onedio
Görüş Bildir
article/comments
article/share
Haberler
Mehmet Zihni Sungur Yazio: İzmir Depremi ve Çağrıştırdıkları: Zor Zamanlarda İnsan Kalabilmek -Sosyal Destek ve İkincil Travmalar

Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

category/test-white Test
category/gundem-white Gündem
category/magazin-white Magazin
category/video-white Video

etiket Mehmet Zihni Sungur Yazio: İzmir Depremi ve Çağrıştırdıkları: Zor Zamanlarda İnsan Kalabilmek -Sosyal Destek ve İkincil Travmalar

Prof.Dr.Mehmet Zihni Sungur
02.11.2020 - 16:18 Son Güncelleme: 02.11.2020 - 16:56

Günlük yaşam içinde birçok zorlayıcı ve rahatsız edici yaşam olayları ile karşılaşırız. Ancak bunların hepsi bizde travma oluşturmaz. Zorlayıcı bir yaşam olayının bir travma gibi algılanması ancak bazı özellikleri içinde barındırması ile mümkündür. Bunların başında yaşanılan olayın bireyin günlük deneyimlerinin dışında kalması ve bu nedenle gündelik bilgi işleme süreçleri ile kolaylıkla anlaşılıp geride bırakılamamasıdır. İnsanların bazı yaşam olaylarını yaşamlarında bir “milat” gibi tanımlatıp hayatlarını “o olaydan önce” ve “o olaydan sonra” şeklinde ikiye ayırması bu nedenle olur. 

Yaşantıların anlamlandırılamaması ise olayın geride bırakılmasının önünü keserek kişinin işlevselliğini bozar, yaşam kalitesini düşürür hatta çeşitli ruhsal sorunlara zemin oluşturur. 

Travmalar kendi içlerinde “doğal yolla oluşan” ve “insan eliyle oluşturulan” olmak üzere ikiye ayrılır. Doğal yolla oluşan travmalar deprem, sel, fırtına, volkanik patlama gibi doğa olayları ve jeolojik süreçlerle ilgilidir. İnsan eliyle oluşturulan felaketler ise kendi içinde “kazayla” oluşanlar (iş kazaları, trafik kazaları gibi) ve amaçlı (bilerek) olarak oluşturulanlar (savaşlar, işkence, tecavüz, terörizm gibi) travmalar olarak ikiye ayrılır.

İçeriğin Devamı Aşağıda
Reklam

Ağır travma ve felaketler insan eliyle oluşturulduğunda etkileri daha ciddi olmakta, daha uzun sürebilmekte ve ortaya korku ve dehşet dışında birçok karmaşık duygu çıkarabilmektedir.

Ağır travma ve felaketler insan eliyle oluşturulduğunda etkileri daha ciddi olmakta, daha uzun sürebilmekte ve ortaya korku ve dehşet dışında birçok karmaşık duygu çıkarabilmektedir.

Peki “öldüren depremler değil binalardır” söyleminin yaygınlaştığı deprem günlerinde hem yakınlarda yaşanmış İzmir (Ege) depreminde hem de daha önce birçok farklı yörede gerçekleşen depremleri yalnızca doğal yolla oluşan bir felaket gibi algılamak mümkün müdür? Eğer depremdeki kayıplarınızın yalnızca doğal bir afetin doğal sonuçları gibi değerlendiremeyeceksek, afet yönetiminin (kayıp riskini önleme-azaltma) en uygun biçimde yapılması için daha kaç deprem yaşamamız gerekecek?  

Deprem tabii ki doğal bir felakettir. Ancak oluşturduğu can ve mal kaybı insanların yaptıkları ya da yapmadıkları ile doğrudan ilgilidir. Kullanılan betonun kalitesinden, binanın tasarım amaçlarının dışında kullanılıp kullanılmamasına hatta güçlendirme çalışmalarının amacına uygun biçimde gerçekleştirilmiş olup olmamasına kadar birçok değişken tamamen insanların yaptıkları ya da yapmadıkları ile ilgili değil midir? 

İnsanların göçük altında kalmasından sonra hala kurtarılabilme şansı vardır. Peki göçük altında yaşama süresini belirleyen yaşam alanları (boşlukları) da en azından bir miktar kullanılan malzeme ile ilgili değil midir? 

