Eksik Bir Şey mi Var Hayatımda? İmkânsız Aşklar ve İdeolojiler
Kulak bir anda o tanıdık şarkıya takılıyor: “Eksik bir şey mi var hayatımda…” Telefon sessiz, ekranda hiçbir bildirim yok. Biri yazsa sevineceksin; yazmaması da tuhaf bir biçimde içini rahatlatıyor. Çünkü o eksiklik duygusu, garip bir şekilde seni hayata bağlıyor. Tamamlanmamışlık, hayatta kalmak için kullandığın bahaneye dönüşüyor.
Bir süre sonra başka bir dize giriyor araya: “Başka türlü bir şey benim istediğim.” Can Yücel’in sesi sanki içeriden konuşuyor: Hayatın bütünüyle kötü değil, hatta yer yer gayet güzel; ama sanki bu değil. “Burası gibi değil gideceğim memleket, denizi ayrı deniz, havası ayrı hava…” Tam olarak ne istediğini koyamıyorsun ortaya; yine de yaşadığın şeyin “o” olmadığından emin gibisin.
Bu yazı biraz o “bu değil” duygusunun, hep bir yerlerde dolaşan eksiklik hissinin peşinden gidiyor. İmkânsız aşktan ideolojilerin ütopyalarına, şiirden siyasete uzanan bir arayış hikâyesi bu.
Eksiklik Duygusu: Modern İnsanın Varsayılan Hâli

Modern insanın temel hâli çoğu zaman bu: Hayatı bütünüyle reddetmeden, bir yandan da “Benim hikâyem tam olarak bu değildi” demek. İşin var, aç değilsin, sokakta kalmamışsın; ama akşam kafanı yastığa koyduğunda, derinlerde bir yerlerde hafif bir sızı yok mu? “Fena değilim ama tam da iyi değilim; bir parça eksik” hissi.
Arzu, tam buradan besleniyor. “Bende bir eksik parça var… ve o parça sanki bir yerde gizlenmiş gibi.” O “bir yer”; bazen ulaşamadığın bir insan, bazen başka bir ülkeye taşınma hayali, bazen daha itibarlı bir meslek, bazen de “Bir gün mutlaka gideceğim” dediğin şehir.
Psikanaliz bu eksik parçaya süslü bir isim veriyor: objet petit a. Aslında oldukça basit bir fikrin akademik adı bu: Seni devam etmeye, peşinden gitmeye ikna eden küçük kıvılcım. Seni koşturan tek başına “o kişi” ya da “o iş” değil; onların sende uyandırdığı tam olma vaadi. En kritik nokta ise şu: Bu vaat tuhaf bir şartla ayakta kalıyor; ne kadar yaklaşırsan yaklaş, tam ele geçmediği sürece.
Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında” dediği aralık tam da burası. Ne tamamen içinde olduğun bir dünya, ne tamamen kopabildiğin bir hayat. Arada, eksik ama canlı bir yerde duruyorsun.
“Başka Türlü Bir Şey” Hayali: Kötü Olmayan Ama “Benim Olmayan” Hayat

“Başka türlü bir şey benim istediğim” dizesinin bu kadar çok insana dokunması tesadüf değil. Çoğumuzun hayatı berbat değil; ama tam anlamıyla “benim hayatım” diyeceğimiz şey de değil. Kötü sayılmayacak bir iş sahibi olabiliyorsun; yine de “Benim hayalim bu değildi” cümlesi içeride bir yerlerde dönmeye devam ediyor. İlişkin, dışarıdan bakıldığında fena görünmeyebilir; ama sen, “Bu iyi bir insan ama sanki benim hikâyem bu değil” diye fısıldayan o sesi susturamıyorsun. Ya da elinde hiçbir şey yok; buna karşılık zihninde onlarca alternatif hayat yaşıyorsun.
Gerçekte yaşadığın hayat “idare eder”; zihninde yaşayan hayat ise “başka türlü bir şey”dir. Ve o “başka türlü bir şey”, çoğu zaman şu cümleye denk düşer: “Şu an sahip olduklarım iyi hoş ama yetmiyor, beni tam anlatmıyor.”
Oğuz Atay’ın kahramanları bu yüzden hâlâ bu kadar canlı: Ne tam başarılılar ne tam başarısız ne buraya aitler ne bütünüyle dışarıda. Ne tam olarak içindeler çemberin ne de dışında ya da kendi içindeyken kafası dışarıda. Sürekli “başka türlü bir şey”in peşinde dolanıyorlar. Böyle olunca, içimizden bir ses fısıldıyor: Demek ki eksik hissetmek yalnız bana özgü değil; insan olmanın doğal ayarı biraz da bu.
İmkânsız Aşkın Psikolojisi: Kavuşmasın Ki Hikâye Sürsün

