Görüş Bildir

Berlusconi Haberleri

Berlusconi ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Berlusconi ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

Popüler İçerikler

Berlusconi Milan'ın Satılacağı Söylentilerini Reddetti
Silvio Berlusconi, Milan'ı satmak gibi bir niyeti olmadığını açıkladı ve iddiaları yalanladı. İtalya'nın eski başbakanı ve AC Milan'ın sahibi Berlusconi, Milano devinin satılacağı yönündeki haberleri yalanladı. Fininvest Holding'e satılması gündeme gelen İtalyan kulübü hakkında açıklamalarda bulunan Berlusconi, 'Milan taraftarları söylentilere inanmamalı. Kulübü satmak istemiyorum.' dedi. Milan bu yıl oldukça kötü bir performans sergiliyor. 35 puanla 10. sırada bulunan Milan, geçen sezon gösterdiği performans ile aynı haftada 45 puan toplamıştı.Goal.com
Berlusconi Huzurevinde Yaşlılara Bakacak
Berlusconi haftada bir gün sabah ya da öğleden sonra, Milano yakınlarındaki huzurevinde kamu yararına hizmette bulunacak Vergi yolsuzluğu davasından dolayı mahkûm olan 77 yaşındaki eski İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi , cezasını 9 ay boyunca huzurevinde çalışarak dolduracak. 4 yıl hapis cezasına çarptırılan, ancak yaşından dolayı hapis yerine kamuda çalışma cezası talep eden Berlusconi'nin, huzurevinde engelli yaşlılara bakacağı ifade edildi. Eski İtalya Başbakanı'nın, 4 yıldan 1 yıla indirilen cezası gereği 9 ay boyunca gece saat 23.00'ten sabah 06.00'ya kadar dışarıya çıkamayacağı belirtildi. Bir İtalyan gazetesinin adli kaynaklara dayandırdığı habere göre, Berlusconi haftada bir gün sabah ya da öğleden sonra, Milano yakınlarındaki huzurevinde kamu yararına hizmette bulunacak. Mahkemenin önümüzdeki günlerde cezanın şekli konusunda nihai kararını vereceği ifade edildi.T24
‘Halk Adına Sağlam, Gözüpek, İyi Gazetecilik’
YAVUZ BAYDAR HABERLER YORUMGuardian, dünyada gazeteciliğin yükselen yıldızı. Hız kesmek bir yana, peşindekilerle arayı ha bire açıyor. Yazılı basının çöküntü halinde olduğu dünyada, dijital ortamda yepyeni, gözüpek bir habercilik inşa ediyor.Birkaç gün önce, aylık online tekil okunma oranının 100 milyonu aştığını duyurdu Guardian. Küresel dijital haber erişiminde, önünde sadece Mail Online var. Tabii aralarındaki fark, Guardian gazeteciliğinin köklü gelenekten destek alan ciddi gazeteciliği. Bu yıl ödüle doymayan bir Guardian var. ABD başta olmak üzere iktidarların, güvenlik gerekçesiyle vatandaşları George Orwell’in kehanet dolu romanı ‘1984’e taş çıkartırcasına elektronik ortamda nasıl denetim altına aldığı, nasıl bir küresel fişleme mekanizması kurulduğu, gazetenin Edward Snowden’ın sızdırdığı NSA dosyalarını gözünü kırpmadan sayfa sayfa, bölüm bölüm yayınlaması sayesinde anlaşılabildi.Dünyayı sarsan, Beyaz Saray başta olmak üzere pek çok iktidar odağında köklü değişiklikleri getiren Snowden olayı, Guardian’a bu yıl en prestijli ödülleri getirdi. Mart ayı ortasında, Avrupa’nın gazetecilik Nobel’i sayılan EPP Basın Özel Ödülü’nü Guardian Genel Yayın Yönetmeni, saygıdeğer dost ve meslektaşım Alan Rusbridger ile paylaşmanın gururunu yaşamıştım. Peşinden, Britanya’nın görkemli basın ödüllerinin en önemlisi, ‘Yılın en iyi gazetesi’ ödülü de Guardian’a gitti. Ve geçenlerde, tahminim gerçekleşti: Columbia Üniversitesi’nin yönetimindeki ünlü Pulitzer Ödülü, ‘kamu hizmeti’ (en önemlisi) dalında, Guardian ve Washington Post arasında paylaştırıldı. Bir ‘yabancı’ gazetenin ABD medyasına verilen ödüle layık görülmesi çok ender bir hadise. Bunu, yeni gazeteciliğin sınırları aşmışlığı olarak görmeliyiz.Guardian’a ödül, ‘Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın kapsamlı ve gizli gözetim sistemini ifşa eden atak haberciliği ile, hükümetler ve kamu arasında güvenlik ve mahremiyet konularında tartışmalara yol açması’ gerekçesiyle verildi. Hiçbir ödül, günümüz haberciliğinde en güncel, en yakıcı konuyu bu kadar net işaret edemezdi. Rusbridger, Snowden öyküsünü ‘21’inci yüzyılın şu ana kadarki en önemli gazetecilik olayı’ olarak niteleyecekti. ‘Başka bir benzeri yok bunun. Bir haber kuruluşundan çıkan ifşaatlar direkt ABD Başkanı’na kadar ulaşıyor, Kongre yasaları değiştirmek zorunda kalıyor, haberler dünya başkentlerini sarsarken, dünyanın en büyük teknoloji şirketleri, ABD yönetiminden görüşme talep ediyor.’Haklı. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve tabii Türkiye, bu işle uğraşan bizler, internet eksenli elektronik dünyada eldeki bütün imkanları sıradan yurttaşları mutlak kontrol altına alıp fişleme için seferber eden ceberut devlet yapıları ile elindeki internet, sosyal medya araçlarını şeffaflık ve hesap sormak için kullanan yeni medya arasında olduğunu iyi biliyoruz. Habercilik kamu adına yapılırsa riskleri her yerde olur. Nitekim, Snowden dosyaları yayınlanmaya başlayınca, Britanya gibi ‘hür’ bir ülkede inanılmaz şeyler yaşandı. NSA dosyalarının İngiltere kısmı yayınlandıkça paniğe kapılan Cameron hükümeti, ‘ulusal güvenlik’ bahanesiyle önce gazeteyi tehdit etti ve polis geçen yıl temmuz ayında gazeteyi matkap ve çekiçlerle basıp bir yığın bilgisayarı paramparça etti. Bu sırada, Rusbridger, o her zamanki sakin, durgun sesiyle şunu söylüyordu: “Nafile uğraşıyorsunuz, kayıtları sadece burada saklamıyoruz, en az dört ülkede kopyaları var ve biz kamu yararı adına bunları yayınlamaya devam edeceğiz.”