karıncalı bir ekran vardı. Bir kaç dakikalık beklemenin ardından Jones, öğrencilere bunların hepsinin bir deneyin parçası olduğunu anlattı ve nasıl davrandıklarını açıklayarak aslında Almanların yaptığından hiç de farklı davranmadıklarını, tıpkı onlar gibi kendilerini üstün görmeye başladıklarını belirtti.

4. Küçük Albert Deneyi

4. Küçük Albert Deneyi

John B. Watson adında bir psikolog, insanlarda korkuların sonradan kazanıldığına dair bir gözlemini doğrulamak amacıyla tarihin tanık olduğu en karanlık deneylerden birine imza atmaya karar verir. Deneği ise hiçbir şeyin farkında olmayan, hayatının kararacağından habersiz, henüz 8 aylık bebek Albert olur.

'Korku insanda sonradan edinilen bir refleks mi, yoksa doğuştan gelen bir içgüdü mü?' sorusunun cevabını arayan psikolojideki davranışçılık yaklaşımının kurucusu olan Watson ile asistanı Rosalie Rayner, çalıştıkları hastanenin kreşinde oynayan çocukları uzaktan incelemeye başlarlar. Ancak daha detaylı bir araştırma yürütmeleri gerektiğine karar verince, geçimini sağlamak için her gün hastaneye gelip sütünü satan bir kadının çocuğu olan Albert'i gözlerine kestirirler ve korkunç deneye başlarlar. Deneye başlarken Albert'e ilk kez görebileceği bazı nesneler gösterilir: fare, tavşan, yanan kağıtlar, peluş bebekler, maskeler gibi. Albert bunların hiçbirine karşı bir korku belirtisi göstermez, aksine hepsiyle gülerek oynamaya çalışır.

Daha sonra Albert boş bir odaya alınır ve ardından içeri beyaz fare salınır. Ancak işler değişmiştir, Albert ne zaman fareye uzanıp oynamaya çalışacak olsa iki demir çubuk birbirine vurularak ürkütücü ve rahatsız edici sesler çıkarılır. Sesler sonrasında korkup ağlamaya başlayan Albert, sesler durulduktan bir süre sonra tekrar fareyle ilgilenmeye başlar. Ancak fareyle oynayacağı her seferde sesler tekrar tekrar çıkarılır. Bir süre sonra artık fareye dokunmaktan korkmaya başlayan Albert'in durumu maalesef bununla sınırlı kalmaz ve yalnızca fare değil, tüylü ve özellikle beyaz olan bir şeyler gördüğü an ağlamaya başlar. Watson ve asistanı durumu bir adım daha ileri götürür ve tüylü ve beyaz elbiseler giyerek odaya dalar, giderek büyüyen nesneler karşısında artık iyiden iyiye kendini şartlandıran zavallı Albert ise sonsuza kadar etkisinden çıkamayacağı bir durumla karşı karşıya kalır.

Klasik koşullanma konusunda adeta bir devrim olan deney ahlak ve etik açısındansa yüz karası olarak nitelendirilir, deney süresince oldukça yıpranan Albert artık tek başınayken bile sürekli korkar haldedir. Buna rağmen Watson ve asistanı araştırmanın etkilerini tersine çevirecek iyileştirme sürecini yapmaya bile tenezzül etmeden hastaneden ayrılır. Bu durum tepkileri iyice tırmandırır ancak artık olan olmuştur. Psikolojisi alt üst olan Albert oldukça bu anlamda oldukça sağlıksız bir hayat sürmüş ve 6 yaşında hayata gözlerini yummuştur.

5. Canavar Çalışma

5. Canavar Çalışma

1939 yılında Iowa Üniversitesi'nden Dr. Wendell Johnson ve Dr. Mary Tudor adlı iki bilim insanı 22 kimsesiz çocuk üzerinde akıllara durgunluk veren, tarihin gördüğü en gaddarca deneylerden birine imza atmaya karar verir.

Iowa'da bulunan bir yetimhaneden kimi kimsesi olmayan 22 çocuk seçen ikili, çocuklara konuşma terapisine gireceklerini söyler. Bu 22 çocuktan 10 tanesi daha önce konuşma bozukluğu yaşayan veya kekeme olan çocuklar, kalan 12 tanesi ise konuşmalarında hiçbir problem olmayan çocuklardır. 22 çocuğun tamamı deney başlamadan önce sayısız teste tabi tutularak sosyal becerileri, konuşma becerileri, IQ seviyeleri belirlenmiştir.

