Görüş Bildir
Zihinle Kontrol Edilen Robotik Kol
ABD'li bir firma tarafından geliştirilen robotik kol, Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) tarafından onaylandı. Karmaşık fonksiyonları yerine getirebilen kol insanlarda kullanılacak. Segway firması tarafından üretilen DEKA Arm adı verilen protez, FDA tarafından benzerleri arasında onay alan ilk robotik kol oldu. Sunduğu robotik ulaşım araçlarıyla 2001 yılında tanınan Segway, yıllar yetişkin bir insanın kolunu büyüklük, ağırlık, şekil ve fonksiyon olarak taklit edebilen protez geliştirdi.FDA Cihaz ve Radyolojik Sağlık Merkezi'nden Christy Foreman, 'DEKA Arm'in gerçek bir kola benzer şekilde karmaşık fonksiyonları yerine getirmeyi sağlayacağını' söyledi. Kullanıcıların, DEKA Arm ile dişlerini fırçalayabileceği, ellerini yıkayabileceği, yemek yiyebileceği ve kapı kilitlerini açabileceği belirtildi. Segway'i 2009 yılında satan kurucu Dean Kamen, robotik kola Yıldız Savaşları filminin ana karakterlerinden Luke Skywalker'dan esinlenerek 'Luke' takma adını verdiklerini söyledi. Skywalker, Darth Vader ile giriştiği düelloda sağ elini kaybetmiş ve ardından biyonik bir el kullanmaya başlamıştı. Düşünce gücüyle kontrol ediliyor ABD Savunma Bakanlığı'nın özel Ar-Ge kurumu DARPA, DEKA Arm için yapılan 100 milyon dolarlık bağısın 40 milyon dolarını karşıladı. Robotik kolun hareketleri, kasların hareketleriyle oluşan elektriksel faaliyeti tespit eden sinyalleri yakalayan elektrotlar aracılığıyla kontrol ediliyor. DARPA yetkililerinden Justin Sanchez, 'robotik kolum üzüm kadar küçük ve hassas nesneleri bile rahatlıkla tutabildiği ve matkap gibi el hüneri gerektirecek cihazları kullanabildiğine' dikkat çekti. Denekler ile yapılan testlerde, kullanıcılar bir yumurta bile kırmadan istenilen hareketleri gerçekleştirmeyi başardı. DEKA Arm'ın deneme sürecinin başarıyla sona ermesi durumunda, başta Irak ve Afganistan savaşlarında kollarını kaybetmiş olan en az 1800 askere nakledilebileceği belirtiliyor. Al Jazeera
Documentarist'ten, Uluslararası Yeni Bir Ödül: FIPRESCI
7-12 Haziran'da 7'ncisi gerçekleşecek olan DOCUMENTARIST İstanbul Belgesel Günleri, bu sene ilk kez bir FIPRESCI jürisi ağırlıyor. Polonya'nın konuk ülke olduğu festivalde, Suriye filmlerine de özel bölüm ayrılıyor. Documentarist İstanbul Belgesel Günleri, bu sene 7'inci kez 7-12 Haziran 2014 tarihlerinde gerçekleşecek. İtalya'dan Festival dei Popoli, Polonya'dan Krakow Film Festivali, Hollanda'dan EYE International ve Uluslararası Eleştirmenler Birliği (FIPRESCI) ile yaptığı işbirliği sonucu uluslararası boyutunu daha da genişleten festival, ilk kez bir FIPRESCI Jürisi ağılıyor. Böylece Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu'nun Türkiye'de jüri verdiği üç festivalden biri olacak. Polonya'nın konuk ülke olduğu festivalin bu seneki programında, Suriye filmlerine de özel bölüm ayrılıyor. Polonya Başkonsolosluğu ve Krakow Film Festivali işbirliği ile gerçekleşen 'Mercek Altında: Polonya' başlıklı bölümde, ülkenin en kıdemli belgesel festivali olan Krakow'da son 40 yılda ödül almış belgesellere de yer ayrılacak. Bu