Öyle oldu. Baskının ertesi gününden itibaren dosyalar, daha da yoğun bir içerikle yayınlanmaya devam etti. Halen de ediyor. Bu, bize, iyi ve gözüpek gazetecilik yapılırsa, halktan mutlaka olumlu karşılık bulacağını ve etkili olacağını kanıtlıyor. Snowden haberleri her gün ortalığı birbirine katarken, Guardian’ın genel yayın yönetmeni ‘hayatında ilk kez’ yollarda tanımadığı insanlar tarafından tebrik edilmiş, ‘devam edin’ mesajları almış. Yığınla insan gazeteye para yağdırmış, ‘işte böyle gazetecilik istiyoruz’ notlarıyla beraber. Meslekî duruşunu açıklarken, ‘dik durmak ve iktidardan hesap sormak’ diyor Rusbridger. ‘Sağlam durmak, gerçeği anlatmak ve bu tür gazeteciliği her türlü saldırıya karşı savunabilmek. Bizim değerlerimiz...’Ödülünü kutlarken ‘eh, artık polis Guardian’ı en azından bir süre basamaz’ diye şakalaşmıştık. Avrupa Basın Özel Ödülü’nü gazete barında beraber kutlarken Rusbridger’a Türkiye’yi sarsan telefon kayıtları ve sosyal medya etkisini anlattım. Tüm örnekleri anlatıp sordum: ‘Bunları basar mıydın?’ Cevabı netti: ‘Hiçbir şüphen olmasın.’Türk medyasında ‘kamu yararı’ korkusuEPP ve Pulitzer ödülleri, tüm dünyaya kamu yararı adına riskler göze alınarak yapılan bir haberciliğin ne denli değerli ve gerekli olduğunu anlattı. Kusursuzu arayan gazeteciliğin artan önemini de vurguladı. Bu bakımdan tarihî anlam taşıyorlar. Bunlar olurken, iktidar-patron çifte baskısı altında boynu iyice bükülmüş Türkiye medyasında, hem sızdırılmış kayıtların yayını hem de internet özgürlükleri aleyhine, kendisine ‘gazeteci’ sıfatı takıştıranların açtığı kampanyanın utanç vericiliği daha da bariz biçimde ortaya çıkıyor. En tecrübeli bildiğimiz meslektaşlarımız bile ‘ama bunları yayınlarsak, yarın bizimle ilgili kayıtlar çıkarsa ne yaparız?’ diye yazabildiler. Zaman, Cumhuriyet, Taraf gibi tek tük gazeteler dışında kamu hizmeti nedir, hatırlayan olmadı. Kamu yararı ile özel hayatın gizliliği arasındaki hassas dengeyi anlamak istemeyenler hâlâ ağır basıyor. Hazin.Bu vesileyle, bazı hatırlatmalarda bulunayım. Bağımsız Medya Platformu P24’e yazdığım bir analizde altını çizdiğim noktaları buraya alıyorum:Gazeteci, her şeyden önce eline ulaşan kayıtların doğru, gerçek ve otantik olup olmadığına bakar. Bunları yayınlamanın sonuçları onu ilgilendirmez. Bu hesap kitap üzerinden kurgulanan bir gazetecilik oto-sansür ile çepeçevre, başka türlü bir meslekî yaklaşımı ifade eder. Gazeteci, ‘ben ne yapıp edeyim de bunları yayınlamayayım?’ diye işe koyulmaz.Ele geçen kayıtlar yasa dışı veya yasal yollardan elde edilmiş, bu hiç mi hiç fark etmez. Suç, kaydeden ve sızdıranda olabilir, öyledir, ama eline geçeni sorumluluk içinde tartıp, kamu yararı süzgecinden geçirip yayınlayan gazeteci sadece görevini yapmış olur. Zahmet edilip bakılsa, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi’nin bu konuya ayrıntılarla yer verdiği görülecek.TGC Bildirgesi şunu söylüyor:‘Özel hayat: Asıl olan kamu yararıdır. Özel hayatın gizliliğinin geçersiz sayılabileceği başlıca durumlar şöyle sıralanabilir:a) Büyük bir suç yahut yolsuzluk üstüne araştırma ve yayınb) Toplumu kötü etkileyici bir tutumla ilgili araştırma ve yayınc) Toplumun güvenliğinin veya sağlığının korunmasıd) İlgili kişinin sözleri yahut eylemleri sonucu halkın yanılmasının, yanıltılmasının veya yanlış yapmasının engellenmesi.’Gelelim bu konuya en çok kafa yormuş, tecrübeler üzerine bir içtihat oluşturmuş olan yayın kurumu BBC’nin ilkelerindeki ‘mahremiyet’ başlıklı bölüme:‘Kamu yararına olan ifade özgürlüğünü bireylerin özel yaşamlarının mahremiyetine dair meşru beklentileriyle dengelemeyi; bireyin özel yaşamının ihlali halinde bunun açıkça kamu yararına olduğunu göstererek savunabilmeyi hedefleriz.’‘Kamu yararı, pek çok şekilde tanımlanabilir; aşağıdakilerin yapılması kamu yararınadır:a) Bir suçun ifşa edilmesi veya ortaya çıkması,b) Yolsuzluk veya adaletsizliklerin ifşası,c) Ciddi yetersizlik veya ihmalin açıklanması,d) Halk sağlığı ve güvenliğinin korunması,e) Bir birey veya kurumun açıklaması veya eyleminin halkı yanıltmasını önlemek.’Son dönemin tapeleri şunu gösterdi ki, ‘mahremiyet’ adı altında yasaklanmaya çalışılan bir alanda, yukarıdaki tanıma rahatlıkla giren pek çok konuşma olmuş. Bakın, biz kendimizle meşgulüz ama Le Monde’un eski genel yayın yönetmeni Edwy Plenel’in haber portalı www.mediapart.com’a girin. Hem İngilizce hem de Fransızce içerikte en son, Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin gizli kaydedilmiş telefon konuşmaları üzerine sayfalar dolusu haber göreceksiniz. Keza Batı basını geçenlerde, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın AB’ye Ukrayna yüzünden küfürler savurduğu telefon konuşmalarını yayınladı. İtalyan basınına yansıyan Berlusconi kayıtları da hatırlarda.Kamu yararına olduğu sürece bu tür kayıtlar yayınlanır. Bunların tartışması olmaz. Yasa dışıymış, yasalmış üzerinden asla ve asla gazeteci muhakemesi yürütülmez. Böyle yaparsanız sizi ciddiye almazlar. Hâlâ itirazları olanlara da, AİHM içtihadını anlatan eski yargıç Rıza Türmen’in 8 Mart tarihli Milliyet’teki yazısını okumalarını tavsiye ediyorum. Özetle diyor ki: ‘Kamu çıkarını ilgilendiren konularda, medya ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılması ancak çok istisnai olarak kabul edilebilir.’ Bunlar da sizi ikna etmiyorsa, EPP ve Pulitzer’e başvurup ‘çok kötü örnek olacak ödüller vermişsiniz, ayıp size’ diyebilirsiniz.
