OSMANLI PADİŞAHLARI ve BÜYÜKLERİNDEN ÖĞÜT VERİCİ ANEKDOTLAR
SULTAN AHMED’İN VEFATINI HİSSETMESİ
- Sultan 1. Ahmed (1590-1617), kalbi hayatının derinliği olan oldukça müttaki birOsmanlı Padişahıdır. Bahti mahlasıyla Peygamber Efendimiz (sav) sevgisini ve bağlılığını ifade eden çok içli şiirleri vardır:
Nola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i resmini ol bazret-i şab-i Resül’ün.
İşte bu ince ruhlu Osmanlı sultanının vefat etmeden bir gün önce huzurunda bulunan mabeynci Mustafa, Ahmed Han’ın odada muhatabını göremediği kimselere karşı dört defa; “Ve aleyküm selam” dediğine şahit oldu.
Mabeynci, bir mânâ veremediği bu garip davranışların sebebini Sultanına sorduğunda, Sultan Ahmed Han şu cevabı verdi:
“O anda Hazreti Ebu Bekir-i Sıddık, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz geldiler ve bana; ‘Sen, dünya ve ahiretin sultanlığını kendine toplamışsın. Yarın Resulullah (sav) Efendimiz’in yanında olacaksın’, buyurdular.”
Gerçekten de bu Hak dostu, denildiği gibi ertesi gün vefat ederek sevdiklerine kavuştu.
700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT
- Okuyacağınız yazı ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali’nin Osmanlı Devletinin kurucu ve damadı olan Osman Bey’e verdiği öğütleri anlatan nasihatidir.
“Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin… Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz. Üç kişiye acı:
*Cahiller arasındaki alime,
* Zenginken fakir düşene,
* Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
“Bilesin ki atın iyisine DORU,”
“Yiğidin iyisine DELİ derler.”
BİR KÂSE YOĞURT
- Osmanlı Devleti döneminde her paşa ve padişah için, memleketinde herkesin istifadesine açık bir hayır kurumu yapıp ahirete öyle gitme, en büyük ideal idi. Bu sebeple, fethedilen yerlerde her biri bir cami, bir külliye veya bir hastane yapıp gitti. Ecdâdımız, kendi devirlerinin kültürünün gerektirdiği müesseseleri kurdular. İnsan nerde neyi tahsil ederse etsin ama Rabbiyle her zaman irtibatlı olsun diye camisiz yer bırakmadılar.
İşte bu düşünce Kanunî’ye de Süleymaniye Camiini yaptırdı. Ancak o, yaptıracağı eserin yalnız kendi defterine kaydolmasını arzu ediyor ve Rabb’ine böyle bir armağan takdim etmek istiyordu. Onun için, ustalara sıkı sıkıya tenbihatta bulunuyor ve “Kimseden yardım kabul etmeyin” diyordu.
Cami duvarları her gün yükseledursun, karşıdan bu camii mahzun mahzun seyreden bir nine vardı. İnekleriyle başbaşa, onların sütüyle geçinen bu yaşlı kadın, inkisar içinde kendi kendine, “Ey Allah?ım, Kanunî’ye servet verdin, malk-mülk verdin, Senin uğrunda bir cami yaptırıyor. Bu fakir kuluna bir şey vermedin; ne yapayım da, ben de Senin rızanı kazanayım. Benim elimden böyle işler gelmez. Elimden gelen, ustalara bir tas yoğurt ikram etmektir.” der ve ustalara müracaat eder.
Onlar, padişahın izni olmadığını söylerlerse de, kadının ısrarına dayanamayıp, yoğurdu alıp yerler. Büyük hükümdar, o gece rüyada, yaptığı işin mizanda tartıldığını görür. Terazinin bir kefesine Süleymaniye Camii, diğerine ise bir tas yoğurt konulmuş ve yoğurt, camiden ağır basmıştır. Sabah olur; Kanunî, ayakları titreye titreye ustaların yanına gelir: “Ne yaptınız, kimden ne aldınız?” diye sorar. “Yaşlı bir nine geldi; çok ısrar etti; yalvarıp yakarmalarına dayanamadık ve bir tas yoğurt aldık.” derler. İşte, Süleymaniye’ye ağır basan yaşlı kadının o bir tas yoğurdudur. Kanunî, gördüğü rüyayı oradakilere nakleder.
- Sultan Ahmed’le Aziz Mahmud Hüdayi birbirlerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır.
Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud’a bir hediye sunmak istiyordu. Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti. Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu.
Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi’nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî’ye gönderdi .Sivasî kabul etti.
Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi’e sunduğu ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretlerigerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu :
- “Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin” dedi.
Aziz Mahmud Hüdayi’ye de :
- “Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti” dediler.
Onun tepkisi de şöyle oldu :
- “Onun için hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dur ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir.”
YAVUZ SULTAN SELİM VE ŞAH İSMAİL
- Yavuz Sultan Selim çok dehşetli ve gizemli bir padişah olmasının yanında çok ama çok yetenekli bir şairdi de...