Ben ilk deprem deneyimimi Hacettepe Tıp Fakültesi’nden taze mezun bir pratisyen hekim iken görev yaptığım Erzincan’ın Kemah ilçesinin Kerer köyünde yaşadım. O yıllarda görev yaptığım köyde su ve elektrik olmadığından hava ve yol koşulları izin verdiğinde hafta sonları Kemah’a gider banyo yapma imkânı bulur, temiz su içer siyah-beyaz da olsa tv seyretmenin ve gaz lambası koşulları dışında okuma yapmanın nimetlerinden yararlanırdım. Belki gerçek, belki de rivayet olduğundan hala emin olamadığım “Erzincan” isminin “Ezdincan”dan geldiğini de o yıllarda öğrenmiştim. Yine aynı yıllarda Kemah ilçesine veya Erzincan’a gidebildiğim hafta sonlarında 2 ya da 3. Katta sohbet ederken oluşan hafif bir sarsıntının ne olduğunu anlamaya çalışırken arkadaşlarımın kendilerini çoktan dışarı atmış olduklarını görerek hayretler içinde kalırdım. 

Aradan yıllar geçti ve ben psikiyatri alanında yeni bir doçent iken 13 Mart 1992’de Erzincan’da 6.8 şiddetinde bir deprem oldu. Resmi rakamlara göre 653 gayrı resmi rakamlara göre 3000 kişinin ölümü ile sonuçlanan bu depremde Erzincan’a giderek depremzedelerin ruhsal yaralarını kısmen de olsa azaltmaya gayret ettim. O yıllarda henüz be AKUT, ne de AFAD gibi kurum ya da dernekler yoktu. Ancak dünyanın değişik yörelerinden gelen ve gönüllü olarak insan acılarını azaltmak doğrultusunda görev yapan “Felaket Sonrası Müdahale Ekibi” olarak kendini  tanımlayan, her biri farklı meslek gruplarından olan olağanüstü  duyarlı bir grupla birlikte deprem bölgesinde çalıştık. Grup içinde arama ekiplerinden, mimarlardan hekimlere ve mühendislere kadar değişen bir yelpaze içinde özveri ve şefkatle çalışan bu insanlarla ortak bir hizmet verdik. Çalışmalarımıza zamanın valisi rahmetli sayın Recep Yazıcıoğlu’nun destekleri ile devam edip, hazırladığımız raporu zamanın yetkililerine maddeler halinde verdik. Raporda öncelikle depremlerin oluşturabileceği zararı en aza indirmek için alınabilecek tedbirler yanı sıra deprem sonrası yöre halkına yapılacak yardımların ve sosyal desteğin ulaşılabilir ve sistematik bir biçimde gerçekleştirilebilmesi için gerekli tüm öneriler mevcuttu. Yani bugün uygulanması beklenen her şey daha o yıllarda (1992 de) önerilmişti. Çünkü Erzincan 1939 yılında 7.2 şiddetinde oluşan ve ağır kayıplarla (33.000 ölüm) sonuçlanan büyük bir deprem ve de ardından bir çok küçük deprem deneyiminden geçmiş bir ilimizdi. Somut öneriler arasında şehrin üzerine kurulduğu alanın özelliklerinden, felakete uğrayan bölgede yaşayan insanlara yapılacak yardımın en etkili biçimde ulaştırılmasına dair birçok madde vardı. Özellikle dikkati çekmek istediğimiz hususlardan birisi afet bölgelerine organize/sistematik yardımların ulaştırılmasının depremin oluşturduğu koşullar nedeniyle ortalama 72 saat aldığı ancak ölümlerin çoğunun ilk 24 saat içinde gerçekleşmesi idi. Kendisi depremzede olan yöre halkından ve sivil toplum örgütlerinden yardım beklemenin pek  gerçekçi olmadığı ve bu konuda hızlıca hizmet verebilecek yöre dışından kurum ve kuruluşlara ihtiyaç olduğu bilgisi de verdiğimiz rapor içinde mevcuttu. 

