Batı dünyası bu konuda daha şeffaf davranıyor. Batılı kaynaklardan öğrendiğimize göre son kırk yılda yüzlerce Katolik rahip çocuklara karşı işledikleri cinsel suçları itiraf etmiş ve Katolik Kilisesi cinsel suçların tazmini için yaklaşık olarak 500 milyon dolar ödemiştir. Buradaki kurbanların yarısının 10 yaşın altında olması tüyler ürperticidir. Ülkemizde de durum iç açıcı değildir. Tarikat yurtları ve radikal dinci düşüncelerin olduğu yerlerde çocuklara yönelik cinsel istismar haberleri giderek sıklaşmaya başladı. Bazı ünlü politikacıların, sporcuların ve din adamlarının ikiyüzlü bir şekilde bir yandan aile değerlerine verdikleri önemi sürekli konuşup öbür taraftan sevgilileri, metresleri, fahişeler ve stajyerlerle kırıştırdıkları bir dünyada, gerçekler kilim altına süpürülmeye çalışılsa da tek eşli evliliğin sadakat ve liyakatle ne kadar sürdürüldüğü tartışmalıdır.
Son 20-30 yılda özellikle Batı toplumlarında boşanmalar ciddi şekilde artış gösterdi. Boşanma nedenleri arasında ilk sırayı sadakatle ilgili sorunlar alıyor. İkinci sırada görülen şiddetli geçimsizlik çok defa sadakatsizlikle birlikte ortaya çıkıyor. Uzun süre evli kalanlara yapılan anketlerde ezici bir çoğunluğun ilk evlendikleri günkü şevk ve heyecanla evliliklerini sürdürmedikleri görülüyor. Mutlu olanlar, evliliği birlikte yaşanan ve paylaşılan hayat değerleri, çocuklar ve torunlar gibi yeni başka heyecanlar üzerinden yine birlikte paylaşarak başka bir formata dönüştürerek sürdürebiliyorlar.
Paylaşmayı ve birlikte yaşamayı bilenlerin “sonsuz aşk” dedikleri şeyin aslında ilk bir araya geldikleri günkü tutkulu aşkla bir ilgisi yok. Belki onun üzerine daha güzel başka bir aşk inşa edebiliyorlar. Bunu yakalayamayanlar ya şiddetli geçimsizliğe rağmen sosyokültürel baskılar veya bazı maddi zorunluluklar nedeniyle durumu idare ediyor ya da boşanıyorlar. Tutucu toplumlarda boşanmak da özellikle kadın açısından çok kolay değil. Son zamanlarda artan kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin arka planında sürdürülemeyen ve mutsuz eden evlilikleri kadınların bitirme çabası yatıyor. Sigmund Freud, birçok konuda tartışılabilir, ancak insan uygarlığının erotik enerjinin engellenmesi, yoğunlaştırılması, biriktirilmesi ve yeniden yönlendirilmesi üzerine kurulduğunu söylerken haklı gibi görünüyor.**
İnsanın tek eşliliği konusuna bilimsel veriler ve bilim penceresinden baktığımızda ne görüyoruz? İnsan ilk ortaya çıktığı andan itibaren tek eşli mi, yoksa çok eşlilikten gelerek tek eşliliğe mi evrildi? Şimdi bu sorulara yanıt arayalım. Öncelikle bizim için kötü haber denebilecek bilimsel gerçek şu ki, Homo sapiens tek eşli memeliler içinde yer almıyor. Günümüz siyaseti, kültürel ve ahlaki değerleri tek eşliliğin doğal, evliliğin insanlar için evrensel ve çekirdek aile dışındaki herhangi bir aile yapısının da sapkınlık olduğunu söylüyor. Din, siyaset ve hatta bilim bile, biyolojinin ve milyonlarca yıl öteden evrimleşerek bugüne ulaşan isteklerin sınırlandırılması ve bastırılarak kontrol edilmesi için uğraşıyor. Ancak bütün bu çabalar toplumsal yaşamda bu konuda gözlemlenen samimiyetsizliği ve zıvanadan çıkmış ikiyüzlülüğü ört bas etmeye yetmiyor.
Günümüz insanı gerçekte kendi erotizmi ile bir çeşit savaş halinde. Bir taraftan basitçe türün devamı için beyninde kurulu olan ve ödüllendirme ile çalışan düzeneği nefsine hâkim olarak bastırmaya çalışırken, diğer taraftan gizli olmak koşuluyla eline fırsatı geçirdiği an yemediği haltı bırakmıyor. İnsanın bu zaafı, bazen rakiplerini ekarte etmek isteyen siyasetçilerin, üst düzey bürokratların ve işleri istediği gibi halletmeye çalışan çeşitli çıkar gruplarının kullanılabileceği en elverişli silahlardan biri haline geliyor. Çağdaş kültür aşk ile seks arasındaki bağlantıyı da bir türlü kuramıyor ya da kurmak istemiyor.
