Billur Aktürk Yazio: Ey Maestro, Yeniden mi Başlıyoruz?
Zaman, insanı imkansıza inandıran bir güç, öyle ki, tüm günahları affettirebiliyor. Yeni bir yıla hızlı bir giriş yapmışken, bende zamanın ihtişamı içinde biraz akmak istedim... Haydi, ey maestro, bu kez nasıl başlarsın yarına, seç bir yalanı…
Sevmek … ‘Her şeyden çok’ sevmek… Peki, ama ‘her şeyden çok’ ne demek?
O halde şöyle devam edelim: aşk, hayat ağacının ta kendisiyse, herkes tarafından, gerçekten hak ettiği değeri, saygıyı görüyor mu?
Mesela siz, birine yürekten aşık olduğunuzda, o aşk sizi yaşatıyor mu, öldürüyor mu? Ağlatıyor mu, güldürüyor mu? Aşkın yoksunluğu, sizde delik- deşik olmuş bir kalp, bir aşk bozgunu yaratırken, dahası, aşktan beklediğiniz şeyin çok uzağında hezeyanlar içinde kavrulurken, karşınızdaki maşuk, aşkınıza ne kadar saygı duyuyor? Ne kadar itina ve özen gösteriyor? Aşkın içindeki letafet ve zerafet merhemi, ne kadar kalbinizi sağıyor? Peki, siz bu maşuk’un, maşukluğuna yani sizi ‘EN’ sevdiğine nasıl karar verdiniz?
Ey sevgili aşık, itiraf et kendine, gerçekte var olmayan! kendi yarattığın sevgilinin, hayalin, aşkın peşinde, incinmemen mümkün olamazdı. Çünkü, gerçekten aşk dolu bir kalbin, kalıcı hasar bırakacak kadar incitmesi mümkün değildir. Ama zaman öyle kudretli ki, aşık kalbe delik deşik yaralar açan yalancı maşuku bile affettirebiliyor, öyle değil mi?
Haydi gelin bu duygusallıktan biraz sıyrılalım, ben de şeytanın avukatlığını yapayım. Peki, aslında bu kabullenişin ardında, Candan Erçetin’in şarkısında olduğu gibi, ‘onlar yanlış biliyor, kimsenin suçu değil bu, onun suçu değil bu, bu benim suçum’ gerçeği mi yatıyor? Yani mesela, EN sevilmek, ‘’ne dersem deyim, nereye gidersem gideyim, sonuçta tüm bildiğim yollar sana çıkıyor, bu da büyük bir konfor. Çünkü bilmediğim yollarda yürüyüp, risk almak bana göre değil, korkağım maçam yemiyor’’ demek ve mağdur edebiyatı, kurban rolü üzerinden güç devşirmek,
pirim yapmak olabilir mi? Çünkü, ne enteresan, bu ‘en‘ sevdim dediklerimizle ilgili, hep hayal kırıklıklarımız var.
Birbirimize anlatıp dertlenirken, onların hep alıcı, bizim verici olduğumuz bir ilişki tarifimiz oluyor.
Ne dersiniz, onlar yani ‘EN sevdiklerimiz’ hayal kırıklığı yaşadığımız için ‘EN’ olmuş olabilirler mi, yani onları ‘EN‘ yapan bizim şişkin egolarımız ya da korkaklığımız- bırakma kapasitemizin olmayışı olabilir mi? Sen benim kim olduğumu biliyor musun abi gibi; sen kim oluyorsun da beni sevmiyorsun’a dönüyor olabilir mi iş? Yoksa daha da acısı, gerçeklerin bal gibi farkında olup, gerçeğe egolarımız yüzünden savaş açarak, sadece yanınızda kalması için, dünyanın en verici insanı! olarak, her konuda ‘rüşvet’ vermeye devam ederken, kurban rolü için mızmızlanmak, daha az incitici mi geliyor? Şöyle de olabilir, ya biri benden çok sana aşık olursa. Her şey ne kadar kalabalık ve yorucu değil mi?
Gelin, aşkı zorlamayın. Zorlarsanız, zorlanırsınız ve bu durumda, kendinizi iki kişilik yalnızlıkta ve asla kazanamayacağınız bir zafer için en önemli servetinizi ‘zamanınızı’ feda ederken bulabilirsiniz. Oysa hepimiz biliriz, kaybetmeyi bilmeyen asla kazanamaz.
Bir hüzzam beste ayrılık..
‘Söylemesi kolay, uygula da görelim’ dediğiniz duyar gibiyim.
Bazen kendime soruyorum, dostlara heyecanla anlattığım adam gerçek mi, yoksa ben mi yaratıyorum diye. Birini eskimiş kahkahaları sever gibi sevmek, onun her gidişini savuşturduğunda sanki büyük bir fırtınayı savuşturmuş gibi hissetmek, söyleyecek onca söz varken kıyamayıp susmak, onun yerine korkuları yüklenmek, yaşamın – her zorluğun üstesinden gelmesini, aydınlıklara karışmasını, aşka – koyduğunuz inanca sırt dönmemesini istemek...
