Harami Mağarası'ndaki Ceset
Harami Mağarası'ndaki Ceset
Sorgudan çıktığımızda telefonum acı acı çalmaya başladı. Açtım, arayan İsmet Müdür’dü. “N’aptın Nevzat?” diyordu telaş içinde. “Yine n’aptın? Bakanın oğlunu gözaltına almışsın.” Sakince açıkladım...
İri gövdesi mağaranın zeminine yayılmıştı. Yüzünün ön tarafı ezildiği için gözlerinin rengini kestirmek imkânsızdı. Bu türden vahşi manzaralarla defalarca karşılaşmış olmasına rağmen Ali bile yüzünü buruşturmadan bakamıyordu cesede. Ama Zeynep sanki ellerinin arasında cansız bir manken varmış gibi maktulün başını dikkatle incelemeyi sürdürüyordu.
“Çıpa benzeri sert bir cisimle vurmuşlar Başkomiserim, bakın saçlarının dibindeki pas izleri çıplak gözle bile görülüyor.”
Çıpa! Sadece denizden girilen bu mağara için kabul edilebilir bir cinayet seçeneğiydi. Katiller bir tekne ya da benzeri bir araçla gelmiş, maktulü de yanlarında getirmiş, adamı öldürdükten sonra da aynı araçla uzaklaşmış olmalılardı.
“Birilerini fena öfkelendirmiş olmalı” diye Zeynep’i onayladı Ali. Toparlanmaya başlamıştı. “Baksana sağ eli de pelteye dönüşmüş.”
Doğru söylüyordu yardımcım, öldürülmeden önce açıkça işkence edilmişti adamcağıza.
“Olacağı buydu” diye söylendi cesedi bulan Faik. “Su testisi su yolunda kırılır.”
Üçümüzün de bakışları ona çevrilmişti.
“O kadar çok insanın canını yaktı ki.” Sanki adamın öldürülmesine memnun olmuş gibiydi. “Sonunda birinin canına tak etmiş demek ki.”
“Kimin canına tak etmiş?” diye atıldım. “Kim yapmıştır bu işi?”
Omuzlarını silkti Faik.
“Nerden bileyim Boşkomserim? Biz sadece Harami Mağarası’ndan çıkan bir sürat teknesi gördük. O kadar hızlı uzaklaştı ki ne adını okuyabildik, ne markasını...” Bunu söylerken bakışları, ‘Kısmet’ yazılı kırmızılı beyazlı teknesine kaymıştı. Teknede üç adam sigara içerek, gergin bakışlarla bizi süzüyorlardı. “Kardeşlerime sorun isterseniz. Mağaraya girince de Kofana Orhan’ın ölüsüyle karşılaştık.”
“Onu anlatmıştın” diye tersledi Ali. “Sana bu adamı kim öldürmüş olabilir diye soruyoruz.”
Parmaklarının arasında unuttuğu sigarasından derin bir nefes çekti, dumanını mağaranın boşluğuna saldı.
“Herkes olabilir, bizim köydeki herkes. Sarıyer’deki balıkçılar, aklına kim geliyorsa.” Bakışları yine cesede kaydı. “Allah rahmet eylesin, geçimsiz bir adamdı Kofana. Osuruğuna çifte atar dururdu.” Birden hatırlamış gibi duraksadı. “Zargana... Evet, en son onunla girmişler birbirlerine. Tabii ya Zargana...”
Sigarasının izmaritini yere atacaktı ki uyardı Zeyne:
“Cinayet mahallini kirletme.”
Canı sıkılmıştı Faik’in ama izmaritini, keçeleşmiş tırnaklarıyla ezip cebine atmaktan da geri durmadı.
“Kim bu Zargana?” dedim.
Burnunu çektikten sonra cevapladı.
“Kumarbaz Ziya. Sinopludur. Köyde iki oğluyla birlikte kahvehane işletir.”