Araştırmacıların çoğu insanın çok eşlilikten tek eşliliğe geçiş sürecinde tarımın keşfedilmesinin önemine değinir. Buna göre çekirdek ailenin başlangıcı tarımın keşfiyle ortaya çıkan toplumsal koşullara uyum sağlama çabalarına dayanır. İnsanların bu davranış ve tercihleri türümüzün biyolojik olarak programlanmış özelliklerine değil insan beyninin esnekliğine ve toplulukların yaratıcı kültürel yaklaşımlarına dayanır. Modern insan türünün yaklaşık 200 bin yıllık bir geçmişi vardır. Tarımın en erken işaretlerinin yaklaşık M.Ö. 8000’lerde başladığını düşünürsek insanların yerleşik tarım toplumlarında yaşayarak geçirdiği zaman yeryüzündeki toplam yaşadığı sürenin ancak %5’ine karşılık gelir.
Aşk ile ya da aşksız, tarih öncesi dönemlerde rastgele cinsel ilişki söz konusuydu. İnsansı atalarımız birkaç milyon yıl boyunca zamanlarının çoğunu yetişkinlerin birden çok cinsel ilişki yaşayabileceği küçük ve yakın ilişki içindeki gruplarda geçirdiler. On dokuzuncu yüzyılın en etkili sosyal bilimcilerinden, Amerikan antropolojisinin de babası sayılan Lewis Henry Morgan toplumsal organizasyon ve aile yapısının evrimiyle ilgili çalışmaları ile tanınır.
Morgan, Darwin’e zıt olarak, tarih öncesi zamanlarda tipik olarak çok eşli rastgele cinselliğin olduğunu savunmuştur. Bu dönemlerde erkekler çok kadınlı (polijini) ve kadınlar da çok erkekli (poliandri) yaşadılar. Bu iki kavram da insanlık tarihi kadar eskidir. Morgan’ın Tarih öncesi toplulukların grup evlilikleri omnigami olarak da adlandırılır.*** Buna göre tek eşli evlilik kavramının aşamalı olarak gerçekleştiği ve rastgele çok eşli ilişkinin bir zamanlar dünyada oldukça yaygın olduğunu düşünebiliriz. Bu dönemler beyinde otobiyografik belleğin tam olarak yerleşmediği beynin ön kabuk tabakasının bugünkü kadar gelişmemiş olduğu dönemlerdi.
Rastgele cinsellik muhtemelen tarımın ve özel mülkiyetin yükselmesine kadar, avcı-toplayıcı dönemde de devam etti. İnsanların yerleşik tarım toplumlarında yaşamaya başlamasıyla toplumsal yaşam kuralları bir daha geri dönmeyecek şekilde önemli bir değişime uğradı. Hayvanların evcilleştirilmesi, buğdayın keşfi ve çiftçilik ile başlayan yerleşik düzen rastgele ilişki yerine karşılıklı eş olmaya da geçilen bir dönemdi. Tarımla birlikte cinselliği düzenleyen kurallar da dâhil hemen her şey değişmiştir. Karşılıklı eş olma bağı oluştuktan sonra kadın, birlikte olduğu erkek ile paylaştığı kaynaklara erişimini tehdit edebilecek başka kadınlara karşı daha hassas oldu. Bu hassasiyet, erkeğin başka kadınlarla samimiyet kurması da dâhil sadakatsizliğini çağrıştıran tüm belirtilere karşı bugün de devam ediyor.
Bununla beraber, kadın, fırsat çıktığında genetik açıdan eşinden daha üstün gördüğü bir erkekle kaçamak ya da sürekli bir beraberliğe hayır demedi. Erkek cinsel sadakatsizlik işaretlerine karşı özellikle açık vermemeye dikkat ederken bir yandan da diğer kadınlarla kısa vadeli cinsel ilişki fırsatlarından yararlanmayı hiç ihmal etmedi. Erkek için en kötü senaryo zamanını ve kaynaklarını başka birinin çocuklarına bakmak için kullanmasıydı. Bu aynı zamanda kendi genleri yerine bir yabancının genlerinin geleceğe taşınması onun da buna bekçilik etmesi anlamına gelir. Eş olarak yanında bulunan kadının başka adamlarla duygusal bağı olsa bile işe cinsellik karışmadıkça babalık konusunda şüpheye yer kalmaz ve bu korkutucu genetik felaket ortaya çıkmaz. Bu nedenle erkek kıskançlığı kadının cinsel davranışlarını kontrol etmeye odaklanırken kadının kıskançlığı erkeğin duygusal davranışlarını da kontrol edecek ve erkeğin kaynaklarına ayrıcalıklı erişimi bir başkasıyla paylaşmayacak şekilde evrimleşti.
Yorum Yazın
Grinin 50 tonu bu yüzden var
evet çıkar, cinsellik yaşadın diye bu durum o kişiye değer vermeyeceğin anlamına gelmaz