Kim istemez. Ama, size karşı ‘yaşam yorgunu’ gibi davranan, kendisi dışında herkesi- her şeyi unutan biriyle, bunların hiç biri olmaz. Elinizde son kalan şey, hep yeniden başlamak olur. Yeniden... Ve yeniden… Yeniden… Siz de, aşk karmaşasıyla başa çıkmayı, en değerli şeyiniz çalınırken öğrenirsiniz: zamanız. Hem, maşukla size ait olduğunu sandığınız her özel anın, sizde derin bir acısı varsa, bu kadar korktuğunuz gerçek ne olabilir? Bir hüzzam bestedir ayrılık ve ‘ayrılıkta, sevdaya dahildir’. Dünyanın en güzel şeyi, ‘rağmen’ doğruyu yapabilmektir. Hazzı müthiş ve şaşırtıcı oluyor…
‘’Sevmek güzel meslek. Ama zor’’ B. Eyüpoğlu
Peki ne dersiniz, saatlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı, en özel günlerimizi vs vs beraber geçirdiğimiz insanları olması gerektiği kadar seviyor muyuz? Mesela, özgürlük vermeyen, dolayısı ile güven duyulmayan bir ilişki değer addeder mi? Şunu demek istiyorum, dostlarınızla, içinde bulunduğunuz toplumla, ailenizle beraberken, yalan söylüyor musunuz, ya da kendinizi ne kadar saklamak ihtiyacı hissediyorsunuz? Zayıf taraflarınızı yansıtırken, içinizdeki zehri dışa vururken, dostum dediğiniz insanlara ne kadar perdesiz davranıyorsunuz? Başarılarınızla böbürlenirken, başkalarının başarısına ne kadar katılıyorsunuz? Ne kadar ben merkezcisiniz, empati duygunuzdan ne haber?
Bunları soruyorum, çünkü kendinizi özgür, yalın ve samimi hissetmiyorsanız burada bir sorun vardır. Söylemek istediğimi biraz daha açayım, duygularınızı, başarılarınızı, kayıplarınızı, gizlerinizi vs vs paylaşırken ya da sonrasında, anlattıklarınızdan ötürü dostlarınızdan kuşku duyuyor musunuz ya da onları kaybetmekten korkuyor muyuz?
Söylesenize, hayatın içinde birbirimizin zaafları- zayıflıkları üzerinde bunca strateji üretip, kepazeliğin, adam satmanın, ihanetin adını rekabet koyup göz oyarken, birbirimizi gerçekten sevebileceğimize inanıyor musunuz?
İnanıyorsanız nasıl? Mesela neden, bu kadar birinin mutsuzluğuna iştahlıyız? Bir gün bir arkadaşım, sevdiği adama, hayatının neresindeyim diye sormuştu, adam karşımdasın demişti. Bunu duyduğumda çok üzülmüştüm, çünkü sevilenin karşıda olmasının ne demek olduğunu anladığında yaşayacağı şeyleri tahmin etmek zor değildi. Evet, karşısındaydı, kuzey ve güney gibi, doğu ile batı, siyah ile beyaz gibi … Çünkü hiçbir zaman yanında olmasına izin vermemişti. Siz söyleyin, dostlarınız yanınızda mı, karşınız da mı? Yoksa, eskiye öykünmenin sebebi bu soruların cevabındaki gerçekler olabilir mi?
Ben hayatta en çok ailemi sevdim… Annemi, babamı, kardeşlerimi… Onlar da bana, yakınlarımı, arkadaşlarımı, içinde yaşadığım toplumu, ülkemi, dünyayı, tüm canlı varlıkları sevmeyi öğrettiler. Çünkü sevmek, öğrenilerek büyüyen bir duygu. Fedakarlıkla, samimiyetle, özgürlükle, karşılıksız... Ama öğrenmekte – öğretmekte o kadar kolay değil. Herkes gibi, cüretle başladığınız hayat, size olması gereken her şeyi kafanıza vura vura öğretiyor. Dahası öğrenerek büyürken, o kadar hoyrat olabiliyorsunuz ki, geriye dönüp baktığınızda, onu yapan ben olamam – o ben değilim diyebiliyorsunuz. Bence bu durum, hepimiz için geçerli. Bazen, uykularımı bile bölen geçmişteki belkiler, uydurduğum bahanelerle dostlarımın zaaflarını, kusurlarını affedebiliyor ama benim kendimi affetmem uzun zaman alıyor. Bazen bir şeyleri hatırladığımda, içimde binlerce ışık kapanıyor.
Dolayısı ile, 2022’nin henüz başında, birini minicik bile yaralamışsam, yüreğinden binlerce kez öperim.
En çok da annemin. Her kederimi, kahrımı, kaprisimi çeken, yemeyip yediren, giymeyip giydiren… Hayatı, çocukları olan sebeb-i hayatımın yüreğinden öperim. Büyürken, mükemmel olması için zorladığım, zaman zaman haksızlık yaptığım kız kardeşimden. (Ama sonuçtan gurur duyduğumu da saklayamam :) ) Koşabilmek için, bazen geride bırakmak zorunda kaldığım erkek kardeşimden. Yattığı yerde huzurla uyuduğuna emin olduğum canım babacığımdan.
Zaman içinde bir şekilde yolumun kesiştiği güzel insanlardan, bildiğim, bilmediğim ama benim sebep olduğum tüm kırıklıklar için özür dilerim… Bana yürekli, itinalı, huzurlu sevmeyi, güzellikleri öğreten, hayatımda el izi olan canım ailemi, benim seçtiğim kardeşim Becky’yi ve tüm dostlarımı çok seviyorum… Bir kusurum varsa affola… 2022 ile birlikte sokaklarınız yasemin kokuları ile dolsun, yüreğinize cemreler düşsün, düşlerinize aydınlıklar yağsın inşallah… Ey maestro, yeniden mi başlıyoruz? O halde, allegro!
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Yorum Yazın