Deneye başlarken 10 kişilik A grubu ikiye ayrıldı; çocuklardan yarısına konuşmalarında hiçbir problem olmadığı ve ileride giderek düzeleceği (A1 grubu), diğer yarısına ise konuşmalarında büyük problem olduğu söylendi (A2 grubu). Kalan 12 kişilik konuşma bozukluğu yaşamamış B grubundaki çocuklar da ikiye ayrıldı; yarısına konuşmalarının o kadar da iyi olmadığı (B1), diğer yarısınaysa konuşmalarının gayet iyi olduğu söylendi (B2).

Deneyin etkileri o kadar hızlı ortaya çıkmaya başladı ki, araştırmacılar oldukça şaşırdı. Ancak şaşırmalarının nedeni sonuçların kendisi değildi; çünkü tam da bekledikleri üzere konuşmalarında problem olmadığı söylenen A1 ve B2 gruplarındaki çocuklar pozitif yönde gelişim gösterdi. Berbat konuştukları söylenen A2 ve B1 gruplarının konuşmalarında ise gerileme gözlendi. Deneye başlamadan önce gayet normal konuşan B1 grubunda deney sürecinde yaşanan büyük gerileme fazlasıyla dikkat çekti.

Deney uygulanış yöntemiyle bir çok insan hakları savunucusunu ayağa kaldırdı ve aşırı tepki toplayarak çağ dışı ve utanç verici olarak değerlendirildi. Kötü konuştuğu söylenen gruptaki çocukların psikolojilerinde büyük bozukluklar oluştu, okul başarıları oldukça düştü.

İçeriğin Devamı Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

6. Çift Başlı Köpek Deneyi

6. Çift Başlı Köpek Deneyi

'Bilimin de bir sınırı olmalı mı?' diye sorduran, üzerlerinde yapılan çalışmalar hakkında hiçbir söz sahibi dahi olamayan hayvanların kullanıldığı adeta vahşet denilebilecek bir deneye de Sovyet bilim insanı Vladimir Demikhov imza atmıştır. Organ nakli denince akla gelen ilk kişilerden olan Demikhov'un en ünlü deneyi ise köpekleri kullanarak yaptığı çift baş deneyidir.

Demikhov asıl deneye geçmeden önce çalışmalarına bir köpeğe yapay kan pompalayıcısı takarak başlamıştır. Ardından bir köpeğin göğsüne akciğerinin bir bölümünü çıkararak ikinci bir kalp takmıştır ve bu yeni kalp de orijinal kalpten bağımsız olarak atmaya devam etmiştir. Sık sık tekrarlanan denemelerin ardından iki kalpli köpekler iki ay kadar yaşamaya başlamıştır. Daha sonrasında bu iki kalpli köpeklerden birini ayıran Demikhov, yavru bir köpeğin vücudundan başını ve ön ayaklarını kesip iki kalpli yetişkin köpeğin vücuduna nakletmiştir. İkinci köpek henüz yavru olduğu için yetişkin köpekteki iki kalp ikisine de yetecek kadar kan pompalayabilmiş ve her iki baş da süt içebilmiş ve birbirlerinin kulaklarını ısırarak oynayabilmişlerdir. Ancak sürekli acı içinde olan köpeklerden yetişkin olanı 1 ay içinde ölünce deney de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Buna rağmen deney tarihi derecede önemli bir keşfe imkan vermiş ve yeni nakledilen organların hemen kabul edilmediği ve hatta vücudu zayıflattığı anlaşılmıştır. Ayrıca bu deney organ naklinin mümkün olduğunu gösteren ilk çalışmadır ve bilim tarihi için oldukça önemli bir yere sahiptir.

7. David Reimer ve Cinsiyet Değiştirme Vakası

7. David Reimer ve Cinsiyet Değiştirme Vakası

Tarihin gördüğü en acımasız deneylerden birinin kurbanı bu sefer de bir çocuktu. 1965'te Kanada'da doğan David Reimer ve ikizi Brian daha 6 aylıkken idrar yaparken sıkıntı yaratan bir hastalığa yakalandı. Hastalık kısa süre içerisinde ciddileşince doktorlar ikizleri sünnet etme kararı aldılar. Ancak doktorların yakma tipi sünnet yöntemini tercih etmeleri, Brian'ın değil ama David'in hayatını sonsuza kadar karartacaktı. Nitekim David'in penisi tamamen yanarak işlev göremez hale gelmişti.