Berlusconi'den Yeni Nazi Gafı
Geçmişte de sık sık Almanya'nın Nazi geçmişine imalı göndermelerde bulunan eski İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, gelecek ay yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde yeniden Almanya'yı hedef aldı. Avrupa Parlamentosu Başkanı, Alman vatandaşı Martin Schulz'u 2003'te 'toplama kampı şefine' benzeten Berlusconi, bu 'esprisine' açıklık getirmek isterken yeni bir gaf yaptı. Berlusconi, 2003'te kendisini eleştiren Schulz'a 'Sayın Schulz, İtalya'da Nazi toplama kamplarıyla ilgili film çeken bir yapımcı tanıyorum. Sizi kamp şefi rolü için tavsiye edeceğim. Bu rol için mükemmelsiniz!' demişti. Berlusconi, Avrupa Parlamentosu seçimleri için Milano'da düzenlediği bir mitingde, Schulz'la 2003'te yaşadığı bu atışmayı hatırlatarak, 'Ona hakaret etmek istememiştim, iltifatta bulunduğumu düşünüyordum. Ama Almanlara sorarsanız toplama kampları hiç var olmamıştır!' ifadelerini kullandı. Liderliğini yaptığı Forza Italia partisini de çatısı altında bulunduran Avrupa Halk Partisi (EPP) için oy isteyen Berlusconi, 'Schulz, Berlusconi'den de İtalya'dan da hoşlanmıyor. Sol partilere oy vermek o adama oy vermektir' dedi. Martin Schulz ise bu sözlere 'Berlusconi nefretin, kıskançlığın ve kavganın diğer adıdır' diye karşılık verdi. Schulz'un partisi Avrupalı Sosyalistler'in (PES) Başkanı Sergei Stanishev de, 'Berlusconi'nin bu yorumları sadece Martin Schulz'a değil tüm Alman halkına hakarettir' dedi. Almanya Başbakanı Angela Merkel'in sözcüsü Steffen Seibert, Berlusconi'nin sözleri için 'o kadar saçma ki Alman hükümeti bu konuda yorum yapmaz' dedi. Alman Aile Bakanı Manuela Schwesig Twitter'a yazdığı mesajda Berlusconi'nin 'ağza alınmaz' sözler kullandığını belirterek 'Avrupa'da sağ popülizmle savaşmak önemli' diye yazdı. Avrupa Halk Partisi'nin AB Komisyonu başkanlığına aday gösterdiği eski Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker de Berlusconi'nin 'sözlerini hemen geri almasını ve Yahudi Soykırımı'nı yaşayanlar ile Alman halkından özür dilemesini' istedi. Berlusconi'nin partisi Forza Italia, gelecek ay yapılacak Avrupa seçimleri öncesinde, ekonomik kriz tedbirlerinden sorumlu tuttuğu Almanya'ya yüklenerek oy almaya çalışıyor. Forza Italia'nın Avrupa seçimleri kampanyasında 'Daha fazla İtalya, daha az Almanya', 'Avrupa'da daha çok İtalya, İtalya'da daha az Avrupa' gibi sloganlar kullanılıyor.Övgü Pınar | BBC Türkçe
Berlusconi Hasta Bakıcılığa Başlıyor
Eski İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi'nin zorunlu kamu hizmeti bugün cezası başlıyor. Adı birçok skandala karışan İtalya siyasetinin olaylı ismi Berlusconi, Milan yakınlarındaki bir bakım evinde Alzheimer hastalarına yardımcı olacak. cezası başlamadan önce eski Başbakan'ın Alzheimer hastalığı ile ilgili araştırmalar yaptığı belirtilmişti. Berlusconi'nin TSİ 10:45'te San Pietro bakım evine gelmesi bekleniyor. İtalyan La Repubblica gazetesinin sorularını yanıtlayan bakım evi yöneticisi Massimo Restelli, Berlusconi'nin 'kademeli olarak' bakım evindeki işleyişe dahil edileceğini söyledi. 'Hata payını en aza indirmek için başta çok küçük adımlarla ilerleyeceğiz' diyen Restelli,Berlusconi'nin daha sonra her tür konuda hastalara yardımcı olabileceğini söyledi. Restelli, 'İleride hastaların yemek yemesine de yardımcı olabilir. Bu konu özellikle zor çünkü bazen hastalara yemek yediklerini hatırlatmanız gerekiyor' dedi. Bir yıl sürecek olan zorunlu kamu hizmeti görevi boyunca Berlusconi'nin yanında sürekli bir Alzheimer hastalığı uzmanı da olacak. Silvio Berlusconi 2013 yılında çıktığı mahkeme tarafından 'vergi kaçakçılığı' suçu nedeniyle mahkum edilmiş ve 4 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Ancak 77 yaşındaki Berlusconi'ye ileri yaşı nedeniyle cezasını ev hapsi ya da zorunlu kamu hizmeti şeklinde çekme şansı tanınmıştı. Berlusconi de, bir yıllık kamu hizmeti seçeneğini tercih etmişti. Berlusconi suçlamaları hala kabul etmiyor ve sol görüşlü yargıçların 'cadı avı' yürüttüğünü iddia ediyor. Aldığı ceza kapsamında seyahat hakları da kısıtlanan Berlusconi'nin pasaportuna el konulmuş durumda.BBC Türkçe
Orhan Pamuk: 'Erdoğan, Soma Faciasında Başarısız Oldu'