ülkeden Andrzej Fidyk ve Pawel Lozinski başta olmak üzere pek çok konuk da ağırlanacak. Festivalde, 3 yıldır kanlı bir savaşın içinde yaşayan Suriye'ye de özel bir bölüm ayrılıyor. Suriyeli belgeselcilerin yakın dönemde yaptığı, çatışma koşulları altındaki gündelik hayata tanıklık eden, ayrıca yaşanan sürece Suriyelerin nasıl baktığını gösteren filmlerden bir seçki festivalde seyirciyle buluşacak. Avrupa'nın ve İtalya'nın en eski belgesel festivali Festival dei Popoli ile işbirliği çerçevesinde başlatılan Yaratıcı Belgesel Geliştirme Atölyesi, festival haftası içinde de devam edecek. Bu kapsamda İtalya'dan Alessandra Celessia ve Festival dei Popoli yetkilileri İstanbul'a konuk olacak. Her zamanki gibi Türkiye'de son bir yılda yapılan belgeselerden geniş bir seçki festival programının ana bölümlerinden birini oluşturuyor. Bunlardan yönetmenin 1. veya 2. filmi olanlar Johan van der Keuken Yeni Yetenek Ödülü'ne aday olacak. Bu seneki ödül jürisinde Deniz Akçay, Işıl Baysan Serim, Ufuk Emiroğlu ve Senem Aytaç gibi isimler yer alıyor. FIPRESCI jürisinde ise Şili'den Pamela Biénzobas, Danimarka'dan Steffen Moestrup ve Türkiye'den Özge Özdüzen görev alacak. Eleştirmenler jürisi, uluslararası filmlerden oluşan bir seçkiyi değerlendirip bir filme FIPRESCI Eleştirmenler Ödülü takdim edecek. Bu arada, 12 Haziran'da ödüllerin açıklanacağı festival kapanış gecesinde Türkiye'de ilk kez European Souvenirs Canlı Sinema Performansı gerçekleştirilecek.Açık hava gösterimlerinin de gerçekleşeceği Documentarist 7. İstanbul Belgesel Günleri, Hollanda Başkonsolosluğu, Polonya Başkonsolosluğu, Fransız Kültür Merkezi, SALT ve Armada Hotel'in de dahil olduğu pek çok kurumun desteği ile gerçekleşiyor. Film gösterim mekanları ise Fransız Kültür Merkezi, SALT Beyoğlu, Aynalıgeçit Etkinlik Mekanı ve Dutch Chapel.CNN Türk
Apple, Samsung'u Yendi, Uçuşa Geçti!
Apple, uzun zamandır ulaşamadığı önemli bir başarıya, yıllar sonra Samsung'u yenerek ulaştı! Apple, en son 2012'inin sonunda gördüğü 600 doların üzerindeki hisse senedi değerini yeniden yakaladı. Teknoloji dünyasındaki diğer şirketlerin hisseleri düşme eğilimindeyken Apple'ın hisselerinin yükselişe geçmesi de dikkat çekti. Apple'ın hisse değerlerinin yükselmesinde, Samsung'a karşı kazandığı patent davasının etkisi olduğu kesin. Apple, 2012 sonunda 705 dolarlık hisse değeri ile rekor kırmıştı. O dönem piyasaya çıkan iPhone 5 ile hisse değerleri fırlayan Apple, ardından yaşadığı lojistik problemleri ve ortaya çıkan teknik sorunlar yüzünden hisse senedi değerlerinin 400 dolara kadar düştüğünü görmüştü. Apple'ın patronu Tim Cook'un yeni ürünler ve yeni servisler yaratmak konusunda daha kararlı olacaklarını açıklaması da yatırımcıların yeniden Apple'a ilgi göstermesini sağlamış gibi görünüyor.Chip
15 İlginç Manipülasyon Çalışması
Tuncay ÖZGÜR'ün tasarladığı manipülasyon çalışmaları. Türkiye'de Adobe Photoshop'a farklı bir bakış açısıyla yaklaşılabileceğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Beğeni toplayan çalışmalardan: Lens adam, Avatar, Parmak Selfie gibi bir çok manipülasyon çalışması bu içerikte.