İmkânsız aşk, bu eksiklik duygusunun en dramatik biçimlerinden biri. Zamanlaması ters, hayat tarzı uymayan, statüsü, mesafesi, şartları “olmaz” diye bağıran, “İstersen hiç başlamasın, bu hikâye eksik kalsın” diyeceğimiz aşklar… Ya da en başından beri seninle aynı filmde oynamadığını hissettiren biri. “En güzel aşk imkânsız aşktır” lafı boşuna bu kadar dolaşımda değil. İmkânsız aşk, seni hep “az kalsın olacaktı” geriliminin içinde tutuyor.
Gündelik hayattaki sahneleri tanıdık: Uzun uzun yazılıp sonra silinen mesajlar, “Story’ye bilerek mi baktı acaba?” okuması, bir şarkıyı paylaşırken “Üstüne alınır mı?” hesabı, kafanda defalarca prova ettiğin ama hiçbir zaman gerçekleşmeyen konuşmalar… Bunların hepsi, o yarım kalmışlığı canlı tutan küçük ritüeller.
Bu hâl ne tam haz ne tam acı. İkisinin arasında, sinir bozucu ama bağımlılık yapan bir gri bölge. Psikanalizin “jouissance” dediği tuhaf bir sarhoşluk. Kavuşursan hikâye bitebilir; hikâye biterse motor durabilir, motor durursa geriye şu soru kalır: “Ben şimdi neyin peşinden koşacağım?”
Klasik aşk anlatıları bunu iyi bilir. Mecnun gerçekten Leyla’ya kavuşsa masal bitecektir. Mesela Tahir, Zühre’yi gündelik hayatın sıradanlığı içinde gerçekten tanısaydı, belki o kadar büyük bir metafora dönüşmeyecekti. Biz çoğu zaman, hiç tamamlanmayan bu hikâyelerin verdiği yaşama sevinci, motivasyon ve mobilizasyon (hareket) duygusuna bağlı kalıyoruz.
Engel, Belirsizlik ve Romantizm: “Az Kalsın Olacaktı” Hikâyeleri
İmkânsız aşkın dili, engel cümleleriyle doludur: “Zamanlama kötüydü”, “Şartlar uygun değildi”, “Başka bir hayatta müthiş olurduk”, “Şimdilik değil, belki bir gün.” Hepsinin merkezinde görünür ya da görünmez bir engel vardır.
Engel, tuhaf biçimde işlevseldir. Hedefi parlatır. Kolay ulaşılabileni sıradanlaştırır, zor olana ayrı bir ışıltı ekler. Belirsizlik de buna eklendiğinde, güçlü bir romantizm ortaya çıkar. O noktada sevdiğin kişi, giderek gerçek bir insandan çok, kafanda geliştirdiğin bir karaktere dönüşür.
Edebiyatta da böyle. Dante’nin Beatrice’i, bir insandan çok bir fikre dönüştüğü anda metafizik bir sevgiye evriliyor. Yani karşımızda ete kemiğe bürünmüş bir karakterden çok, bir anlam taşıyıcısı var. Günlük hayatta da kimi zaman kendi küçük Beatrice’lerimizi üretiyoruz. Onlara hak ettiklerinden daha fazla anlam yüklüyor, engeli parlatıcı bir madde gibi kullanıyoruz.
“Bu Muydu?” Anı: Arzunun Süreçle İmtihanı

Kavuştuğunda neden çoğu zaman o meşhur “Bu muydu?” anı gelir? Çünkü arzu genellikle sonuçtan çok süreçten beslenir. Uzun süre bir şeyi istersin, imkânsız gibi görünür; sonra bir gün olur. Kısa bir süre için her şey olağanüstü gelir gözüne. Ardından yavaş yavaş, sesi önce kısık, sonra daha belirgin bir soru yükselir: “Gerçekten bu muydu yani?”
Tam o anda zihin yeni bir hedef aramaya başlar: Yeni bir insan, yeni bir şehir, yeni bir meslek, yeni bir hayat ihtimali… Yeni bir “başka türlü bir şey benim istediğim.” Tüketim kültürü de bu döngünün üstüne kuruludur. Daha iyi telefon, daha büyük ev, daha itibarlı pozisyon… Her “en iyi”nin ardından kısa bir süre geçer ve aynı cümle geri döner.
Arzu, bir kapıdan girip diğerinden çıkan misafir gibidir; nadiren “Ben buraya yerleştim, artık tamamım” der. Bu yüzden “ulaşmak” çoğu zaman son durak değil, bir ara duraktır sadece.
Aşktan İdeolojiye: Kızıl Elma, Ütopyalar ve Eksik Parça
Bu mekanizma sadece duygusal hayatta işlemiyor; ideolojilerde, büyük davalarda, siyasal hayallerde de aynı dinamiği görüyoruz. “Bir gün her şey düzelecek”, “Bir gün adalet yerini bulacak”, “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette”, “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli güzel günler”, “Bir gün partimiz iktidar olacak”, “Sana söz, yine baharlar gelecek”, “Her şey çok güzel olacak” ifadeleri aslında hep aynı eksik parçaya hitap ediyor.
Nâzım Hikmet’in “En güzel deniz: henüz gidilmemiş olan” dizesinin bu kadar yer etmesi boşuna değil. Hedef ufukta kaldığı sürece yürüyecek yol var, arzu canlı, “Ben bir şeyin peşindeyim” duygusu ayakta duruyor. Siyasetin sağında da solunda da bu mekanizmayı görmek mümkün. Bir tarafta Kızıl Elma hayaliyle beslenen milliyetçi anlatılar; diğer tarafta adil, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya ütopyasıyla kurulan adalet tasavvurları.
Farklı kelimelerle konuşsalar da çok benzer bir vaadi dolaşıma sokuyorlar: “Şu içindeki eksikliği ben tamamlarım.” Bu hedefler çoğu zaman ufuk çizgisi gibidir. Yaklaştığını hissedersin, adım attıkça bir adım daha ileriye kayar. Tam da bu yüzden kirlenmez, gündelik hayatın pası onlara kolay ulaşmaz.
Siyasal idealler ve imkânsız aşklar bu anlamda birbirine benzer. Gerçek hayata tam karışmadıkları sürece, zihnimizdeki yerleri çok daha parlaktır. “Onun için ölürüm” dediğin insan, “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diyerek kendini feda ettiğin ideolojiler, bazen ulaşılmaz kaldığı için bu kadar değerlidir. Aşkın da idealin de hayatına tam karışmadığı sürece kusursuz görünür.
Yetişkinleşen Aşk ve İdealler: Ne İçin Bedel Ödüyorum?

Buradan imkânsız aşka ya da büyük ideallere güzelleme çıkarmak niyetinde değiliz. Çünkü bazı imkânsızlıklar gerçekten romantik değil, yıpratıcıdır. Bazı hikâyeler, “Az kalsın oluyordu” diye değil, “İyi ki olmamış” diye anılmayı hak eder. Yine de şunu görmek önemli: Evet, imkânsızlık arzuyu diri tutar; evet, arzu insana bir canlılık verir; ama aynı anda ağır ağır tüketebilir de. Tıpkı fanatik bir siyasal aidiyetin insanın dünyasını daraltması gibi. “Ben bir davanın insanıyım” demek, bazen hayatın diğer alanlarını görmemek pahasına mümkün olur.
Böyle zamanlarda kendine birkaç basit soru sormak işe yarayabilir. “Ben aslında neyin peşindeyim?” diye başlamak, sonra da “Bu kişide beni çeken şey ne: Kendisinin kim olduğu mu, yoksa benim kafamda yazdığım hikâyeyi taşıması mı?” diye devam etmek. “Bu imkânsızlık bana nasıl bir canlılık veriyor?” sorusunu eklemek ve belki en önemlisi, “Bunun bedelini nerede, nasıl ödüyorum?” diye sormak.
Aynı soruları siyasal ve ideolojik bağlılıklarımız için de sorabiliriz: “Beni bu fikre bağlayan şey, gerçekten hayatta somut bir değişim ihtimali mi, yoksa bana hazır bir anlam dünyası sunması mı?” Bu tür sorular ne aşkı öldürür ne ideali. Yalnızca ilişkimizi biraz daha yetişkin hâle getirir; slogan düzeyinden muhasebe düzeyine doğru çeker.
Son Söz: Arzular Gerçekleşsin, Hayat da Devam Etsin

Belki de en güzel aşk, ömür boyu koşup hiç yetişemediğin imkânsız aşk değildir. Ama iki haftada sıkılıp rafa kaldırdığın kolay aşk da değildir. Mümkün olan ama merakı öldürmeyen, ulaşılabilir olan ama tamamen sıradanlaşmayan, arzuyu söndürmeyen ama hayatı da askıya almayan bir aşk ihtimali… İdealler için de öyle. Hayatı bütünüyle erteleyen, “Asıl günler daha başlamadı” duygusunu sonsuza kadar sürdüren bir büyük dava hâli yerine; bugünü de dönüştürmeye çalışan, marjını bilen bir ideal.
Çünkü imkânsız aşk seni diri tutarken, hayatı “erteleme” moduna alabilir. İdeolojiler de bazen böyle çalışır: Hep ufka bakmaktan, hiç denize girmediğini fark etmezsin. “En güzel deniz henüz gidilmemiş olan” cümlesi yerinde ve güçlü bir cümle; ama kalsın, ben almayayım. Çünkü arada bir gerçekten denize girmek hiç de fena bir fikir değildir. Belki de şöyle bir denge cümlesine ihtiyacımız var: Bazı arzular da gerçekleşsin, hayat da durmasın, devam etsin çünkü “Ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum.”
Meraklısı için
Glynos, Jason, and Yannis Stavrakakis. “Lacan and Political Subjectivity: Fantasy and Enjoyment in Psychoanalysis and Political Theory.” Subjectivity, 24 (2008):256–274.
Dinçşahin, Ş., & Çakın, B. (2025). Discourses of inclusion and exclusion towards Syrian refugees in Turkey: a psychoanalytic approach. Turkish Studies, 26(3), 604–632.
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