“Niye kavga etmişti maktulle?”
Sarı dişlerini göstererek sırıttı.
“Niye olacak Başkomiserim kumar yüzünden. Kumarda yine ütülmüş Kofana, Zargana’ya... Ama iş parayı uçlanmaya gelince kıvırmış tabii. Ben balıktaydım, lüfer akını var, oltaları alıp denize açılmıştık. Kavgayı görenler anlattılar. İki oğluyla beraber saldırmış buna Zargana, ama hepsinin hakkından gelmiş Kofana.” Bakışları yine cesede kaydı. “İyi dövüşürdü rahmetli. Bir keresinde açık denizde Gürcü balıkçılarla kavgaya tutuştuk kalkan yüzünden, pestile çevirmişti herifleri...”
Harami Mağarası’ndan ayrıldığımızda vakit akşamı bulmuştu. Sahil Güvenlik’in botuyla Kofana Orhan’ın yaşadığı balıkçı köyüne giderken Boğaz’ın sırtlarına baktım. Bir zamanlar bakir olan bu alanda pıtrak gibi villalar yapılıyordu. Belki de dünyanın en güzel yerini kendi ellerimizle yok ediyorduk.
Kofana Orhan’ın yaşadığı köyde ilk durağımız, camında eğri büğrü harflerle Zargana yazan kahvehane oldu. Televizyondaki spiker, adı rüşvet yolsuzluğuna karışan bakanların istifa haberini verirken, biz de Ziya’yı karşımıza alıp konuşmaya başladık. Kofana kadar olmasa da, oldukça uzun bir adamdı Ziya. Lakabı gibi, ince uzun. Alt dudağındaki şişlik fark edilmeyecek gibi değildi. Polis olduğumuzu duyunca beti benzi attı. Kofana’nın öldürüldüğü haberi çoktan yayılmıştı köye.
“Yok, Orhan’ı biz öldürmedik Başkomiserim” diye itiraz etti hemen. “Ne ben ne de oğullarım.” Bunu söylerken çay ocağının puslu camının ardından gergin bir tavırla bizi izleyen suratları tıpkı babaları gibi yara bere içinde, iki genç adamı işaret etti. “Can almak Allah’a mahsustur. Biz Allah’tan korkarız.”
“Ama kumar oynatırken Allah’tan hiç korkmuyormuşsunuz” diye lafı sokuşturdu Ali. “O yüzden mi kavga ettiniz Orhan’la?”
“İftira!” diye toparlandı oturduğu iskemlede. “Kuru iftira. Borcu vardı Kofana’nın bize. Geçen kış aldığı tekne için sekiz bin lira vermiştim. Yazın veririm demiş ama ödememişti. Piyango çıktığını öğrenince, borcunu vermesini söyledim.”
Bu haber ilginçti işte.
“Piyango mu çıkmış Orhan’a?” dedim.
“Evet, hem de bir milyon dolar.” Emin olamadı. “Belki daha fazla...”
“Atma be” diye yine sıkıştırmaya başladı Ali. “Piyango dolar verir mi?”
İncecik parmaklarıyla kırçıllaşmış saçlarını kaşıdı Ziya.
“Ben de öyle biliyorum ama bizzat Kofana’dan duydum.”
“Nasıl duydun, piyangodan bir milyon dolar mı çıktı dedi?”
“Yok, öyle değil. Şimdi bunun bize borcu var ya. Piyango olayını duyunca, yanına gittik. Paramızı istedik. Pislik yaptı. ‘Vermiyorum lan’ dedi. ‘Size borcum filan yok.’ Yine de kavga etmeyecektim. Ama çocuklarımın gözü önünde karıma sövdü. Biz de o zaman giriştik tabii...”
Küçümseyen bir gülümseme belirdi Ali’nin dudaklarında.
“Amma girişmişsiniz ha, adam üçünüzün de ağzını burnunu kırmış.”
Zargana işi sidik yarışına çevirecekti ki,
“Bu sabah neredeydiniz?” diye engelledim. “Sen ve oğulların?”
Eliyle kahvehanenin ilerisindeki kıyıya demirlemiş mavi tekneyi gösterdi.
“Denize açıldık, malum lüfer akını var. Bakmayın kahvemiz olduğuna biz de eski balıkçıyız. Deniz çağırdı mı duramayız yerimizde.”
“Sizi orada gören oldu mu?”
Pis pis sırıttı.
“Yapmayın Başkomiserim koca denizde kim görecek bizi?”
“Niye, akın varsa, balıkçıların hepsi oraya üşüşür.”
“Biz yalnız avlanmayı severiz Başkomiserim.”
“Peki yalnız avlanırken balık tutabildiniz mi bari?”
Bakışlarını kaçırdı.
“Yok Başkomserim işimiz rast gitmedi. Tek balık bile tutamadık.”
“Faik’in işi rast gitmiş ama tam otuz yedi lüfer çekmiş...”
Kıskançlıktan çok öfke belirdi kansız yüzünde.
“Faik” dedi tükürür gibi. “Tırıvırı Faik. Sizi bana yollayan da o deyyus değil mi?”
“Ağzını bozma” diye çemkirdi Ali. “Ne küfrediyorsun adama.”
Geri adım atmadı Zargana.
“Ederim tabii, puşt kendini gizlemek için bize iftira atıyor. İki hafta önce Kofana’nın elinde
çıpayla, kendini ve üç kardeşini kovaladığını anlatmadı değil mi? Evet, tam burada işte. Tekne yeri yüzünden tartışma çıktı kıyıda. Kofana bir tokatta yere yapıştırdı bu Tırıvırı Faik’i. Kardeşlerinin gıkı bile çıkmadı. Biz araya girmesek, döve döve öldürecekti çelimsizi. Ama kincidir bunlar. Kendilerine yapılanı kolay unutmazlar. Demek ki tuzak kurmuşlar Kofana’ya. Şimdi de suçu bizim üzerimize atıp sıyrılmak istiyor.”
“Kimi kimsesi yok mu bu Orhan’ın? Karısı, çocuğu filan.”
“Hepsi illallah dedi elinden. Karısı Kezban, iki kızını alıp, Karadeniz’e döndü. Arkadaki iki katlı evin girişinde yaşardı tek başına. Kiraz Nine’nin evinde...”
Kat kat giyinmişti, maktulün ev sahibi Kiraz Nine. Yoksul odada gürül gürül yanan odun sobasına rağmen hâlâ üşüyordu. Avuç içi kadar yüzündeki, solgun iki menekşeyi andıran iri gözleri nemliydi.
“Dün sabaha karşı sesler duydum. Evin önünde bir araba durdu. Adamlar yukarı çıktılar. Arkadaşları sandım... Birlikte bir yerlere gidiyorlar dedim... Onlar mı öldürdü ki çocuğu?”
“Nasıl bir arabaydı Orhan’ı almaya gelen Nine?” diye sordum.
İki eğri ağaç dalını andıran kollarını yana açtı.
“Ne bileyim evladım, gözüm görür mü ki? Sesini duydum sadece. O da yarım yamalak.”
“Pek iyi şeyler duymadık Orhan hakkında?” diyecek oldum, hemen karşı çıktı:
“Yok, iyi biriydi, hem de çok iyi biriydi. Ama kaderi karaydı. İki yakası bir araya gelmiyordu...”
“Biz öyle duymadık Ninecim” dedim yumuşak bir sesle. “Herkesle kavgalıymış.”