Reklam
Cüneyt Arkın: "Ben James Bond Olmayı Reddedince Roger Moore'u Yaptılar"
Türk sinemasının efsanevi ismi Cüneyt Arkın , İngiliz ajan James Bond karakterinin başrolde olduğu Bond serisinde oynaması için teklif aldığını söyleyerek, “Adamlar buraya kadar geldiler ama ben sıcak bakmadım. Benim yerime de Roger Moore ’u James Bond yaptılar” dedi. Cüneyt Arkın, “Hollywood’da özel hayat falan kalmıyor. Ne istediğin gibi gezebiliyorsun ne de dostlarla bir-iki laf edebiliyorsun. Burada da özel hayatım yoktu ama milletimin içindeydim en azından. Kendi çöplüğümde ötüyordum. Yıllar sonra bir davette Ömer Şerif’le karşılaştık. ‘Her şeyim var ama vatanım yok’ dedi bana. O dolarları kazanabilmek için vatansız olacaksın arkadaş. Bu da bana uymaz” diye konuştu. “Panzehir” ile uzun bir aranın ardından beyazperdeye dönen Türk sinemasının efsanevi ismi Cüneyt Arkın, Hürriyet gazetesinden İzzet Çapa 'ya konuştu. İzzet Çapa’nın Cüneyt Arkın ile yaptığı söyleşinin bir kısmı şöyle: Bizanslılara mı, hayata karşı mı savaşmak, hangisi daha zordu? Savaşçılık genlerimde var. Sülalem Tatar soyundan; Kırım’dan gelmişler. Babam da İstiklal Savaşı gazisiydi. Eskişehir’de doğup büyüdüğüm bozkırlar için “Engerek yılanı bile yaşamaz” denirdi. Güneş toprağı öylesine yakardı ki, fırına girmiş gibi olurdunuz. Bir yanda kuraklık, bir yanda hastalık almış başını gidiyordu. Kediden geçtik, bir uçurtmam bile yoktu diyorsunuz... Ne uçurtması? Bütün oyuncaklarım, hatta bilyelerim bile topraktandı. İki odalı kerpiçten bir gecekonduydu oturduğumuz yer. Düşün, tuvaleti bile en az evin 200 metre dışındaydı yahu... Gerçekten de film gibi... Öyle zamanlar olurdu ki ablalarım, anam, babam toprağı kazardı, bulduğumuz acı kökleri yerdik. Açlık onursuz bir şeydir, insanı insanlıktan çıkarır. Uzun yıllar, bu onursuzluğun sefaleti ile yaşadım. Üstüm başım hep hayvan ve ekşi küspe koktuğundan diğer çocuklar benden uzak dururdu. Mutsuzluk, umutsuzluk diz boyu... Çok da mutsuz değildim açıkçası. Çocukluğun en iyi tarafı sorumluluk hissinin olmaması ve ben de bütün sorumluluklardan uzaktım. Fakat ister istemez sonradan yükleniyor sorumluluk omuzlara. Öyle tabii. Fakülte yıllarımda da hep çalıştım. İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde okurken ilk iki yılımı Sirkeci’de bir otel odasını iki inşaat işçisiyle paylaşarak geçirdim. Ders zamanı okula gider, kalan zamanda da onlarla inşaatlarda çalışırdım. Bir yanda anatomi dersi, öte yanda inşaat işçiliği... Stajımı yaptıktan sonra az çok hasta tedavi edebilir duruma geldiğimde hocam Cihan Abaoğlu beni evlere hastabakıcı olarak göndermeye başladı. Hastanın başında 24 saat bekleyip, acil durumda müdahale etmekti görevim. Fakat tabii yeri geldiğinde adamı tıraş da ediyordum, altını da temizliyordum. Cebiniz para gördü mü peki? Ayda burs parası olarak 60 lira alırdım. Hastabakıcı olarak bir eve gittiğim zaman ise günde 15 lira kazanıyordum. Ama ev sahiplerinin artık yemeklerini önüme koymaları çok ağrıma giderdi. İlk paramı aldığımda fırına koşup paranın hepsiyle ekmek aldım. Çiğnemeden yuttum, patlayana kadar yedim. Sonunda da kustum. Ekmeğin yanında biraz da peynir alsaydınız... Ekmekleri