Orhan Pamuk, 'Seçimlerle değil, ekonomik büyümeyle bir değişim olabileceğine inanıyorum. Büyüme önünde sonunda özgürlük ortamını getirecek' dedi'Yılın Avrupa Müze Ödülü'nü Masumiyet Müzesi'yle Türkiye'ye getiren Orhan Pamuk , Başbakan Tayyip Erdoğan 'ın Soma faciasında başarısız olduğunu söyleyerek, 'Soma’ya, orayı yatıştırmaya gidiyor. Sonra oradan, daha büyük bir yangınla dönmesini başarısızlık olarak görüyorum. Gezi’ye de kutuplaşmayı artırıcı bir tepki veriyor. Belki karşılığını seçimde alıyor. Ama uzun vadede çok zararlı olduğunu düşünüyorum. Kutuplaşmanın olduğu yerde iş güvenliği, düşünce özgürlüğü olmaz' dedi. Yeni bir roman üzerinde çalıştığını anlatan Pamuk, müzesi için yaptığı çalışmaları ve Türkiye'deki siyasi ortamı anlattı. Hürriyet gazetesinden Çınar Oskay 'ın söyleşisi şöyle: İtiraf edeceğim. Kusura bakmayın, müzeyi yeni gezdim. Mükemmel bir müze. Yurt dışından ödül geliyormuş galiba yine? -Çok da sevinemeyeceğim bir zamanda geldi. Maden kazası sonrası… İnsan sevincini çok ifade etmek istemiyor. Siz bir roman yazarısınız. Neden bir müze kurdunuz? Büyük bir riski göze aldım. Romancılığı bir bakıma bırakmak, dünya müzeciliğin geldiği yere yetişmeye çalışmakta başarısız olmak… Zaten edebiyatta meşhur olmuşum, bunu riske atıyorum. Neden peki? Son 15 yılda müzecilik dünyada tamamen değişti ve müzeler 1850’lerde romanların olduğu yere geldi. Korkunç bir gelecek vaat ediyor. Nasıl bir gelecek? Müze tapınak mıdır yoksa yeni bir forum mudur? Ünlü bir makalede bu sorulur. Tapınak çok yüce; eşitlik anlayışına uymuyor. Bu ayrımda foruma daha yakınım. Ama unutmamalı ki Masumiyet Müzesi’nde aşk tapınağı havası da var. Kemal’in Füsun’a aşkının tapınağı [Müzeye ismini veren romanının kahramanları]. Bu müzeyi kendi mutluluğunuz için açtığınızı söylemiştiniz… Yıllar sonra, sırf kendi mutluluğum için müze kurduğumu hissediyorum. İlk başta çok bireyseldi. Belki sonunda açmayacağım bir mücevher olarak düşünürdüm. Ama içimden bir aşk romanı yazmak ve oradaki eşyaları sergilemek geliyordu. Müzeyi o hikâyenin tapınağı haline getirmek... İlk başta sosyal olarak başarılı olacağını düşünmüyordum. Açılalı iki buçuk yıl oldu. Her sene 70 bin kişi ziyaret etti. Ve düşmüyor. Biletten kazandığıyla yürüyor. Müzeyi kendi kaynaklarınızla mı kurdunuz? -Yüzde 90’ını ben finanse ettim. 2010’da devlet desteği vardı. “Orhan Pamuk devletten destek alıyor” densin istemedim. Geri verdim. Nobel’den kazandığınız maddi ödüle denk bir maliyeti varmış… -Aşağı yukarı öyle oldu. Müze bir vakıf, yani kâr amaçlı değil. Nobel’den gelen İstanbul’a gitsin. Müzeyi açtıktan sonra da finanse edeceğim sanıyordum. Ama masraflarını karşılıyor. Ne yaşatmak istiyorsunuz buraya gelenlere? Müzeye gelenlerin yüzde 55’i kitabı okumamış. Bundan çok memnunuz. Romanı okumamışsa bile müze bir atmosfer sunuyor. 1950’ler 2000’ler arasında İstanbul’daki orta sınıfın hayatını resmediyor. O dönemin eşyaları, oyuncaklar, sinema biletleri, gazeteleri, kadınların kullandığı takılar, ayakkabılar, apartman levhaları, biblolar, perdeler, çerçeveler, kibrit kutuları, radyolar, televizyonlar… Müzede, o dönemde yaşarken gördüğünüz her şeye dair bir kompozisyon ve eşyaları birleştiren aşkın hikâyesi var. Eşyaları toplamanız ne kadar sürdü? -İlk eşya binanın kendisidir. 1998’de aldım ve 2012’ye kadar eşya topladım. Eşyalara bakarak Füsun’la Kemal’in aşkını yazdım. Kahramanlarımı hayal etmenin zevkini yaşadım. Bir göz zevki. Nişantaşı, Çukurcuma, Cihangir’deki hayat... Ben de bir zamanlar buralardaydım. İstanbul’da bu tür bir müzecilik yapılabilir miydi acaba? -Ben yaptım işte. Sizinki bir kurgu, sizin hayal gücünüz… Bu şehirde yüzlerce yıldır yaşanmış onca hikâye var ama biz bunu Topkapı’da, Arkeoloji Müzesi’nde göremiyoruz. -En büyük eksiklik büyük bir İstanbul müzesi. Topkapı, Osmanlı İmparatorluğu’nun değil Osmanlı insanlarının müzesi olmalıdır. Padişahların değil, sıradan insanların hikâyesi de olmalıdır. ‘Benim Adım Kırmızı’da anlattığım Ester’in günlük eşyasını, şehrin dokusunu ve değişimini göstermelidir. Şehir müzesi, küçük yapılacaksa yüzyıllara, konulara göre ayrılabilir. Hollanda’daki bir müze sıradan insanların basit eşyalarını gösteriyor ve insanlar koşarak eşyalarını getiriyor. Herkes kendinden geriye bir şey kalsın ister. Hayatımızı başkalarıyla paylaşmak ve insanlığımızı açmanın zevkidir bu. Açtıkça ruhunun derinine inersin. Buraya ‘20’inci yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul günlük hayatının müzesi’ denildi. Bence burası aynı zamanda bir aşk müzesi. Siz de “Sevgililer buraya gelsin ve öpüşsünler” demişsiniz. -Müze bekçisi arkadaşımız tembihlidir, ‘Öpüşmek serbesttir’ diye. Romanda yan yana gelmenin sınırlı olduğu bir aşk kültürünü anlatıyorum. İnsanlar 1960’larda Saray Sineması’nın locasına öpüşecek başka yer olmadığı için giderlerdi. Arabayla Dolmabahçe’de çay içer, karanlıkta el ele tutuşurdu, sinemaya giderdi. Daha da bir şey olmazdı. Devlet müzesi otoriterdir. Bekçi size ne yapacağınızı değil ne yapamayacağınızı söyler. Pusuda bekler, çiklet çiğner, öpüşürseniz hemen sizi yakalar. Çocukluğumda müzeler devlet daireleri gibiydi. İnsan korkardı. Annem beni Topkapı’nın Çin koleksiyonuna götürürdü. Şahane bir Çin porseleni koleksiyonu olmasına rağmen çok sıkılırdım. Çin’e gittiğimde ‘En iyisi Topkapı’dadır’ dediler. Ama koleksiyonun sunuşu, ‘Aman ha dokunma’ şeklinde olduğu için sıkılıyorsun. Avrupa’nın dışındaki bütün ülkelerde vatandaş kutsal emanetleri bozacak zihniyeti vardır. Müzedeki eşyalar kutsallaşmamalı. Eskiden ‘müzelik’ diye bir kavram vardı. Bugün artık her şey müzelik. Masumiyet Müzesi’ndeki, yan yana gelmenin zor olduğu zamanlardaki bir aşk. Bugün böyle bir aşk mümkün mü? -Cumhuriyetçi, laik, orta veya üst sınıf samimi şekilde Avrupalı olmak istiyor. Fakat iş evlendiğinde bakire olmaya gelince Avrupalılık falan kalmıyor. Oradaki muhafazakâr dürtü, Avrupalı olma özleminden baskın. Gerçi Fransa’da röportaj yaparken oradaki gazeteciler, “50’lerde Fransa’da da böyleydi” diyor. Hem de Fransa’da! Peki romandaki, âşık olunan Füsun figürü gibi kadınlar görüyor musunuz bugün? -Çok değişiklik yok aslında. Erkek kadında kendi yansımasını görmek istiyor. Kadını kontrol etme talebini aşkında meşrulaştırıyor. Bunlar sürüyor. Günümüzün Füsunları belki bir ofiste çalışıyor. Ama hâlâ egoları yüksek erkeklerin arasında yaşayabilmek için manevralar yapıyor. Erkekleri idare ediyor. Güçlü erkeğin ilgisinden cezbolmuş ama tam da ne yapacağını bilemeyen kadınlar... 50 yıl önce de böyleydi, bugün de. Bu bence modernlikle erkekliğin karşılaşmasıyla başladı. Bugünün erkekleri Kemal gibi âşık olmuyor sanki… -Günümüz insanı daha yüzeyseldir, diye düşünenlerden değilim. İnsanlar halen Kemal gibi âşık oluyor. Aşk insanın kontrol gücünü, mantığını düşürüyor ve bize saçma şeyler yaptırıyor. Şu röportajı bile o durumda olan yüz binler okuyacak. Belki iletişim yolları değişikti. Ama eminim ki bugün muhafazakâr Türkiye’de, Kayseri’de Malatya’da utana sıkana flört eden, bakışlarla, el jestleriyle iletişim kuran âşıklar var. Bazıların sandığı gibi “Ohoo, biz bakirelik meselesini geride bıraktık” gibi bir şey yok. Aslında aşk, cinsellikten daha çok ondan önceki konuşmadır, pazarlıktır. Hikâyeyi cazip kılan odur. Kitapta Kemal mutluluk için basit bir reçete sunuyor: Mutluluk insanın sevdiğiyle yan yana olmasıdır. Sizce de mi böyle? -Evet. Âşıksınızdır; pek de umut yoktur ama kafanız size saçma sapan ümitler verir. Olmayacağını bilirsiniz ama gövdeniz, kimyanız size ihanet eder ve o masaya, sevdiğinizin yanına oturmak istersiniz. Kitap zengin, şımarık ve iktidarı seven erkeğin kırılgan bir kıza yaptıkları... Bu tür aşk takıntılarının değişmeyeceğini düşünüyorum. Kültür değişir, gül suyu sürülmüş mektup değil de Facebook’tan mesaj gönderirsiniz. İleride bugünün müzesini yapacak olsanız, bizim hayatımızı tanımlayan eşyalar neler olurdu? -Telefon kartı bitti. Ama Paris’te gördüm, insanlar pazar günleri buluşup birbirlerine biriktirdikleri telefon kartlarını veriyor. Teknoloji değiştikçe eşyalar değişiyor. Cep telefonu, akbiller, paralar, çakmaklar... Bir gün şu iPhone da bize hüzün verecek, değil mi? -Bugün sadece bir telefon. Bir süre sonra, üzerine anlamlar inşa ettiğin bir şey oluyor. Geçmişteki yaşamımızın bir anlatısı... Kierkegaard’dan bir alıntı yapıyorsunuz: Mutlu insan şimdiki zamanda yaşar, mutsuz olan ise geçmişte ya da gelecekte… Kitabınızın ilk cümlesi: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum…” Hayatın en mutlu anı var mıdır? -Evet. Elbette en mutlu anımızı bulabiliriz. O mutlu anı yaşarken de onun en güzel olduğunu kabul etmek istemeyiz çünkü etmemiz, bundan sonrasının daha kötü olacağının kabulüdür. En mutlu an, hayatın bir başı ve sonu olduğunu çağrıştırır. Bunu da istemeyiz, çünkü hayatımızı hep ucu açık olarak düşünürüz. ‘True Detective’ diye bir dizi var. İzliyor musunuz, bilmiyorum. Romanın yerini tutacak televizyon dizilerinin en iyi örneği diyorlar… -Bizde daha yok çok şükür. Diziler rakip olmuyordu çünkü yeterince iyi değildi. Ama son iki yılda iyi diziler çıktı. Son derece incelmiş anlatılar, adeta James Joyce ya da Saul Bellow gibi yazılan senaryolar... Edebi romanlar gibi. Bunlarla rekabet etmek zor, deniyor. Ben henüz izlemedim. İzleyip, üzüleyim mi sevineyim mi bilmiyorum. ‘True Detective’te aşık olduğu karısından, çocuklarından kopan, başına korkunç olaylar geldikçe aydınlanan, kendisiyle yüzleşen bir dedektif bir sahnede, “En güzel günlerinizi, yaşarken anlamazsınız, değerini bilmezsiniz, ta ki kıç kanseri olup hanyayı konyayı görene kadar!” demişti. Söyledikleriniz bana bu sahneyi hatırlattı. Siz hayatınızın en mutlu anını biliyor musunuz? -Çok zor bir soru soruyorsunuz. Kemal “Hayatının en mutlu anı” diyor çünkü hayatının son 15 yılı, o mutlu yılı hatırlamakla geçiyor. Zavallıcık, müzesini bile yapıyor. Benim, hayatımın en mutlu anı neymiş diye düşünmem için mutsuz olmam lazım. Eski güzel defterleri karıştırmam lazım. Hayatımın özellikle mutlu bir dönemindeyim. Bunu utanarak söylüyorum. Romanlarımda da mutluluk ayıp bir şey gibidir. Madenci işçiler geliyor aklıma bunu söylerken. Ödülü Soma’ya adadınız. Bu çağda, Sanayi Devrimi koşullarında, köleler gibi çalıştırılıyor güzelim