“Yoksulluğun gözü kör olsun. Hepsi yoksulluktan. Uçan kuşa borcu vardı Orhan’ın. Kim sever öyle adamı? Çalışkan çocuktu, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Bazen kirayı ödeyemediği olurdu ama eline para geçince hemen kapatırdı borcunu. Üç gün önce de bir tomar ecnebi parası verdi bana. Şu yeşil dolarlardan. ‘Ne yapacam bu kadar parayı,’ dedim. ‘Dursun, bir işine yarar’ dedi.”
“Nerden bulmuş dolarları?”
“Duymadınız mı? Piyango vurmuş. Zengin olmuştu. Gidip Kezban’la çocuklarını da getirecekti köyden... Çekemediler adamı işte. Gözleri değdi... Belki de bütün köy el birliği edip öldürmüşlerdir.”
“Orhan’ın sana verdiği dolarlar yanında mı Ninecim?”
O kadar saftı ki parasını alır mıyız, almaz mıyız düşünmedi bile. Oturduğu minderin ucunu kaldırıp, yüzlük dolarlardan oluşan bir deste uzattı. Destenin üzerindeki kâğıtta bankanın kaşesi vardı, altında da bir tarih yer alıyordu. Bir milyon dolar on yedi gün önce çekilmişti.
Maktulün oturduğu katta yaptığımız aramada işe yarar bir şey bulamadık. İşin ilginci sözü edilen dolarların da ortalıkta olmayışıydı. O akşam Orhan’ın ‘Kofana’ adlı teknesine el koyduk. Ayrıntılı bir arama yapmakta yarar vardı.
Ertesi sabah kapısını çaldığımız banka müdürü kibar bir adamdı. Küçük bir araştırmanın ardından bir milyon doların, Kalender İnşaat Şirketi’nin hesabından çekildiğini saptadı. Hatta parayı almaya bizzat şirket müdürü Veli Tüydiken’in geldiğini bile hatırladı. Bankadan çıkınca Zeynep’i aradım. Veli Tüydiken’i araştırmasını söyledim.
Kalender İnşaat’ın Maslak’taki gökdeleninin 33’üncü katındaki yönetim kurulu odasında karşıladı bizi Veli Bey. Önce umursamaz göründü, hatta şımarık bir tavırla,
“Yanlış yere geldiniz herhalde” diye küçümsedi bizi ama bir milyon doları duyunca sarsılır gibi oldu. “O gün ödemeler vardı” diye açıklamaya çalıştı. “Bizde masraflar bitmez, elden dağıttım çalışanlara.”
İkna olacak halim yoktu.
“Ödeme listeniz vardır herhalde, görebilir miyim?” diye sordum.
Hazırlıksız yakalanmıştı, öfkeyle baktı yüzüme.
“Bizim şirket içi ödemelerimiz sizi niye ilgilendiriyor?”
Daha fazla dayanamayan Ali, gerçeği suratına çarptı adamın:
“Çünkü o bir milyon doları ödediğiniz adam cinayete kurban gitti.”
Veli’nin nutku tutuldu.
“Ci... Cinayet mi? Ne cinayeti?”
“Orhan diye bir balıkçı tanıyor musunuz?” diye atıldım. “Orhan Delidere... Lakabı Kofana...”
Yüzünde derin bir hayret belirdi.
“Kofana mı? Hayır, hayır öyle birini tanımıyorum...” Sahiden afallamıştı. “Bir milyon dolar onun üzerinden mi çıktı?”
Evet demeyi çok isterdim ama henüz paranın tümünü bulamamıştık. Duraksadığımı görünce yeniden cesaretlendi.
“Belli ki boş atıp dolu tutmaya çalışıyorsunuz. Bakın Nevzat Bey, sözünü ettiğiniz olayla hiçbir ilgimiz yok. Üstelik çok yoğunuz. İstanbul’un her yerinde inşaatımız var, onlara zor yetişiyoruz zaten.”
Keşke olmasaydı güzelim şehrin canına okudunuz demek geçti içimden, elbette demedim. “Gerekirse sizi yine rahatsız edeceğiz” diyerek ayrıldık Veli’nin gökdeleninden.