Ailesi bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi ve dünyanın en iyi tıp okulu olan John Hopkins Hastanesi'nden John Money adlı bir doktora danıştılar. Cinsel gelişim ve cinsiyet kimliği alanında yaptığı çalışmalarla dünya çapında ün salmış olan Money, Nötral Cinsiyet Teorisi'ni savunuyordu; bu teoriye göre cinsiyet doğuştan kazanılan bir şey değildi ve çocuk yaşlarda çevreden öğreniliyordu, bu nedenle de cinsiyeti değiştirmek mümkündü. O zamanlarda doktorlar yeni bir penis oluşturmaktansa bir vajina yapılandırmanın çok daha kolay olduğunu keşfettiklerinden ailenin buna yönlenmesi kolaylaşmış oldu. Doktor Money'nin ise amacı çok daha farklıydı, teoriyi kanıtlamak için eline mükemmel bir fırsat geçmişti. 

Tüm bunların neticesinde David henüz daha 2 yaşına girmemişken testisleri alındı ve adı Brenda olarak değiştirildi. Devamında tüm aile sıkı bir eğitime alındı ve David'in bir kız olarak büyütülmesi için gerekli tüm tedbirlerin alınması sağlandı. Deney çok önemliydi, çünkü ilk defa bu kadar uzun bir zamana yayılmış cinsiyet değişimi deneyi yürütülecek ve psikolojik etkileri gözlenebilecekti. Ancak çok riskli bazı durumlar da bulunuyordu, bunlardan biri Brenda’nın cinselliği bir dişi olarak tanımlayabilmesi için, daha çok küçük yaşlarda dişilerin seks pozisyonlarını öğrenmesinin gerekmesiydi. Bu yüzden araştırmacılar çıplak bırakarak cinsel organlarını keşfetmesini istiyor, bazense bacaklarını açma, dört ayak üzerinde durdurma vb. pozisyonlar alarak cinselliği tanımasını ve dişi olduğunu anlamasını sağlıyordu.

Money tam 10 yıl boyunca Brenda'nın bir dişi gibi hissetmesi için her şeyi denedi ve psikolojik anlamda da destek verdi. Ancak işler hiç istenildiği gibi gitmedi. Brenda ve onunla beraber aynı uygulamalardan geçirilen erkek ikiz kardeşinin psikolojisi giderek bozulmaya başladı. Money deneyi sonlandırma kararı aldı ve sonuçlarla ilgili hiçbir belge yayınlamadan deneyi başarısızlıkla tamamladı. Brenda'nın hayatı ise darmadağın şekilde devam etmekteydi. İyiden iyiye intihara meyilli olmaya başlayan Brenda, 15 yaşına geldiğinde ailesinden acı gerçeği öğrendi ve adeta yıkıldı. Sonrasında Brenda kimliğini reddedip tekrar David olmaya döneceğini söyledi. Aradan geçen uzun yılların ardından ters tedavi uygulama kararı alan David, kendisine testosteron enjekte ettirdi ve psikolojisini bir erkek olarak düzeltmeye çalıştı. İki defa göğüslerini aldırdı ve iki defa yeniden bir penis yapılması için ameliyata girdi. 25 yaşında da Jane Fontaine ile evlendi ve 3 çocuğun üvey babası oldu. Ancak işler hiçbir zaman tam olarak yoluna girmedi. David'in ikiz kardeşi, başlarından geçen travmatik deneylerin de etkisiyle şizofren oldu, sonrasında ise aşırı dozda antidepresan kullanımı sonucu öldü. David ise uzun süre işsiz olarak yaşadı ve ikizinin ölümüyle sarsıldı. Hormonal dengesinin sağlanamadığından uzun süre psikolojik sorunlar yaşadı. Sonunda da kendi kafasına sıkarak intihar etti.

Bu araştırma da böylece her türlü cinsel eğilimin doğuştan geldiğine ve sonradan değiştirilmesinin olanaksız veya çok güç olduğuna kanıt olarak bilim dünyasında yerini aldı.

8. Sahte Anne Deneyi

8. Sahte Anne Deneyi

Yine etik açıdan oldukça tartışmalı, belki gaddar olan; ancak bilim dünyasına yine oldukça önemli katkı yapmış bir deney. Bu sefer kahramanımız ise Harry Harlow, ve tabi ki maymunları. Psikoloji tarihine etik açıdan oldukça tartışmalı deneyleriyle adını yazdıran Harlow'un bu deneydeki amacı, uzun yıllardır süregelen ve bebeğin bağlanacağı kişinin onun beslenme ihtiyacını karşılayan kişi olacağı fikrini yanlışlamak. Yani çocukların kendisini doyuran kişiye karşı bağlılık geliştirdiği düşüncesini yıkmak istiyor, başarıyor da. Resus maymunlarıyla yaptığı gözlemlerle Harlow, sadece beslenme olayının tek başına bağlılık yaratmayacağını ortaya koydu. Nasıl mı? Biraz olaylı şekilde... Anlatalım.

Yeni doğmuş ve doğumdan sonra annesinden ayrılmış bebek maymunlar kafeslerinin altına serilen yumuşak havluya karşı tıpkı insan bebeklerinin oyuncak ayılarına beslediği gibi bir sevgi besliyordu. Harlow, bu gözlemleri sonucunda bir takım deneyler yürütmeye karar verdi. 

Deneyi gerçekleştirmek iki çeşit yapay/sahte anne tasarlandı. Bunlardan biri metalden yapılma, soğuk, sert, yine metal olan tek bir göğse sahip, ancak bu tek göğsünden süt verme özelliği olan bir anne. Diğeri ise süt veremeyen, ancak yumuşak peluştan yapılmış, yani sıcak bir anne. Bunun sonrasında asıl annelerinden ayırılan, henüz yeni doğmuş maymunlar deneye dahil edildi ve bu iki yapay annenin olduğu kafese konuldu. Harlow'un yıkmak istediği teorilere göre yavrular süt verebilen anneyi kendi anneleri gibi görmeliydi, çünkü bağlılığı sağlayan anne-çocuk arasındaki beslenme olayıydı.

İlk başlarda deney istenildiği gibi gitmemişti, yeni doğan maymunlar her iki sahte anneyle de ilgilenmiyor, çığlık çığlığa ve çaresizlik içinde gerçek annelerini arıyorlardı. Fakat bir süre sonra yorulup acıktılar ve metalden yapılmış olan, süt veren anneye sokularak karınlarını doyurdular. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi, çünkü karınlarını doyurur doyurmaz sarılıp uyumak için yumuşak ve sıcak olan diğer peluş annenin yanına gittiler. Bir kaç gün sonra durum öyle bir hal aldı ki, metalden yapılmış anneye sadece karınları acıktığında yanaşıyorlar; ardından da hemen peluş annenin yanına giderek orada zaman geçiriyorlardı. Beklediği sonuçları elde eden Harlow ise konuyla ilgili 'Bebekler yalnızca sütle yaşayamaz. Emzirmenin önemini göz ardı etmiyoruz ama anne ile bebek arasında kurulan bağı açıklamak için yetersiz kalıyor, bu bağ ancak anne ve bebeğin yakın bedensel temas kurmasıyla sağlanabilir.” diyor; özetle sevgi ve bağlanmanın tat alma duyusuyla değil, dokunma duyusuyla ilgili olduğunu vurguluyordu.

Deneyi daha geniş bir çerçevede devam ettirmeye karar veren Harlow, ortama bir korku nesnesi ekleyerek yavru maymunların ne yapacağını izlemeye başladı. Maymunların neredeyse tamamı korkuyla peluş anneye sarılınca, bağlanma ihtiyacının yanında annesel güvenin önemini göstermiş oldu. Daha sonraysa bebek maymunları, içinde çeşitli nesnelerin olduğu bir odaya yerleştirdi.  Peluş anneyle içeri bırakılan maymunlar, başlarda korkup yanından ayrılmasalar da zamanla etrafı keşfe çıkıyolardı. Tek başına bırakılan bebek maymunlar ise parmaklarını emiyor, yere kapanıyor ve saldırgan davranışlar göstererek ağlıyorlardı. 

Deneyden yıllar sonrasındaysa bu bebek maymunlar diğer maymunlarla çiftleşmeyi reddetti ve asosyal davranışlar sergiledi. Nadiren ve zorla da olsa çiftleşip doğum yapan maymunlar ise doğru düzgün annelik yapamadılar; ya bebeklerini öldürdüler, ya da düzgün bir şekilde bakım sağlayamadıkları için bebekler kendiliğinden öldü. Hayvanların bu duruma gelmesi nedeniyle deney tüm dünyada inanılmaz büyük tepkiler çekerken, Harlow'un bu tepkilere tek yanıtı 'Maymunların nesini sevebiliyorsunuz?' olmuştu.

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

category/test-white Test
category/gundem-white Gündem
category/magazin-white Magazin
category/video-white Video
Bence en iyisi başkanlık sistemi.
Tüm içerikleri
right-dark
category/eglence BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
544
455
251
100
51
24
20
Yorumlar Aşağıda chevron-right-grey
Reklam