Birinci Dünya Savaşı’ında bir Fransız ordu subayı olan Henri Gougaud, “Çok eski zamanlardan beri güçlü, derin, değiştirilemez bağların insanı bineğine bağladığını' belirtiyor. At, hem insan için en değerli hayvandır hem de insanın kendisine eşit olarak saygı duyabileceği tek hayvandır; öyle ki, insanı primat durumundan çıkarıp göksel alanlara çıkarabilecek tanrıların bir hediyesi olarak görülür. İnsan ve at arasındaki evcilleştirme sürecine bakıldığında atın boyun eğmediğini ikisi arasında bir anlaşma ve bağlılık geliştiğini görürüz. İnsan ve at arasındaki bağlantıya bakıldığında aslında ikisinin de özgürlüğe olan düşkünlüğü ve irade bakımından benzer özellikler taşıdığı dikkat çekiyor. Peki, ne oldu da at bir atlıkarınca oldu ve insan kendi için belirlenen sınırların içine hapsoldu?
Son zamanlarda işe gitmek için metroyu kullandığımda her sabah kendimin de içinde bulunduğu bir durumu fark ettim. Metronun uzun koridorlarında yürüyor, belli birkaç dakika bekledikten sonra metronun gelmesiyle birlikte inen yolculara öncelik vermek için belirlenmiş kırmızı çizgilerin içinde duruyoruz. Bu bir süre sonra otomatikleşiyor. Durduğumuz yer, açılmasını beklediğimiz kapılar… Birine öncelik vermek, başkalarının sınırlarına saygı duymak ve kendi sınırlarımızı belirlemek için kırmızı çizgilere ihtiyaç duyuyor olmak… Şunu düşünün, yaya geçidine gelmeden önce yavaşlamamız için konulan kasisler… Diğerlerinin sınırları, belli kurallar çerçevesinde oluşturuluyor. Yani içten dışa doğru oluşturulması gereken sistem dıştan içe doğru oluştuğu için sınır kavramının içi boş ve anlamsız kalıyor. Peki, otomatikleşen bir sistem içerisinde kendi sınırlarımızı belirlemek ve başkalarının sınırlarına saygı duymak için empati göstermek ne kadar mümkün?
Bireysel sınırlar toplumsal sınırlarla çelişiyorsa?
Son zamanlarda sınırlar ve hayır diyebilme üzerine çalıştığım danışanlarımın çoğunda ortak olarak gördüğüm bir durum var. “İyi bir insan olmalıyım.” “Peki iyi bir insan olmayı belirleyen kriter burada tam olarak ne?” sorusu sorulduğunda toplum tarafından onaylanan insan olarak tanımlıyorlar. Kendine öncelik vermenin “bencillik” olarak görüldüğü toplum yapılarında bu bakış açısına uyum sağlamak iyi insan olmak anlamına gelir mi? Peki, özgür insan olmak bizi kötü bir insan haline getirir mi? Aslında burada önemli olan bir başkasının özgürlük alanını ihlal etmeden özgür olabilmek değil midir?
Toplumsal kurallara dayanan “iyi insan olma” kriterleri bireysel savunma mekanizmalarımızı düşürürken, toplumla uyum içinde olmak için aynılaşmamız gerektiği yanılsamasını yaşamamıza sebep oluyor. Toplumla uyum içinde olmak için farklılıklarımızı törpülememiz ve tek tipleşmemiz gerekir mi?
“…Hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içindeyiz; hep âdetlere, kurallara uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş. Zorunlulukların sürekli baskısı altında toplum denilen bu sürüyü meydana getiren insanlar belli durumlar karşısında hep aynı şeyleri yapacaklardır; başka türlü davranabilmeleri için çok önemli sebepler olması gerekli. Bu yüzden karşımızdakinin nasıl bir adam olduğunu hiç bilemeyeceğiz, bu yüzden dostumuzu tanıyabilmek için büyük olayları bekleyeceğiz, o zaman da iş işten geçmiş olacak çünkü onu tanımak zaten bu olaylar için gerekliydi.”
(Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev- Jean Jacques Rousseau)
Birey ve toplum birbirini etkiler. Ancak bu durum döngüsel değil de doğrusal bir şekilde ilerlerse, bozulan bir sistemin çarklarından biri olmaktan ileri gidemeyeceğimiz de gayet açıktır. Kendimiz olabilme cesaretini gösterebiliyor olmak sağlıklı olduğumuzun göstergesidir.