Zamanla AKUT ve ardından 2009’da AFAD kuruldu. Aynı zaman aralığında 17 Ağustos 1999’da gerçekleşen resmi rakamlara göre 17.500, gayrı resmi rakamlara göre yaklaşık 50.000 civarında insanın ölümü ile sonuçlanan Marmara (Gölcük) Depremi gerçekleşti. Bu deprem sonrasında da İzmit’in çeşitli yörelerinde ve özellikle ölü bedenlerin ve beden parçalarının getirilip depolandığı ve bazen ayrı ayrı bulunup getirilen beden parçalarının ait olduğu bedene yerleştirme işleminin yapıldığı İzmit Buz Pateni Pisti’nde gönüllü görevler üstlendim. Travmaların en ağırını yaşayan yüzlerce insana ve onlara yardım veren onlarca ruh sağlığı profesyonellerine hizmet vermeye gayret ettim. Hatta yöre halkına dağıtılması için “Deprem Sonrası Ortaya Çıkan Psikolojik Tepkileri Anlamak ve Kendi Kendine Yardım Etme Yöntemleri” üzerine bir kitap hazırlayarak 10.000 adet dağıtılmasını sağladık.

Bu süreçte, ne yazık ki daha önceden yaşanmış deprem acısından öğrenilip aktarılan bilgi ve tecrübelerin benzer deneyimden geçenlere yansımadığını bizzat gözlemledim.

Son artçı depremden birkaç hafta sonra bir depremzedenin duygularını şöyle dile getirdiğini hiç unutamadım. “Depremden sonra hayatta kaldığım için memnuniyet hissediyor ve her şeyin geçtiğini zannediyordum. Oysa her şey yeni başlıyordu”. Bu şahıs deprem anı ile ilgili görüntüleri aklından çıkaramıyor, acılarını “Ben depremi geride bırakmak istesem de anılarım beni bırakmıyor. Yalnızca düşüncelerimde değil, biraz dinlenmek için uyumak istediğimde de kabuslarla uyanıyor, çığlıklar atıyor, depremi tekrar tekrar yaşıyorum. Her gün çıldırmaktan korkarak yaşamak depremden çok daha ağır geliyor.”  

Felaketler sonrası insanlar bazen yaşamları üzerinde kurdukları kontrolü tamamen kaybetmiş gibi algılayabilirler. Hayatlarımızı belirleyenin olaylar olmaktan çok olaylarla ilgili algılarımız olduğu gerçeğini göz önünde tutarsak algılarımızın belirleyicisi olan anlamlandırma sürecinin uygun bir biçimde gerçekleştirilmesi doğrultusunda hepimizin sorumlulukları olduğunu da fark ederiz. Öncelikle deprem sonrasında hangi tepkiyi verirsek verelim anormal olanın tepkilerimiz değil yaşanan deneyim olduğunu fark etmemiz gerekir. Başka bir deyişle deprem travmasına verdiğimiz tepkiler yani bazı belirtilerin ortaya çıkmış olması belki de hiçbir tepki vermiyor olmaktan daha normal olarak kabul edilebilir.  

Afetler sonrasındaki hayatlarımızı belirleyen bir başka etken ise felaket sonrasında içinde yaşadığımız ortamın ne oranda “iyileştirici” özellikler taşıdığıdır. İyileştiricilik oranı ise felaketzedelerin yaşadığı acıya gösterilen tepki yani bu acıyı fark edip acıyı azaltma doğrultusunda gösterilen duyarlılık ve üstlenilen sorumluluk ile belirlenir. Felaket yöresinde yaşayan insanlara yönelik verilen sosyal destek çok önemlidir çünkü sosyal destek: 1. Kişiye değer verildiğinin, yaşanılan acıya şapka çıkarıldığının ifadesidir. 

2. Acıya ortak olunduğunun, paylaşmanın, sevgi ve empatinin ifadesidir.  

3. Bireylerin dış dünyanın yalnızca tehlikelerle dolu bir yer olduğuna dair algılarının değişmesini ve esnekleşmesini sağlar. 

4. Travma sonrasındaki kontrol kaybının yol açtığı çaresizlik ve umutsuzluk algılarını azaltır. 

5. Travma sırasında yetersiz ya da uygunsuz tepkiler verdiği konusundaki düşüncelerini değiştirmesini sağlar.  

6. Travmaya uğramış kişilerin yaşadıkları deneyimle ilgili olarak kendilerini ifade edebilmelerini ve böylelikle travma yaşantısının anlaşılmazlığının azalmasını sağlar.  

7. Hepsinden önemlisi kişiyi beklenmedik ikincil travmalardan korur.

İkincil travma nedir?

İkincil travma herhangi bir travmayı izleyerek insanların kendi başlarına gelenlerden kendi kendilerine sorumlu tutmaları veya başkaları tarafından sorumlu tutulmaları sonucu ortaya çıkar. Bu olayın en tipik örneklerinden biri insan eliyle gerekse doğal yollarla oluşan felaketlerin sonunda bu felaketlerin belirli kişi ya da insan topluluklarının yaptığı çeşitli hatalar nedeniyle oluştuğuna dair söylemlerdir.  