Merkeze döndüğümüzde iyi haber bizi bekliyordu. ‘Kofana’ adlı tekneyi arayan arkadaşlar, bir milyon doların kalanını bulmuşlardı. Orhan parayı iç içe geçmiş poşetlere sararak, teknenin su içinde kalan ahşap kısmına eklediği ahşap bir bölüme yerleştirmiş. Poşetlerin içindeki dolar destelerine bakarken, Orhan’ın kanlı bir pelte haline getirilmiş sağ elini hatırladım. Demek ki katiller paranın yerini öğrenmek için işkence yapmışlardı kurbanlarına. İyi de bir inşaat şirketinin bir milyon doları, nasıl olmuştu da meteliğe kurşun atan bu balıkçının eline geçmişti? Dolarların üzerindeki parmak izini araştırmak için paraları kriminal şubeye yolladıktan sonra Zeynep’le buluştuk.
Veli Tüydiken’i araştırmıştı ama şüphe uyandıracak bir durum yok gibiydi. Dikkat çeken tek nokta, Boğaz sırtlarına inşaat yapımına izin veren yasanın çıkmasına önayak olan bakanın oğlu Önder İşbilen’le, Veli Tüydiken’in yakınlığıydı. Bir yatta birlikte çekilmiş fotoğrafları koydu önümüze Zeynep. İkisinin de neşesi yerinde, ikisinin de ağzı kulaklarında. Sadece oğluyla değil, bakan Fazıl İşbilir’le de pek bir canciğer kuzu sarmasıydı Veli Tüydiken. Belki de bakanla bu kadar yakın olduğu için öyle güvenle dikilmişti karşımıza.
“İyi de bunun cinayetle ne ilgisi var?” diye söylendi Ali. “Bir bakanla bir işadamının birlikte fotoğraf çektirmesinin nesi yanlış.”
Haklıydı, Veli Tüydiken’in, Kofana Orhan’ın sakladığı bir milyon dolarla bir ilgisi olsa da cinayete katıldığına dair tek bir kanıt yoktu elimizde. Yardımcımın sorusunu yanıtlamak yerine,
“Hadi şu mağaraya bir daha göz atalım” dedim.
Evet, sadece katiller değil, cinayetin failini bulamayan polisler de yeniden giderlerdi olay mahalline.
Bilmeyen birinin mağarayı fark etmesi çok zordu ama girişi gizleyen büyükçe kayayı geçince davetkâr bir karanlık gibi mağaranın ağzı beliriyordu önünüzde. Maktulü kaldırılınca mağaranın zemini biraz daha genişlemiş gibi göründü gözüme. Ali, Zeynep ve ben ellerimizde fenerlerle yeniden taramaya başladık mağaranın yekpare kayadan oluşan zeminini. Denizin yer yer oyduğu bazı bölümleri parlak, kaygan, katı bir kitle.
“Bu taş da ne?”
Zeynep’in sesiyle doğruldum. Mağaranın küçük bir cep yaptığı köşede duruyordu. Fenerinin ışığı yirmi, yirmi beş santim çapında yuvarlağımsı bir taşı gösteriyordu. Zeynep bizi beklemeden taşı oynatmaya çalışıyordu. Ali’nin yardımıyla taşı duvardan ayırdı ve önümüzde küçük bir oyuk belirdi.
“Kimin zulası acaba?” diye mırıldandı Ali.
Sorusuna soruyla karşılık verdi Zeynep.
“Sence?”
“Tabii ya... Para buradaydı. Piyango filan yok. Kofana Orhan burada buldu dolarları...”
“Ama paranın asıl sahipleri hiç sevinmediler bu işe” diye hikâyeyi sürdürdü Zeynep. “Köydeki kısa bir soruşturmanın ardından da öğrendiler dolarlarına Kofana’nın el koyduğunu.”