insanlar. Karbonmonoksit düzeyi normalin 10 katı, işçilere verilen maske 1993 yapımı çıktı... Ne hissettiriyor bunlar size? -Soma’daki facianın pek çok cephesi var. Bizde insan hayatı ucuzdur; bunu hepimiz biliriz. Bu yüzden yıllarca işkence yapılabilir; çok rahat trafik kazaları olur. “Merak etme bir şey olmaz abi” bizim milli ideolojimiz. Bu cümle, yasayla kontrolün olmadığı yerde, kapitalist yatırımcının yoksul vatandaşı pestil gibi ezdiği düzenin sloganıdır. İdare ederiz abi! Hiçbirimiz görmedi mi benzin istasyonunda sigara içeni? Eğitime değil askeriyeye masraf yapılır. İş yerlerindeki koşullara dikkat edilmez. Bunun kalbinde insan hayatına saygısızlık var. Bu hiç değişmez mi bizde? -Düşünce özgürlüğü olmayan, her eleştiriyi askeri darbe olarak yorumlayan bir ortamda değişmez. Çok kutuplaşma var. İşte Pendik tersanesi… Bir günde değil belki ama senede 300 kişi ölüyor orada da. Dört yıldır güya iş güvenliği sağlanacak. 12 yıldır hükümetsen, değiştirmek sana düşer. Her kötülüğü hükümet yaptı demiyorum. “Bir şey olmaz” demek geleneğimiz değil mi? ‘Kar’ romanından sonra romancının işi bütün karakterleri anlayabilmektir, demiştiniz. Recep Tayyip Erdoğan’a bakarken, bir romancı olarak, onun bakış açısını anlayabiliyor musunuz? -Soma’ya, orayı yatıştırmaya gidiyor. Sonra oradan, daha büyük bir yangınla dönmesini başarısızlık olarak görüyorum. Gezi’ye de kutuplaşmayı artırıcı bir tepki veriyor. Belki karşılığını seçimde alıyor. Ama uzun vadede çok zararlı olduğunu düşünüyorum. Kutuplaşmanın olduğu yerde iş güvenliği, düşünce özgürlüğü olmaz. Çünkü ‘Ya ben ya hiç’ haline geliyor. Okmeydanı’nda Cemevi’nde oradaki çatışmaları seyreden 30 yaşında bir genç vuruldu, öldü. Yine bir Alevi. Ülkedeki gidişat sizi huzursuz ediyor mu? -Kutuplaşmanın sonucu olarak, Alevi ve Sünni şeklinde Türkiye’nin bölünmesini, siyasetçilerin “Daha çok oy alayım” diye bu aleve benzin dökmesini iyi görmüyorum Neler bekliyor bizi önümüzdeki günlerde? -Cumhurbaşkanı, TBMM seçimlerinde çok kolay değişmez. AKP’nin gelecekteki başbakanına da bağlı. Seçimlerle değil, ekonomik büyümeyle bir değişim olabileceğine inanıyorum. Büyüme önünde sonunda özgürlük ortamını getirecek. Bireyin kendine duyduğu saygı otoriter söylemlere karşı daha büyük tepkileri doğuracak. Ya bu söylemden vazgeçilecek ya da insanlar Gezi’deki gibi öfkelerini dile daha sık getirecek. Umarım bu çatışmacı üslup sona erer. Taraf seçmeyi de eleştiriyorum. Çünkü hükümeti eleştirdiğim gibi askeri darbeyi de eleştiriyorum. Açık toplum ve özgürlük olsun istiyorum. Böyle mi görüyorsunuz? Bir tarafta hükümet, bir tarafta ise askeri özleyenler mi var? -Diğer taraf geniş bir koalisyon. Özgürlükçü yeni kesim var, sadece 12 yıldır hükümette olmasına yeter diyen de var. Ben de varım. Herkes var. Muhalefetin zayıf noktası da bu; çünkü ortak ses bulamıyor. Böyle bir ortamda hükümete desteğini artıran bir kitle de oluştu. -Kitleyi bırakalım ama kalemşörler var. Onları çok fazla mahcup etmek istemem, kendi kendilerini mahcup ediyorlar. Hükümetin tavırlarını destekleyen ve kenetlenen kitleyi nasıl yorumluyorsunuz? -Aslında o kitle dışarıdan bakıldığı kadar akılsız değil. Hükümetin otoriterlik ve yolsuzluk düzeyindeki hatalarının hepsini görüyor. Ama ekonomik büyümeden memnun ve oy veriyor diye bakıyorum. O yüzden umutsuz değilim. Bir önceki röportajımızda ‘Tüm toplumlarda böyledir; muhafazakâr ve liberal kanat çatışma halindedir” demiştiniz. Türkiye’de olan, bu tür normal bir ayrışma mı? -Benim için hiçbir zaman her şeyiyle iyi ya da kötü adamlar olmadı. Siyah-beyaz değil. Bu çatışmada hükümetin alttan alması gerektiğini düşünüyorum. Medya 10 yıl evvel ne diyordu: “Askerler olmazsa laiklik konusundaki kazanımlarımızı ve özgürlüklerimizi kaybederiz” Gezi’yi benim için değerli kılan, askerler olmadan da özgürlüklerin korunabildiği düşüncesiydi. Bunu yapabilecek bir ülke olduğumuzu fark etmek... Halkın “Özgürlüklerimize tecavüz ederseniz, onları savunuruz” halini seviyorum. Ama “Taş atarım, hükümeti deviririm” anlayışını doğru bulmuyorum. Duvara, gazetedeki “Kısmen özgür Türkiye 3 basamak geriledi” haberinin kupürünü kesip yapıştırmışsınız. -Nerede yaşadığımı hep bileyim. Bu meselelere üzülüyor musunuz, sizi nasıl etkiliyor? -Utanıyorum. Ekonomik büyüme ve Ortadoğu’da demokrasiyle yönetilmekle yurt dışında kazanılmış bir itibar var. O başarıyı Twitter’ı kapatan çıkışlarla çöp tenekesine atmak... Bunları görünce, “En iyisi ben romanımla meşgul olayım” diyorum. İnsanlar sizi eleştirmeyi seviyor. Onca şey olurken “Orhan Pamuk romanına takmış” gibi eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz? -Bu eleştiriye olumlu bakıyorum. Demek ki bana değer veriyorlar, bir şey söylememi istiyorlar. Bu bir şeref. Konuşursam ‘onların kafasındaki” şeyleri söylerim diye bekliyorlar! Bu benim için bir iltifattır! (Kahkaha atıyor) Hay Allah! Ben de ciddi ciddi dinliyordum tam... Peki… Hayatınız nasıl bugünlerde? -Çok çalışıyorum. Yapı Kredi Yayınları’na geçtim. Kitaplarla ilgileniyorum. Müzenin sorunlarının peşinden koşuyorum. Bir manifesto yazdım. Berlin’de bu işin önde gelenleriyle müzelerin geleceğini konuşacağım. Bir de edebi işlerim var. Romanımı bitiriyorum. Memnunum. Çalışmayı çok severim. Eskiden olduğu gibi her gün saatlerce yazıyor musunuz? -Siz gelmeden beş dakika önce yazıyordum. Biraz utanarak söylüyorum, hayatımda ilk defa altı yıl ara verdim. 