Kuzey Almanya’da ormanlık bir bölgede avlanmaya çıkanlar aniden garip bir yaratıkla karşılaşırlar; yarı insan yarı hayvan bir hilkat garibesi. Dikkatlice bakınca anlarlar ki 12-13 yaşında bir oğlan çocuğudur karşılarında duran. Ama çocuktan ziyade kurda benzemektedir. Çıplak, kirli ve tepeden tırnağa kıllarla kaplı; saldırgan, öfkeli, diken üstünde. Doğar doğmaz ormana terk edilmiş, kurtlar arasında büyümüş bir can. Ağlarla, silahlarla etkisiz hale getirip yakalarlar. Üzerine bir şeyler giydirip derhal dönemin asilzadelerinden Hanover Dükü’nün karşısına çıkartırlar. Başköşeye oturturlar, ne de olsa onur konuğu sayılır. Masada onlarca seçkin misafir vardır; hepsi de soluğunu tutup oğlanı inceler. Nasıl yemek yiyecek acaba? İnsan gibi mi hayvan gibi mi? Soylu bayanlar gözlerini kırpıştırarak izlerler. Bu esnada oğlan, kimseye bakmadan yemeye başlar. Ekmeğe, hamur işlerine elini sürmez. Bol bol meyve, sebze ve çiğ et indirir gövdeye. Çatal bıçak kullanmayı bilmez, elleriyle yer. Peçete neye yarar anlamaz, ağzını avuçlarına siler. O şapır şupur sesler çıkartarak yedikçe masadaki bayanlar yelpazelerinin arkasına saklanır. Oğlana oracıkta bir isim verilir: Peter. “Vahşi Peter” nam-ı diğer. Tam bir sene boyunca zavallı Peter’ı eğitmeye, medenileştirmeye, sosyalleştirmeye çalışırlar. Bütün ısrarlara, azarlara, cezalara rağmen ehlileşmez; yatakta yatmaz, yerde uyur. Yastık yorgan kullanmaz, ister yaz olsun ister kış. Konuşmayı hiçbir zaman öğrenemez; hele okuma yazmayı zinhar.
Kitaplara, harflere korkuyla bakar, bilmediği bu cisimleri idrak edemez. Bir tek kendi ismini söylemeyi becerir, o kadar. “Yaşasın Kral” demeyi öğretmek için uğraşırlar, onu da eline yüzüne bulaştırır. Kelimeler ona göre değildir, güvenmez hiçbirine. Kurt çocuğa yürümeyi, oturup kalkmayı, selam vermeyi, kısacası toplum adabını öğretmek için hocaların biri gider biri gelir. Hepsi de havlu atıp, peş peşe istifa eder. Peter onlardan nefret eder. İlk fırsatta topuklayıp ormana kaçar, ait olduğu yere. Ama bırakmazlar. Bulur, yakalar, geri getirirler medeniyet denilen cehenneme. Bu sefer Londra’ya götürülür; orada da tıpkı Almanya’da olduğu gibi halkın ve kraliyetin büyük ilgisini çeker. İnsanlar seyretmeye gelirler akın akın. Kafesinde bir hayvan gibi teşhir edilir. Zengin ve muktedir çevrelerde dalkavuklar, yalakalar cirit atar bugün olduğu gibi o dönemde de. Bu tiyatro dekorunun ortasına bomba gibi düşer Peter. Para pul, şan şöhret, hiçbir şey umurunda değildir. Krala da hizmetçiye de bir davranır. Çıkarsız, hesapsız. İnsan ayrımı yapmaz, her şeyin yapmacık olduğu anlarda ve mekânlarda sahici olan tek şey odur aslında. Bu yüzden ondan hem “iğrenir”, hem de onsuz yapamaz olur asiller. Nitekim prenseslerden biri onu süs bitkisi gibi malikânesinde tutmaya kalkar. Bu arada edebiyatçılar, Peter ile tanışmak için kuyruğa girer. Yazar Jonathan Swift ondan etkilenir, hallerini gözlemler ve daha sonra tüm bunlar Gulliver’in seyahatlerindeki karakterlere ilham olur. Keza dünya edebiyatının en önemli kalemlerinden Daniel Defoe da Peter hakkında yazılar döşenir.
Sonunda Peter kendi haline terk edilir. Ne var ki artık ormanlara ait değildir, dönemez. Toplumla da yıldızı barışmaz. Arada bir yerde, kaygan ve kaypak bir arafta sıkışır kalır, hiçbir yere yanaşamaz. Bu arada içki içmeye başlar kahrından. Vahşi çocuk Peter büyümüş, alkolik olmuştur. Oradan oraya savrulur, gittiği her yerde ya sorun çıkarır ya yanlış anlaşılır. Başı bir türlü beladan kurtulmaz.
Hakkında arama emri çıkartılır. Bir ülkeden bir ülkeye, mütemadiyen sürgünde gider gelir. 72 yaşında son nefesini verir. Hâlâ konuşmayı öğrenememiş vaziyette, hâlâ bir yere ait olamadan. Mezar taşına yazarlar: 1785Vahşi Oğlan Peter