görünce açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum. Yıllar sonra bile kaldığım otel odalarında baş ucumdaki komodinin üzerine bir somun ekmek koyar, ancak ona bakarak uyuyabiliyordum. Bu tünelin sonunda hiç mi ışık yok Cüneyt Bey, hep mi böyle karanlık? Öğrencilik yıllarımda hoş günler de geçirdim. Eskişehirli birkaç arkadaş beraber kalıyorduk. Adam başına 45 lira kira düşüyordu. Ben hikâyeler karalıyorum, Tekin (Elagöz) şiir yazıyor, Cengiz (Çelikten) de düz yazı denemeler. Cengiz ayrıca iyi balıkçıydı... Hah şöyle, güzel bir balık yiyelim bari en azından. (Gülüyor) Haftada bir Cengiz tuttuğu palamutları getirirdi, yanına da bir şişe 75 kuruşluk Güzel Marmara şarabı açardık. Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi isimler de aramıza katılır, sohbetin dibine vururduk. Kadife yumuşaklığında bir sesi vardı Cemal Süreya’nın. O muhabbetlere doyum olmazdı. Acı tatlı günlerle fakülte bitti... Peki ya sonra? Hocalarım üniversitede kalıp akademik kariyer yapmam için çok ısrar etti. Ama ben elimde bir tek steteskopla tuttum yine Anadolu’nun yolunu. Yıl 1963, Artist dergisinin yarışmasına katılıyorsunuz. Doktorluğu bırakıp oyuncu olmak büyük bir kumar değil miydi? Aslında nörolog olmak istiyordum ama boş kadro yoktu. Hastanede boğaz tokluğuna çalışıyorsun. Kadrolu olmadığın için yemek de vermiyorlar. Hoş ben hemşirelerin yemeklerini yerdim ama (gülüyor)... Yakışıklı olmanızın avantajını kullanıyordunuz anlaşılan. Çalışmaktan, yakışıklı olup olmadığımın farkında bile değildim. Üniversite son sınıfta bir kız gelip, “Gözlerin ne güzel öyle yeşil yeşil” deyince, hayatımda ilk kez bir aynaya baktım, ulan hakikaten yeşilmiş... Ancak o zaman, 23 yaşında fark ettim gözlerimin rengimi. Ve kızların peşinden koşmaya başladınız... Para yok, pul yok nasıl koşacaksın? Bir defasında beraber olduğum kadının iç çamaşırlarıma iğrenek bakmasını hiç unutmam. Niye kirli miydi? Hayır, yamalı da, kirli de değildi. Onları anam Sümerbank pazarından alıp kendi elleriyle dikmişti. Ama çivitle o kadar çok yıkamıştı ki kirli gibi duruyordu. O gün ceketimi satıp iç çamaşırı aldım kendime. Bu olay nasıl içime işlemişse, şöhret olduktan sonra durmadan atlet, kilot alıyordum. Hastalık haline gelmişti bende. Sinemada çılgınca işler yaptınız. Özel hayatınızda da var mıydı böyle delilikleriniz? Olmaz mı? Bir keresinde Paris’te Ajda’nın misafir edildiği köşkte yemeğe davetliyiz. Hülya Koçyiğit, Erkan Özerman falan da var. Baktık at üstünde bir adam geldi davete. Otomobil daha icat edilmemiş miydi? (Gülüyor) Cüneyt Arkın’dan dayak yemek ister misin İzzet? O kadar da yaşlı değiliz. Neyse adam elmas kralı Tosunyan’mış. Masadakilere elmas dağıtmaya başladı. Ben de biraz içmişim. “Ulan” dedim kendi kendime “Sen atla gelirsin de ben gelemez miyim”... Eyvah eyvah! O kafayla çıktım evden. Paris’te şiir gibi bir pazar yeri vardır, meyveler sebzeler atlı arabalarla gelir. Oradan bir at satın aldım. Atladım sırtına, Ajda’nın evinin kapısına dayandım. İnan oraya kadar nasıl geldim bilemiyorum. Ajda’nın o anki suratı hâlâ gözümün önünde (gülüyor). Yılmaz Güney’i aratmıyorsunuz kafanıza eseni yapmak konusunda. Yılmaz müthiş