1982’deki Erzincan depreminden sonra bir yerel gazetede çıkan bir haberde aynen şunlar yazılı idi “Depremde birçok kişinin hayatını kaybettiği SSK Hastanesi’nde fuhuş işleniyordu. Erzincan’da yıkılan iki otelde gayrimeşru ilişkiler yaşanıyordu. Yıkılan binalara bakıyoruz. Erzincan’da en fazla can kaybı SSK Hastanesi’nde iken, hemen bitişikteki blokta hiçbir can kaybı yoktu. Ahlaksızlık iddialarının ayyuka çıktığı kız meslek lisesi, kahvehanelerde, hakim ve savcı lojmanlarında ölüm sayısı da az değildi. Erzincan’da “Çanak antenli” bina sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne tesadüftür ki yerle bir olan 4’er, 5’er katlı büyük yapıların üzerinde “baykuş gibi” türemiş çanak antenler gördük.” Şimdi siz değerli okuyuculara soruyorum. Bizler bu tür söylemleri yalnızca Erzincan Depremi’nden sonra mı işittik? Yoksa İzmir depremi dahil birçok felaketten sonra benzeri söylemleri duyduk ve duymaya devam mı ediyoruz? Duymaya devam etmek istemiyorsak neler yapabiliriz?

Çoğumuz adil bir dünyada yaşamadığımızı bildiğimiz halde olumsuz yaşantılarımızın rastlantısal (herhangi bir suç işlenmeden) olabileceği gerçeğini kabul etmek istemeyiz.

Çoğumuz adil bir dünyada yaşamadığımızı bildiğimiz halde olumsuz yaşantılarımızın rastlantısal (herhangi bir suç işlenmeden) olabileceği gerçeğini kabul etmek istemeyiz.

O nedenle felakete uğrayanları uğradıkları felaketten sorumlu tutma yolunu seçeriz. Travmaya uğrayanların da benzer varsayımları olabilecekleri ve karşılaştıkları travmadan kendilerini suçlayabilecekleri hep aklımızda tutmamız gereken gerçeklerdir. Bu tür söylem ve tutumlar insan onuruna yakışmayan, değersizleştirici, yargılayıcı, acımasız ve insani şefkatten uzaktır.  Böyle söylemlere izin vermemek gerektiği gibi, bu tür söylemlerin yazılı ya da görsel medyada yer vermek insanlar arasındaki kutuplaşmayı artırır. Yaşanan acıya şapka çıkarıp-empati yapabilmek insan olmanın en temel erdemlerinden biridir. Ben bu yüzden “tüm suç benim, annem babam ben yeterince dua etmedim diye öldü. Daha çok dua etseydim onlara bir şey olmazdı” diyerek ağlayan birçok çocuk gördüm. Eğer küçük çocukların bu söylemlerinden bile  etkilenmiyor, umursamıyor ve felaketlerden etkilenenleri başlarına gelenlerden dolayı suçlamaya devam edebiliyorsak  şimdi yazdığım ve bundan sonra yazacağım hiçbir yazının hiçbir değeri olmayacaktır. Suçlamayalım, yargılamayalım. Yargının çok olduğu yerde sevgi ve şefkate vakit kalmaz. 

Devlet eliyle yapılan iyi niyetli yardımların da adil ve kolay ulaşılabilir olması yaraların sarılmasında aynı şekilde etkilidir… Ben kamyon üzerinden halka atılarak dağıtılan battaniyeler, ekmekler gördüm. Ne acı… Bazıları 3 battaniye alırken diğerlerinin battaniyesiz kalması… Travma var, ardından travmayı telafi etmek için yardım var ama siz ona da ulaşamıyorsunuz… Bütün bunları bilip, yüreği sızlamayanın kendine ya da insanlığa saygısı kalabilir mi? 

Aynı zincirin parçaları olarak yaşadığımızı fark edebilmek ve yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızla başkalarının yaşamlarını belirlediğimizi daha çok görebildiğimiz ve umursadığımız zamanlar dilekleriyle. 

Instagram

Website

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
Reklam
category/eglence BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
14
0
0
0
0
0
0
Yorumlar Aşağıda
Reklam
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın