Annelere Soru: En Son Ne Zaman?
En Son Ne Zaman?
Çocuk eğitiminde keşke renkli tabletler olsa da gerektiğinde çantadan çıkarıp verilebilse…
Mesela; kırmızı tabletler: Günde bir kez tok karnına alınınca inatçılığa birebir.
Sarı tabletler: Ders çalışmayan çocuklarda çok etkili. Derse başlamadan hemen önce alınmalı.
Pembe tabletler: Kardeş kavgalarına kesin çözüm. Tüm kardeşlere sabah kalkınca aç karnına birer tane verilir, kavga yok, gürültü yok.
Yeşil tabletler: Bu tabletler de hareketli çocukları sakinleştiriyor. Bu tableti alan çocuklar anne-babalarının sözünden hiç çıkmıyorlar.
Ama yok işte. Böyle tabletler yok. Bence iyi ki de yok. Eğer olsaydı ana-babalığın rengi sadece tabletlerde kalırdı.
İşte bu yüzden çocuk eğitiminde tablet bilgiler ve çözümler de yok. Birçok meslektaşım katılacaktır sanırım bana, psikolog olmak hele de çocuklarla çalışmak bizi sosyal hayatta pek çok soruyla karşılaştırır.
Hani bir doktor görüp, hemen bir ilaç sorarız ya. Veya bir avukatla karşılaştığımızda mevcut bir hukuki sorunumuzu paylaşırız. Ya da bir inşaat mühendisi gördüğümüzde, evimizin depreme dayanıklı olup olmadığını sorarız. Bunun gibi bize de arkadaşlarımız, dostlarımız, sosyal hayatı paylaştığımız kişiler çocuklarıyla ilgili bir şeyler sorarlar. İşte benim en zorlandığım anlardır. Tablet yok ki hemen çıkarıp vereyim.
Yardımcı olmayı ve yanıtlamayı çok isterim. Önce durur ve derin bir nefes alırım. Bazen öyle sorular sorulur ki üzerine en az 10 seans yapılması gerekir. Ya da bazı sorular var ki sadece bunun yanıtı ile ilgili bir kitap yazılabilir. Yine de dilimin döndüğünce yanıtlamaya çalışırım, pek işe yaramayacağını bilsem de.
Çünkü aslında soruyu soran üç aşağı beş yukarı yanıtı da bilmektedir bilmesine ama bilse de bir şeyler onu uygulamaya geçme konusunda engellemektedir. Zaten bazen de yanıt verdikten sonra yüzüme “bu mu yani?” diye bakıldığını hissederim. Ya da “söylemesi kolay da yapması öyle kolay olmuyor ama” derler.
Uçaklarda yapılan bir anons vardır. Tehlike durumlarında oksijen maskesini annelerin önce kendilerine sonra çocuklarına takmaları önerilir. Sıradan gibi görünen, belki de defalarca duyduğumuz bu anons, aslında çocuk eğitimi ile ilgili çok önemli bir felsefeyi içinde barındırmaktadır.
Öğrenilen annelik rolünde çocuk hep önceliklidir. Ama çocuğunu kurtarmaya çalışırken, anne kendisini yok ettiğini fark etmez çoğu kez. Anne nefessiz kalırsa çocuğu kurtarma şansını tamamen yitirmiş olacaktır.
Elbette ki çocukların öncelikli olduğu durumlar olmalıdır. Ama bu öncelikler anneyi yok edecek öncelikler olmamalıdır.
Toplumumuzda annelik rolü ile “saçını süpürge etme” deyimi birlikte düşünülür. Anne kendinden vazgeçip, durmaksızın çocuğa bir şeyler vermeye başlayınca istemese de, aksini iddia etse de çocuktan beklentisi çok yükselir. Çocuk bu beklentileri bugün ya da gelecekte karşılayamayacaktır. Anne de böylesine vermişken, karşılık alamadığını düşünüp büyük hayal kırıkları ile baş başa kalır.
Hepimizin çevresinde, belki çok yakınında çocukları için gençliğini feda etmiş anneler vardır. Böylesi bir ilişkinin sağlıklı olması beklenemez. Anne çocuklarına hiçbir zaman ödeyemeyecekleri bir borç vermiştir. Koskoca bir yaşamın bedelini hiçbir evlat ödeyemez. Ömür boyu minnet duyulan bir ilişki doğar ki minnet duyularak kurulmuş bir ilişki, sağlıklı bir ilişki için hiç de tercih edilen bir biçim değildir.
Ve bir gün gelir, beklentisi şu ya da bu şekilde karşılanmayan anne, “senin için neler yaptım der”, aldığı cevapsa çok can acıtıcı olabilir; “yapmasaydın…”
Aslında bu cümlenin alt yazısı annenin canını acıttığı gibi, çocuğun da canını acıtmaktadır. Çocuk “Yapmasaydın da beni böyle borçlu bırakmasaydın… Yapmasaydın da ben de kendimi daha özgür hissetseydim… Yapmasaydın da benden bu kadar çok şey beklemeseydin… Yapmasaydın da kendimi mutlu ve iyi hissettiğim anlarda bu kadar suçluluk duymasaydım…”
Çok can acıtıcı değil mi sizce de?
Çevremizde sıklıkla rastladığımız, çocuk doğunca hayattan istifa eden anneler vardır. İşlerini bırakırlar, kendileriyle ilgilenecek vakitleri yoktur, sosyal çevrelerinden yavaş yavaş izole olurlar, eşleriyle ilişkileri neredeyse aynı evde yaşayan iki arkadaş gibidir.
Çocuğun doğumuyla hayat sanki durmuştur. Aradan dört beş yıl geçer, artık ufaklık büyümüş ve okul çağına gelmiştir. Şimdi ne olacak? Haydi, sil baştan mı? Ya da depresyon mu?
Bildiğimiz bir şey var ki böylesine annelik odaklı bir yaşamda, çocukla kurulan ilişkinin, bir bağımlılık ilişkisi olması kaçınılmaz.
Kendimize bazı sorular soralım. Bakalım annelik odaklı bir yaşamımız mı var:
En son ne zaman kız arkadaşlarla buluşup, yemeğe gittiniz?
En son ne zaman kendi başınıza bir kitapçıya gidip, yeni çıkan kitap ve albümlere göz attınız?
En son ne zaman eşinizle romantik bir akşam yemeği yiyip, el ele sokaklarda gezdiniz?
En son ne zaman iş çıkışı arkadaşlarınızla bir kahve içtiniz?
En son ne zaman eşinizle baş başa bir tatil yaptınız?
Bu soruların yanıtları “çoook uzun zaman oldu, hatırlamıyorum” türündense, anneliği yaşayışınıza bir daha bakmak lazım.
Eğer anne mutluysa çocuk da mutlu olacaktır. Anne mutsuzsa, kişisel birtakım tatminler yaşamıyorsa, okuduğu çocuk gelişimi kitapları pek de işe yaramayacaktır.
Kısaca; öğrendiğiniz annelik rolüne kendinizle ilgili eklemeler ya da çıkarmalar yapmazsanız, yani kendinizi mutlu kılmazsanız, bu uzun soluklu yolculukta çabuk yorulmak, hatta bazen de tükenmek kaçınılmaz olacaktır.
Hayat “anne” olmaktan çok başka anlamlar da içerir. “Annelik” en önemlisi olabilir ama asla tek anlam olmamalıdır.
Sevgiyle kalın…
Psikolog Ebru YILMAZ / Doğafen Anaokulu
Yorum Yazın