bir insandı. Bazen bana gelirdi, oturup içerdik. Anadolu geleneklerine göre saygı icabı kadehi alttan tokuşturmak gerekir. Kim daha alttan vurursa karşısındakine o kadar saygı duyuyor demektir. Kim kazanırdı bu “yarışı”? Sen daha alttan vuracaksın, ben daha alttan vuracağım derken bir gün baktım Yılmaz evin bodrumuna inmiş. Oradan aşağısı yok ya (gülüyor)... Öylesine güzel dostluğumuz vardı ki... 12 Mart döneminde Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz’ın hak ettiği ödülü siyasi nedenlerle ona değil bana verdiler. Ben de reddettim tabii. Tavrı ne oldu? “Ağam helal olsun, içkiler benden” dedi. Artist dergisinin yarışmasında neler oldu? Aslında ondan önce Eskişehir’de askerlik yaparken, bizim kışlanın yakınında Göksel Arsoy ile birlikte “Şafak Bekçileri”ni çeken Halit Refiğ ile tanışmıştım. Yarışmaya girmemi Halit Abi istedi. Kazanınca da “Gurbet Kuşları”nda verdiği rolle sinema maceram başladı. Peki Dr. Fahrettin Cüreklibatur’u Cüneyt Arkın yapmak kimin fikriydi? Artist dergisinin yöneticisi Recep Ekicigil, Cüneyt Gökçer’in Cüneyt’ini, Arkın Kitapevi’nin sahibi Ramazan Arkın’ın da Arkın’ını birleştirip beni öyle lanse etti. Çapkınlık günleri de başlamıştır şöhretle birlikte herhalde. Vallahi hiç vaktim yoktu çapkınlığa falan. Cumartesi pazar dahil günde 16 saat çalışırdım. Senede 24 film çektiğim olurdu. (O ana kadar sessizce bizi dinleyen eşi Betül Hanım lafa giriyor...) - B.A: Şah döneminde Cüneyt, İran’da öyle meşhurdu ki kadınlar Fahrettin diyorlar başka bir şey demiyorlardı... Evli miydiniz o zaman? B.A: Gizli gizli çıkıyorduk. Beni etrafa sekreteri diye tanıştırıyordu. O aralar İran’dan Stella Sait diye bir kadın geldi, prensesmiş. Kadın nasıl aşık bizimkine anlatamam. Cüneyt’e hediye etmek için avuç dolusu mücevher getirdi. C.A: Meğer mücevherler kraliyet ailesine aitmiş. Hepsini iade ettik tabii. Kadın inanılmaz zengin, saçını yaptırmak için sabah kalkar uçakla Tahran’dan Paris’e gidermiş düşünsene. B.A: Sonunda Cüneyt için bileklerini kesip intihar etmeye kalktı. Nasıl sabrettim bütün hepsine bilmiyorum. C.A: İlber Ortaylı bir gün yemekte bunlardan bahsetti bana. “Ulan sen nereden biliyorsun?” diye sordum. “Senin yüzünden neredeyse İran’la Türkiye arasında savaş çıkacaktı” dedi. B.A: Vallahi güzel de kadındı ha. Evet deseydin, bütün İran şimdi senindi. C.A: Demek seni ne kadar seviyormuşum ki gözüm hiçbir şey görmüyormuş. Betül Hanım, nasıl tanıştınız Cüneyt Bey’le? B.A: Bir toplantıda karşılaştık. Biri Hanya’dan, diğeri Konya’dan gelmiş iki insandık... Herkes Cüneyt Arkın diye peşinden koşuyor, ben bir köşede oturmuş hiç ilgilenmiyorum. Bu tavrım dikkatini çekmiş olmalı ki, geldi dansa davet etti. C.A: Yahu ben öyle yalnızdım ki o kalabalığın içinde. Halbuki en popüler olduğunuz günler... C.A: Kiminle konuşacaksın ki? Atıf Yılmaz, Lütfi Akad, Halit Refiğ ile zaman zaman şiirden, edebiyattan falan bahsederdik. Onların dışında kafa dengim kimse yoktu. O gün baktım Betül de yalnız, dikkatimi çekti. Betül Hanım’ın ailesi tepki gösterdi mi kızlarının Türkiye’nin en meşhur jönüyle birlikte olmasına? B.A: Hem de nasıl! İlk günlerde “Asla olmaz böyle şey” diye kıyameti kopardılar. C.A: Sonra babası beni tanıdı; doktorluk geçmişimi, Anadolu geleneğimi falan öğrendi de öyle razı oldu. Cüneyt Arkın’a “Nayır” diyen kadın oldu mu hiç? Hiçbir kadınla o kadar yakın ilişkiye girmedim, öyle bir cevap alacak teklifte de bulunmadım. Duyan da karşımda bir melek oturduğunu sanır... Bir kanatlarınız eksikmiş Cüneyt Bey... (Gülüyor) Sözü hep çapkınlığa getirmeye çalışıyorsun ama vallahi yoktu o taraklarda bezim. Betül’le nişanlı olduğumuz dönem birkaç ufak maceram olmuştur o kadar. Zaten bu yüzden yapmadık dedikodu bırakmadılar arkamdan. Ne tür dedikodular? Bir ara ayrıldık Betül’le. Tek başıma dolaşıyorum geceleri, birkaç duble içip eve dönüyorum. Kadınlarla hiçbir ilişkim yok, kapatmışım o defteri. Bir gün arkadaşlarla oturuyoruz; “Sen şey misin?” dediler. Şey ne demek? Eşcinsel mi? Zamparalık yapmayınca etrafa da bu dedikoduyu yaydılar. Zaten öyle çok yalanlar yazılıp çizildi ki hakkımda... Bir gazete patronu Türkan Şoray ile aşk yaşadığımı söylememi bile istedi. Durup dururken neden aşık olacakmışsınız Türkan Şoray’a? Gazetenin tirajı düşüyormuş, bunu hazmedemiyorlardı. Sansasyon lazımmış. Birden kafam attı, “Ben nişanlıyım, Türkan da Rüçhan Adlı ile beraber. Siz bizi kendiniz gibi mi sanıyorsunuz? Şöhret uğruna gururumuzu feda etmeyiz” dedim ve vurdum kapıyı, çıkıp gittim. Arkamdan “Cüneyt, bittin oğlum sen, öldün. Bak gazeteler hakkında neler yazacak” diye bağırmaya başladı. “Türkan Şoray uğruna intihar etti” diye yazamayacakları kesin.... Onu yazmadılar ama o günden sonra gazeteler en iğrenç iftiralarla saldırdılar. En kötüsü de “Cüneyt Arkın, karısı ve çocuklarının olduğu evde erkeklerle seks partisi yapıyor” diye yazmalarıydı. Gerçekten fazla abartmışlar... Neyse aradan birkaç yıl geçti, Gülşen Bubikoğlu ile film çekiyorduk. Setin dışında müthiş bir kalabalık, bizi görmek için toplanmış. Baktım bu meşhur gazete patronu geldi. Kalabalığa şöyle bir baktı; “Gerçekten halkın sevdiği sanatçıya, kimsenin gücü yetmezmiş. Yenildik!” dedi. Sonra bir de utanmadan “Sizin şöhretiniz benim de param ve gücümle Türkiye’de neler yaparız kim bilir” demez mi! Cevap bile vermedim, çünkü değmezdi. Şöhretin bedelini ruhen olduğu kadar biraz fiziksel olarak da ödediniz sanırım... Biraz lafı hafif kalır. Malkoçoğlu’nun çekimleri sırasında balkondan atın sırtına atlayacaktım. At ürküp kaçtı, kıç üstü betona çakıldım. İnanılmaz bir acı duyuyordum. Alt tarafım tutmuyordu. Doktordum, anladım omurgam kırılmış, felç olmuştum. Korkunç bir duygu olmalı... Tek düşündüğüm şey çalışamayacak olmamdı... Karım ve iki oğlum açlığa mahkum olacaklardı. Ertesi gün teşhis kondu, sol bacağım artık benim değildi. Geceleri uyuyamıyordum. Betül sabahlara kadar ağlıyordu. Bir gece aklıma delice bir şey geldi. İntihar değil herhalde? Dur da dinle... Sürünerek mutfağa gittim, titriyordum, boğuluyordum. Masanın üzerindeki ekmeği aldım, öptüm alnıma koydum. Boğazlanmış bir hayvan gibi “çalışmalıyım, çalışmalıyım” diye ağlıyordum. Kararımı verdim, ayağa kalkıp... (Cüneyt Arkın’ın burada gözleri doluyor, konuyu değiştiriyoruz). Kaç kırık var vücudunuzda? Kalbim hariç her yerimde kırık var (gülüyor). Şaka bir yana bu işi yapmak