40 yıldır böyle bir ara olmamıştı. Bunun nedeni bize bu ödülü getiren müzedir. Vitrinlerin kompozisyonları iki yılımı aldı. Romanı erteleyip durdum. Herkesin önünde kendimi ayıplıyorum ki romanı artık bitireyim. Yeni kitabınızı bekleyenlere bir tüyo verebilir misiniz? -Romanım çok güzel gidiyor, memnunum. Bunu söyleyeyim. Yazarlar bunu genelde söylemez mi? -Depresyon zamanları, romanınızdan memnun olmadığınız zamanlar da olur. Şu an memnunum, çünkü gül bahçesindeki fazlalıkları takır tukur kesip atıyorum. Bu en zorudur. Çünkü attığınız her kısım hayatınızın 15 günüdür, bir ayıdır. Roman onu mükemmel yapma azmi ve korkusuyla başlar. 40 yıldır roman yazıyorum. Hala ilk kitabını yayınlayan romancı gibi titriyorum. Ustalık diye bir şey yok. Her seferinde aynı korku... Yıllarca çalışarak kazandığınız okurlarınız vardır ama romanınız kötü olursa bir sonrakini almazlar. Nobel filan da dinlemezler yani… Nobel alıp unutulan yazarlar var. Kitaplarım 62 dile çeviriyor; Etiyopyaca, Moğolca... Bu üzerimde bir baskı. Yurt dışında nasıl şeyler yaşıyorsunuz? Başınıza ilginç şeyler geliyor mu? Tepkiler Türkiye’nin politikasıyla hep değişiyor. Türkiye’nin son bir buçuk yılda edindiği kötü bir politik imajı var. Siz oturuyorsunuz hayatınızın 12 yılını verip bir aşk romanı yazıyorsunuz. Oradaki ilginç şeyleri müze yapıyorsunuz. Ve yöneltilen ilk soru politikaya dair oluyor. İtibarlı bir gazeteyle masaya oturuyorum; ilk soru Putin hakkında, Erdoğan hakkında, Berlusconi hakkında! Daha doğrusu yalnız bir tanesi aslında! (Yine kahkahayla söylüyor) Konuşmaya buradan başlamayınca da iş ‘siyaset konuşamıyor musunuz yoksa’ya geliyor! Umberto Eco’ya dedim ki “Erdoğan sorularından bıktım.” O da “Berlusconi sorularından bıktım; bunları konuşmayalım” dedi! Haydi bize güzel bir şey söyleyin bitirirken… Bugün pazar… O kadar kötümser değilim. Artık Türkiye, bir kişinin yanlış kararlarıyla kalıba sokup sınırlandırabileceğiniz bir ülke değil. Geleceğe inanıyorum. Erdoğan’ın başarısı son minvalde bu ekonomik büyüme. Başarısıyla bizi sınırlı bir özgürlüğe itebiliyor. Ama paradoks şu ki kendimize güvenimiz ekonomiyle artıkça daha çok özgürlük talep ederiz. Elde etme konusunda da daha başarılı oluruz. Bir siyasi parti bunu kolay kolay bozamaz. Yurt dışında negatif bir Türkiye algısı oluştu dediniz. Ama insanlar bir yandan görkemli bir başkaldırı, güzel bir ruh görmediler mi Türkiye’de? -Bu doğru. Gezi’den şu çıktı: Baskı yapan bir hükümet ve polis var ama öte yandan da Taksim Meydanı’nda pasif direniş gösteren, Kafka okuyanlar da var. Hem de iyi Türkler sadece bunlar değil. Bizde böyle daha çook insan var! Güzel insanlar…T24
Inzaghi: "Onurlu ve Gururluyum"
Milan'ın başına geçen Inzaghi, yaptığı açıklamalarda mutluluğunu dile getirdi. Milan 'da Clarence Seedorf yerine teknik direktörlük görevine getirilen Filippo Inzaghi , onurlu ve gururlu olduğunu söyledi. Milan Channel 'a açıklamalarda bulunan Inzaghi, 'Çok mutluyum. Benim için unutulmaz bir gün. Başkanımız Berlusconi ve tüm yönetime bana olan güvenlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Yıllardır hayatımın bir parçası olan bu kulübü çalıştıracağım için onurlu ve gururluyum.' ifadelerini kullandı. Teknik direktörlük döneminde elinden geleni yapacağını da sözlerine ekleyen Inzaghi, şöyle devam etti: 'Futbolculuğumda ve genç takım antrenörlüğümde olduğu gibi bu renkler için tutkuyu, azmi ve her şeyi vereceğim. Tüm Milan taraftarlarını kucaklıyorum. Forza Milan!' 11 yıl boyunca Milan formasını giyen Inzaghi, İtalyan deviyle iki yıllık sözleşme imzalamıştı.Goal.com
Enzo Ferrari'nin Son Mohikanı Ferrari F40
İtalyan Spor Otomobil Ferrari'yi ve son dönem modellerini bilmeyen yok... Eyvallah... Kabul... Fakat bir markayı, mevcut günlerine taşıyan önemli gelişmeler vardır, çoğu kişi bunlardan bihaber olsa da. Eh sonuçta bir marka olmak kolay değil ve Ferrari'de bu dönemlerden geçti... Konu aslında çok uzun Ferrari'nin ortaya çıkışı, yükselişi, Pininfarina ile beraber çalışmaya başlaması, yeni modeller  vs.... Bir sürü önemli gelişme silisilesi... Fakat bu süreçte üretilen öyle bir otomobil var ki Ferrari'yi Ferrari yapan ve bugünlerine taşıyan yegane Ferrari'dir. F40... Son Mohikan...  Neden mi?
