1968 yılında Fransa'da, Paris'te Türk ressamlarından oluşan bir sergi düzenlenir. Bu sergi hakkında Nurullah Berk'le konuşmuştum. Bir sanat tarihçisi gazeteci sergiye girip, 'Burada Türk resminin sergisi varmış,' der. 'Hayır, hayır Türk resmi,' derler. Bugün, Sabri Berkel'lerden tutun da Burhan Doğançay'lara kadar, genç-yaşlı hepsi oradadır. Sergiyi eleştirip çıkarlar.
Bunlar, Çamlıca'da o zaman Süleyman Naim Tekcan'ın baskı atölyesinde haftada bir, ayda bir toplanırlar. Derler ki; 'Biz bu Paris'te bir şey öğrendik. Biz bir şeyin taklidini yapıyoruz. Biz ne yapmalıyız? Demek ki, bu topraklara ait bir şeyler düşüneceğiz.'
Bunu önemli bir özeleştiri olarak gördüm, bu anekdotu Süleyman hocadan duyunca, tabii öncesinde benim arayışlarım vardı. Okul çağlarında her Türk genci gibi Anıtkabir'e okulla ziyarete gittiğimizde, Anıtkabir’in her tarafında Profesör Emin Barın’a ait kabartma yazılar vardır. Ayasofya Camisinin içine girdiğinizde de kazasker Mustafa İzzet'e ait tabelalar vardır. Yazıya meftun birisi olarak, adamlar Latince'de de Arabi'de de bu işi zirveye taşımışlar. Ben, bu yolda devam edip tekâmül anlayışımı kenara mı bırakayım? Onlar gibi iyi mi yapmaya çalışayım? Yoksa onların bakmadığı gibi mi bakayım? Sanata, yazıya ya da grafik sanatlara nasıl bakayım? Bu, benim çıkış noktamdı; farklı olmak, farklıyı yapmış olmak. Açıkça söyleyeceğim, bu benim kafa patlattığım bir şey; şöyle romantik bakamıyorum hem çalışmalarıma hem sanat anlayışıma. Sanat çok spontane, daha bohem bir şekilde bunun karşısına geçiyorum. Çok güzel yapıyorum. 'Sanat beni nereye götürse gideyim,' gibi bir anlayışım olmadı. Ama olana da saygı duyuyorum.
Yani, sonucunu bilmediğim, yani o kadraja almadığım hiçbir şeyle çalışmaya başlamadım. Zaten mümkün değil, o döngüde.
- Hadi, resimde biraz daha mümkün olabilir ama üç boyutlu çalışmalarda bu çok daha zor bir hale gelir; adeta imkânsız bir noktaya ulaşır. Bu bağlamda, Emrah Yücel'in yaklaşımını ve simetriyi sürekli olarak yakalama çabasını özellikle takdir ediyorum. Bu, gerçekten zor bir başarı ve onun bu konudaki ustalığını çok başarılı buluyorum.
Farklı olmak, aslında benim çıkış noktam; farklı bir şey yapmak. Bu, biraz da kibirli yanımı törpülemek için yaptığım bir şey. Farklı olmak zorundayım ki, insanlar ona göre bir beğeni ortaya koysunlar. Ayrıca, bir de vazife tarafı var: Sanatçı, sanatçılar bir şey demeli. Yani, burada geçenlerde bir yazıda okudum: Çok 'ponçik', yani hoş ve güzel şeyler yapıyor. O Polyanna tarafı da yansımış, hoş güzel şeyler yansımış ama işte bir 'dert' olacak. Derdim olacak, yapacağız; yoksa o, sadece dekor olur, boşta duran bir şey haline gelir.
Sen bana bir şey söylemelisin, ya da orada benim duygularımı manipüle etmelisin. Benim duygularımı manipüle etmiyorsa, bana bir şey söylemiyorsa, beni aldatmıyorsa ya da benim içime girmiyorsa, niye yapıyoruz bu işi? Niye yazıyoruz bu şiirleri? Neden inandığımız kitaplar, süslü güzel kelimelerle sert bir şekilde söylüyor? Bizim inandığımız kitap, niye sürekli bir şeylere yemin ediyor? Anlatımı güçlendirmek için. Çünkü bunlar önemli; bizi manipüle ediyorlar.