Yavuz Sultan Selim henüz şehzadeyken İran şahı Şah İsmail ile satranç oynar ve o güne kadar Şah İsmail'i yenen ilk kişi olur. Osmanlı şehzadesi olduğunu bilmeyen Şah İsmail Yavuz Sultan Selim' e bir kese altın verir ve bundan sonra başı ne zaman sıkışırsa yanına gelmesini tembihler...
Yavuz Sultan Selim de bunun üzerine şu sözleri söyler:
Sanma sakın herkesi sen sadıkâne yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkâne belki ol âlemde serdar olur
Yâr olur ağyar olur serdar dildâr olur.
Bugünkü Türkçesiyle:
Şahım sen herkesi kendine sadık dost sanma
Sen herkesi dost sanma belki o düşmanın olur
Belki o kişi alemlerde sözü geçen olur
Dost olur düşman olur sözü geçen olur hükümdar olur.
Ama sözlerin taşıdığı anlamdan daha da ilginç olanı biçemi…
Bir de yukarıdan aşağıya okuyun
Sanma sakın...... herkesi sen........ sadıkâne....... yâr olur
Herkesi sen.......dost mu sandın..... belki ol....... ağyar olur
Sadıkâne.........belki ol.............âlemde......... serdar olur
Yâr olur..........ağyar olur..........serdar olur.....dildâr olur
Nasıl okusanız okuyun hep aynıdır. Bu bir zeka örneğidir...
YAVUZ SULTAN SELİM VE ŞAH İSMAİL-2
- Aradan yıllar geçmiş ve Yavuz Sultan Selim artık şehzade değil Osmanlı Padişahı olmuştur. Şah İsmail’le arasındaki gerginlik devam etmektedir.
Bir gün Şah İsmail bir elçi heyeti ile Yavuz'a bir hediye sandığı yollamış. Yavuz'un huzurunda açılan sandıktan çok değerli eşsiz benzersiz mücevherler çıkmış ama ortalığı pis bir koku kaplamış. Hemen anlamışlar ki sandığın dibinde insan dışkısı varmış ve Şah İsmail bunu alay etmek için yapmış.
Bunun üzerine divanını toplayan Yavuz Sultan Selim öyle bir şey düşünün ki ona unutamayacağı bir cevap verelim demiş, herkes bir fikir önermiş fakat en güzel fikri yine Yavuz Sultan Selim bulmuş...
Hemen bir elçi heyetiyle Şah İsmail’e bir hediye sandığı yollamış. Sandık Şahın huzurunda açılmış ve içinden dünyanın en değerli mücevherleri çıkmış, aynı anda da ortalığa çok güzel bir gül kokusu yayılmış. Sandık ve mücevherler gül suyuyla yıkanarak yollanmış çünkü. Sandığın içinden çıkan notu okuyan Şah İsmail neye uğradığını şaşırmış:
'Dünya hali bu şahım, herkes yediğini ikram eder...'
OSMANLI ELÇİSİ VE BİZANS İMPARATORU
- Fetihten aylar önce Fatih, Bizans İmparatoruna elçi yollamış ve çok kısa zamanda İstanbul'u alacağız, gelin kan dökülmeden İstanbul'u boşaltın diye haber salmıştır. İstanbul'un fethine imkan tanımayan Bizans İmparatoru Contantin buna kahkahalarla gülmüş ve elçiye kendi kültürlerine göre bir alay tarzı olan şu çümleleri söylemiştir: 'İstanbul'u fethetmeden önce beni yemeniz lazım'
Elçinin cevabı Constantin'in yüzüne tokat gibi çarpmıştır:
'Biz domuz eti yemeyiz...'
MİMAR SİNAN VE NEZAKET
Mimar Sinan, yaptığı camiyi karşıdan seyrediyordu. Camiin etrafında oynayan çocuklardan biri yanına geldi. Sinan'ı tanımıyordu. Ona:
'Bak amca! Bu minare eğri.' dedi.
Bunu diğer çocuklar da tasdik ettiler. Mimar Sinan çocukların bu ifadeleri karşısında onlara dedi ki:
'Çocuklar! Madem ki minare eğri, düzeltelim. Haydi biriniz gitsin evinden uzunca bir ip getirsin.' Çocuğun biri koşa koşa evine gider. Biraz sonra uzun bir ip ile getirir. Sinan o ipi minareye bağlar. Çocuklarla beraber minareyi düzeltmek için ipe asılırlar.
'Haydi çocuklar asılalım!'
Hepsi ipe asılınca, çocuklardan biri:
'Tamam amca, düzeldi,' der. 'Minare şimdi doğruldu.'
Mimar Sinan gülerek oradan uzaklaşır...
Koca Mimar, minarenin eğri olmadığını pekâlâ biliyordu. İple çekilmek suretiyle düzelmeyeceğinden de haberi vardı.
O kadar zahmete katlanması çocukları ikna içindi.