Türkiye'nin Politik Tarihinden Nostaljik Meclis Kavgaları
İngiliz Kralı John, karşılaştığı bir dizi isyandan bunalması ve bu işin böyle gitmesi halinde yerine geçebilecek herhangi bir varis olmasa bile bazı baronların kendisini öldürmesinden korkması gibi her mantıklı insanın pek de fena bulmayacağı sebeplerle, bir kerelik olsun bir değişiklik yaparak farzı misal sırf canı öyle istiyor diye kimseyi öldürmemeyi, vergi konusunda da tebaasına danışmayı kabul etti. Bugün Magna Carta Libertatum adıyla bilinen bu büyük sözleşme gerçi John'un hayatını kurtarmasına yardımcı olmadı ama, 'Parliamentum' adıyla bir kurul kurulmasına ve dünyada modern meclis geleneğinin başlamasına neden oldu. 1215 yılında Thames Nehri'nin kenarında bu gelişmeler yaşanırken, bizim buralarda hava birazcık daha değişikti. Daha ortalarda Osmanlı İmparatorluğu yoktu ve John adı verilen keferenin türlü çeşit garbi nedenle vazgeçtiği imtiyazlarına külli sahip olan Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus, kardeşi Alaaddin Keykubat'a karşı kazandığı zaferin ve Sinop vilayetini küffardan alışının tadını çıkartıyordu. Bu sebeple olacak bize Meclis envai çeşit ecnebi memleketten 6 yüzyıl kadar sonra geldi. Gerçi, bu 6 yüzyıl da pek fena yaşanmış değildi ama 19. asrın sonuna gelindiğinde Devlet-i Aliye artık birazcık kendisini çağın dışında kalmış, küffarla mücadelesinde de biraz geriye düşmüş buluyordu. Bu sebeplerden, Memleketin halifesi, Memalik-i Ali Osmaniye'nin tek maliki, Rum'un sultanı, Cezayir'den Mısır'a envai çeşit memleketin yegane hakimi biricik Osmanlı İmparatoru İkinci Abdülhamid, üstünde güneş batmayan İmparatorluğun İmparatoriçesi, Hindistan'ın maliki, türlü çeşit uzak diyarda olmadık kolonileri bulunan dönemdaşı Büyük Britanya ve İrlanda Kraliçesi Victoria'nın bile parlamento adı verilen bir kuruma bir takım yetkileri bırakarak rahata erdiğini, memleketin külli ahalisini de Benjamin Disraeli adlı bir başka keferenin idaresine bırakmış olması nedeniyle habire yan gelip yattığını ve bayağı da kilo aldığını farkettiğinden olacak, en sonunda bir Anayasa yazılmasını, memleketin her neviden işiyle uğraşmaktansa bu işlerle tebaasından bir takım tabilerin uğraşmasını, bu arada da sağdaki ve soldaki insanların keyfi olarak tavuk gibi öldürülmemesini, kanun ve nizamın hakim olmasını, herkesin belli haklara sahip olup bu hakların da gene tebaaya mensup şahısların görev aldığı mahkemeler eliyle korunmasını kabul etti. Biz de böylelikle 1876 yılında bir Anayasa'ya kavuştuk. En sonunda şükürler olsun, Meclis-i Umumi adıyla parlamentomuz kapılarını Padişah efendimiz tarafından seçilmiş bulunan Heyet-i Ayan ve bu gariban halkın -artık hangi akıllarla Allah bilir- seçtiği bir takım vekillerden oluşan 'Heyet-i Umumi'ye açtı. Biz de tarihimizde ilk kez olsun Mebus denilen insanlarla tanışmış olduk. Gerçi o zamanın Mebusları da güçlü kuvvetli kimselerdi ama, birbirleriyle şöyle adam akıllı bir kavga etme fırsatı bulamadan Rus Harbi sebebiyle Meclis kapanıverdi. Daha sonraları bazı tarihçiler bunu bazı mebusların Rus Harbi sırasında Padişah Efendimizin asabiyesini bozacak nazarda yaptıkları tenkitlere bağlarlar ama, Padişah hazretlerinin de bu parlamento denilen işe pek akıl sır erdiremediği, canı nasıl çekerse