“İyi de banka dururken, o kadar parayı niye buraya saklar ki insan?”
“O kadar parayı ayakkabı kutusuna saklayanlarla aynı nedenden Alicim” dedim.
“Yani bakanın oğlu mu?”
“Öyle görünüyor. Kim bilir İstanbul’un hangi nadide köşesini yağmalamak için Veli Tüydiken’den bir milyon rüşvet aldı. Ancak yolsuzluk soruşturması başlayınca, paranın kaynağını açıklayamayacağı için, kendince güvenli bulduğu bu mağaradaki kovuğa sakladı. İşe bakın ki, Kofana Orhan da bu mağarayı biliyordu, parayı buldu. Ama açgözlü bakan oğlu parasını bu kendini bilmez balıkçıya kaptırmak istemedi.”
Söylediklerim mantıklıydı ama gerçek miydi, bundan ben de emin değildim. Emin olmam için kanıtlara ihtiyacım vardı. Ama hepsinden önce kesin bir gizliliğe. Eğer bakan, oğluyla ilgili bir soruşturma yürüttüğümüzü öğrenirse bizi engelleyebilirdi. Son zamanlarda görevden alınan yüzlerce meslektaşımızdan ne ayrıcalığımız vardı ki.
Önce Önder İşbilir’in parmak izine ulaşmaya çalıştık. Şanslıydık, on bir ay önce bir trafik kazasından dolayı parmak izi alınmıştı. Sonra bu parmak izini, dolarların üzerindekilerle karşılaştırdık. En az on destenin üzerinden parmak izi çıktı. “Yuh” dedi Ali. “Herif paralara dokunmamış, sanki onlarla yatmış.”
Rüştü ve Kasım adındaki iki korumasıyla birlikte ele geçirmek için üç gün beklemek zorunda kaldık. Üçüncü günün sabahı Sarıyer sırtlarındaki villasından çıkarken, iki iri kıyım adamıyla birlikte gözaltına aldık Önder’i.
“İftira atıyorsunuz” diye bağırmaya başladı merkezdeki sorgusunda. “Bana, babama komplo kuruyorsunuz. Hangi grubun üyesisiniz siz, hangi cemaate mesupsunuz?”
Ne bir cemaatin ne de başka bir organizasyonun mensubu olmuştum. Ait olduğum tek grup ise Ali’yle Zeynep’ten oluşan ekibimdi. Ama bunu anlatacak halim yoktu bakan oğluna. Onun yerine cinayeti nasıl işlediğini anlattım. Yüzü renkten renge girse de, gözlerimin önünde ağır ağır çökse de elbette kabul etmedi suçlamaları. “Susma hakkımı kullanıyorum” dedi. Zaten avukatları da yetişmişti. Fakat adamlarından Rüştü onun kadar dayanıklı değildi. Ali, omuzlarından yakalayıp, gözlerinin içine bakarak, “Önder’le Kasım itiraf etti. Orhan’ın kafasına sen vurmuşsun” deyince çözülüverdi bir öküz kadar güçlü korumanın dili.
Kofana Orhan’ı evinden silah zoruyla nasıl aldıklarını, villaya götürüp, paranın yerini söylemesi için nasıl işkence yaptıklarını, Orhan’ın zaman kazanmak için “Parayı başka bir kovuğa sakladım” diyerek onları yeniden mağaraya getirmesini, asıl amacının bir fırsatını bulup ellerinden kurtulmak olduğunu, nitekim uygun anı bulunca Önder’i bir omuz darbesiyle yere yıkıp kaçmayı denediğini ama Kasım’ın suratına indirdiği çıpayla cansız yere düştüğünü bir solukta anlatıverdi.
Sorgudan çıktığımızda telefonum acı acı çalmaya başladı. Açtım, arayan İsmet Müdür’dü.
Ahmet Ümit-İllüstrasyon: M.K.Perker
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!