Vazife, bir şey yapmalı, bir şey de anlatmalı. Şunu fark ettim ki; müzik olarak ele alırsak, atölyede işlerimi yaparken Chopin dinliyorum, Vivaldi dinliyorum. Onlar bana eşlik ediyor. Ama ben kız arkadaşımla kavga ettiğim zaman, Neşet Ertaş dinliyorum. Yani, Vivaldi bana ancak eşlik edebilir. Ama Neşet Ertaş'la acımı, sevincimi paylaşabilirim. Bu paylaşımımı da sanata aktarmam lazım. Paylaşımcı insanları da göstermem lazım. Seversiniz, sevmezsiniz. Bir şeyin taklidini yapamam; Parisli bir ressamın taklidini yapamam, beceremem, ben de güzel durmaz. Neşet Ertaş, Aşık Veysel; bu toprakların insanına yakışır. Sevgilimizle yaptığımız kavgayı, biz ancak Neşet Ertaş'la, Müslüm Gürses'le yaşarız. Bunun suçlusu da biz değiliz. Müzikle alakalı konuyu biliyorsunuz: Müziği dinlerken mutluluk hormonu salgılıyoruz. Niye? Çünkü sonraki notayı ya da gamı bilme kabiliyetiyle alakalı bir şey değil. Beyin, o sonraki notaları tahmin edebiliyorsa, mutluluk hormonu salgılıyor. Bu toprakların insanı, Vivaldi dinlerken bu hormonu salgılayamaz.
Dolayısıyla, özellikle benim anlayışımda, evrensellikle alakalı konuya çok fazla katılamayacağım. Benim dertlendiğim, yaşadığım şey sonucunda evrensellik olabiliyor. İnsanı insan yapan değerlerle alakalı olarak, ortada bir yerde buluşabiliriz.
- Bu konuyu özellikle sormak istiyorum çünkü dünya üzerinde herhangi bir kültürden bahsetsek bile, kendi yerel kaynaklarına başvurmadan ve oradan beslenmeden ilerlemenin mümkün olmadığına dair başka bir örnek bulunmuyor. Bu, evrensel bir gerçeklik gibi duruyor. Sizin çalışmalarınız ise, bu konuya doğrudan bir örnek teşkil ediyor. Yazımda da bu yüzden sizin üzerinizden yorum yapma gereği duydum. Çünkü siz, modern sanatta sadece bir dekorasyoncu olmanın ötesine geçip, kimsenin cesaret edemediği veya dokunmadığı alanları yorumluyorsunuz. Bu süreçte kendi yerel unsurlarınızdan nasıl beslendiğinizi ve bu benzersiz yolculuğun sizi sanatınızda nasıl bir noktaya taşıdığını daha detaylı anlatabilir misiniz?
Bizim asıl problemimiz şu biz, yani bizden önceki kuşaklar tarafından Türk resmi adına ciddi emekler harcanmışken, popüler kültürün önümüze serdiği akımlarla, şunlarla bunlarla - adına ne derseniz deyin - ben, işbirliği kelimesini ağzıma almıyorum. Çünkü bu, benim değil; sizlerin, yani sanat tarihçilerinin işi. Onlar bu akımlara adını koyar. Hatta 'Sen ne yapıyorsun? Bu yaptığın şey resim mi, heykel mi, enstalasyon mu?' diye sorduklarında bile cevap vermiyorum. Koreografi sanatçısıyla, ressamla vb. hiç ilgilenmiyorum. Benim yaptığım işe onlar bir ad koysun; sonuçta bu, onların işi. Ben sadece ürünü ortaya çıkardım. Benim sadece ortalamaya yönelik tercihlerim var.