öyle hükmetme hakkı varken hangi sebeple habire durdurulmaya çalışıldığını pek anlamadığı da vakiadır. Sene 1908'e gelindiği zaman memleket ahalisinde bir takım huzursuzluk baş göstermeye başladı. Özellikle baş vergisi denilen bir vergi türü Erzurum'dan İzmir'e ahalinin canını sıkıyor, olmadık yerlerde olmadık isyanlar baş gösteriyor, Padişah efendimizin yolladığı tabur tabur erat bile isyankarlara katılarak 'hak isteriz' de 'hak isteriz' diye tutturuyor, Avrupa'yı mesken eylemiş bir takım zevatın adalet, özgürlük ve eşitlik talepleri memleket ahvalinde de zemin buluyor, millet Anayasa da Anayasa diye birbirini boğazlayacak hale geliyordu. En sonunda Resneli Niyazi Bey namlı bir zat Manastır'da hürriyeti ilan ediverince iş yayından çıktı ve Padişah Efendimiz, Thames nehrinin kenarında duran John gibi düşünerek, Anayasayı bir kez daha kabul etmenin pek fena bir fikir olmadığı noktasına geldi. Artık bir Padişah tahta çıktığı zaman, Meclis-i Umumi önünde Anayasa hükümlerine uymaya ve millete sadakat yemini ediyor, en üstün iradenin milli iradenin tecellisi olan Anayasa ve hükümleri olduğunu kabul ediyordu. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Mondros Mütarekesi ilan edilince, memlekette bir kere daha Meclis kapatıldı. Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Kuva-i Milliye hareketi de İstanbul'da açılan Meclis'in pek bir işe yaramadığını, habire kapatılıp açıldığını, böyle açıp kapatma usulüyle de memleketin idaresinin biraz savsakladığını büyük bir isabetle fark ederek, bu Meclis işini Padişah'tan biraz uzakta Ankara civarında hayata geçirmenin çok daha sağlıklı olacağını, hem bu suretle İşgal Kuvvetleri ile de pek muhatap olunmadığını öngörerek, Ankara'da Büyük Millet Meclisini açtılar. O tarihten itibaren de yüce Meclisimizin çatısı altında vatan görevini ifa etmekte olan vekillerimiz arasında nümayiş hiç eksik olmadı. Vekiller kah alengirli sözcükler ve ithamlarla birbirlerine vatan aşklarını gösteriyor, kah sövgülerle millete hizmet sevdalarını dermeyan ediyor, bazı hallerde fiziken birbirlerine müdahalede bulunmak suretiyle milli çıkarları koruma noktasındaki kararlılıklarını birinci elden gösteriyordu. Her ne kadar bazı başka parlamentolarda vekiller Judo, Aikido, Karate hatta Kick Boks gibi sporlarla gençlerini teşvik etme yolunda büyük merhaleler kat etmiş olsa da, bizim parlamentomuz böyle bir boyut asla kazanmadı. Konunun özünden sapmadan ve yan yollara dalaşmadan birbirinin üstüne çullanan, yürüyen, tokat, tekme, kafa atma gibi geleneksel ikna yöntemleriyle işini görmeye keskin kararlı vekillerimiz sayesinde memleketin her tarafında tartışma adap ve usulü gittikçe gelişti. Yasama görevini sadece bir gönül ve fikir işi olmaktan çıkartıp fiziki bir kondisyon meselesi haline de getiren bu yöntem uzun yıllar parlamentomuza damgasını vurduğundan olacak, kanun yapma işi de bayağı önemli bir anlam kazandı. Artık kanunlarımız sadece manen veya zihnen yetkin vekillerimiz eliyle değil, aynı zamanda fiziken de dirayetli, memleketin hangi ucuna gitse kondisyonuyla parmak ısırtacak vekillerimiz aracılığıyla yapılıyor, bir kanun vekillerimizi listelere yazan haşmetmaaplarının hoşuna gitmeyecek olsun gerekirse boğaz boğaza ceng edilerek hali yoluna koyuluyor.