Eski Dostu Berlusconi'den Erdoğan'a Eleştiri
İtalya'nın eski Başbakanı Silvio Berlusconi, geçmişte 'dostum' dediği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı sert sözlerle eleştirdi.Dün akşam Roma'da bir sergi açılışına katılan Berlusconi, bir görevlinin yakında İstanbul'da da sergi açacaklarını söylemesi üzerine 'O zaman Erdoğan'a benden selam söyleyin' dedi.İtalyan haber ajansı AdnKronos 'un haberine göre Berlusconi, daha sonra ise ortaöğretimde başörtüsü serbestisi ve makyaj yasağını eleştirdi ve '(Erdoğan) Laiklikten İslamcılığa doğru çok korkunç geri adımlar atıyor' diye devam etti.Ancak Silvio Berlusconi'nin daha sonraki sözleri, ortaöğretimi kapsayan kılık-kıyafet yönetmeliğindeki değişikliği yanlış anlamış olabileceği izlenimi doğurdu. Berlusconi 'Çok ağır bir kararname hazırlandı: kızlar üniversiteye yalnızca başörtüsüyle gidebilecek ve makyaj yapamayacak' dedi.Berlusconi ailesine ait Il Giornale gazetesinde de önceki gün iki ayrı makaleyle Türkiye'nin laiklikten uzaklaşarak İslamcı bir çizgiye kaydığı belirtildi.Magdi Cristiano Allam imzalı makalede 'Yaklaşan düşmanı görmüyoruz' başlığı kullanıldı. Allam, 'Ilımlı İslam ve onun demokrasiyle uyumlu olduğu masalı, bir asırdan kısa bir süre içinde Türkiye'de doğdu ve yine Türkiye'de öldü' diye yazdı.Makalede şu ifadeler yer aldı:'1923'te Cumhuriyet'i, içinde bir kere bile 'İslam' sözcüğü geçmeyen bir anayasaya dayanarak kuran Kemal Atatürk, şimdi ki Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hem ülke içinde ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar'daki etki alanında, hem de kaydadeğer Türk topluluklarını barındıran AB'de İslamlaşmayı teşvik ederek yeni bir Osmanlı halifesini ortaya çıkardığını görse mezarında ters dönerdi.'Makalede, ortaöğretimi kapsayan yeni kılık-kıyafet düzenlemesinin 'devlet kurumlarından laikliği silmeye yönelik bir stratejinin son girişimi' olduğu öne sürüldü.Francesco De Palo imzalı bir diğer yazıda ise 'Başörtüsüne 'evet', makyaj ve dövmeye 'hayır': Ankara'nın İslami kuralları' başlığı kullanıldı. De Palo şöyle yazdı:'Türk hükümetinin son provokasyonunda ürkütücü bir şeyler var. Çünkü artık söz konusu olan sadece zorla İslamlaştırma ya da sosyal medyaya karşı ideolojik bir savaş değil: Erdoğan bu kez büyük oynadı, ortaöğretim ve liselerde kılık-kıyafete ilişkin kurallara el attı, hem de özgürlükten uzak yasaklar ve şartlarla. Bu, bireysel karar verme hakkının yüzüne indirilmiş bir yumruk. Bu yumruk, sözde demokrat, eylemde diktatör olan bir devletten şikayetlerin haykırıldığı Gezi Parkı ve diğer meydanlarda yapılan katliamdan sadece 13 ay sonra geldi.'Türkiye'nin Kıbrıs ve Suriye'de izlediği politikaları da eleştiren De Palo, yazısını şu sözlerle noktaladı:'CSU Genel Sekreteri Andreas Scheuer 20 gün önce yazdığı bir tweet'te 'Erdoğan'ın Türkiyesine Avrupa'da yer yok' demişti. Acaba haklı olabilir mi?'
Esad'la Fotoğraf Çektirenlerin Tam Listesi
Sıfatları Britannica ansiklopesinden taşıp, kendi başına 'wikisi' açılası Cumhurbaşkanımız hazretleri dün Rize'de yaptığı bir konuşmada 'Esad ile resim çektirenler kimler?' diye sorduktan sonra 'bunların kim olduğunu siz çok iyi biliyorsunuz' buyurdular. Bu yalnızca bir soru değildi, ali cenap milletimize yüklenmiş de bir ödevdi. Cumhurbaşkanımız böyle bir soru sorduktan sonra herhangi bir vatandaşımızın 'ben bilmiyorum' demesi en hafif tabiriyle ayıp olur. Ondan sonra yarın öbürgün Cumhurbaşkanımız ile karşılaşacaksınız, ihtimal zat-ı alileri size sual edecek, ne yapacaksınız, 'bilmiyorum' mu diyeceksiniz? Bu ülkede yaşayan hiç kimsenin hafzanallah Sayın Cumhurbaşkanımızın asabiyetini yine tavan yaptırarak, sınıfta kalmış çocuk gibi yüzü kızarık bir şekilde başını öne eğmesini içimize sindiremeyiz. Ana akım medyaya baktık, biri de bu sorumluluğu üstüne alarak halkı bilgilendirme görevi içerisinde, 'bizim vatandaşlarımız mahçup olmasın' diye bir çalışma yapmış mı? Sıfır. Bu iş de yenilikçi, sorumluluk sahibi, kamuya hizmet etmeyi temel görev bilmiş Onedio'ya düştü. İşte Esad ile resim çektirenlerin sıralı tam listesi.