için ya sevdalanacaksın ya da manyak olacaksın. Bir dönem alkol problemiyle de “boğuştunuz”... Düşün daha 25-26 yaşındayken girdim bu dünyaya. Yılın neredeyse 365 günü çalışıyordum. Ayda bir-iki kadeh içmek hakkım bile yoktu. Her sabah 7’de sağlıklı, refleksleri saat gibi çalışan bir şekilde sette olmam lazımdı. “Benim” diyen dublörden fazla at üstünde koşturup, oradan oraya zıplıyordunuz üstelik. Mecburen 45 yıl 72 kiloda kaldım. Trombolinlerim, yüksek atlama sırığım, atlarım, hepsi bu kiloya göre ayarlanmıştı. Bedenim değil ruhum yorulmuştu. Kendime ait hiçbir şey yoktu hayatımda. “Şişede balık olayım” bari mi dediniz? Önce akşamları birkaç duble ile başladı. Altı ay sonra şişeleri dipliyordum. Bir gece Safa Önal boş şişelere bakıp “Sen sarhoş olmak için değil ölmek için içiyorsun, intihar ediyorsun” demişti. “Yolun sonuna” yaklaştığınızı ne zaman fark ettiniz? Bir gece Kulüp 12’nin kapısındaki iri yarı adam sinirime dokundu. “Buranın fedaisi misin?” dedim “Evet, haracını da ben yerim” deyince “Silahın var mı?” diye sordum. Bir Smith&Wesson çıkardı, elinden alıp kurşunlarını boşalttım sonra içine tek bir kurşun koyup namluyu kafama dayadım. Filmlerde çok gördüm ama gerçek hayatta Rus ruleti oynayan biriyle ilk kez konuşuyorum. Çektiniz mi tetiği? Çektim ama patlamadı. Silahı fedaiye uzattım “Şimdi sıra sende” dedim. Korkudan gözleri büyümüştü. O an anladım ki artık ölüm hakkımı kullanıyorum. Kırılma noktası bu olay mı oldu? Evet. Ardından bir psikiyatra gittim, durumu anlattım. Adam “Sonun ya ölüm ya intihar, kendinden öç alıyorsun” dedi, “Senin yaşında genç bir adam bütün bunları kaldıramaz”... Sonradan bu acı tecrübeleri gençlere ders vermek adına paylaştınız. 20 yıla yakın Türkiye’nin dört bir yanını gezdim. Gençlere alkol ve uyuşturucu konusunda bilgiler verdim, ailelerle dertleştim. Çünkü aile değerleri sağlam olursa çocuklar da bu belalardan uzak kalıyor. James Bond olmayı reddettiğiniz konusunda bir şehir efsanesi dolanır dillerde. Efsane falan değil, gerçekten reddettim... Adamlar buraya kadar geldiler ama ben sıcak bakmadım. Benim yerime de Roger Moore’u James Bond yaptılar. Hoppala! Ayağınıza kadar gelen fırsatı niye elinizin tersiyle itiyorsunuz? Hollywood’da özel hayat falan kalmıyor. Ne istediğin gibi gezebiliyorsun ne de dostlarla bir-iki laf edebiliyorsun. Burada da özel hayatım yoktu ama milletimin içindeydim en azından. Kendi çöplüğümde ötüyordum. Yıllar sonra bir davette Ömer Şerif’le karşılaştık. “Her şeyim var ama vatanım yok” dedi bana. O dolarları kazanabilmek için vatansız olacaksın arkadaş. Bu da bana uymaz. Biraz da hayal kırıklıklarınızdan söz edelim. “Dünyayı Kurtaran Adam” gelmiş geçmiş en kötü filmler arasında gösteriliyor. Türk sinemasında o kadar kalitesiz filmler çekildi ki “Dünyayı Kurtaran Adam” onların yanında zemzemle yıkanmış gibi kalır. O filmde emek vardır, absürddür, saçmadır ama kötü değildir. O peluş canavarlar dillere destan... İskeletleri de, canavarları da gece sabaha kadar uğraşıp ben yapıyordum. Sabah olunca da çekimlerde parçalıyordum. Bunca film arasında neden hiç kötü adamı oynamadınız? Oynamaz olur muyum? “Yaralı Kurt”taki topal kiralık katil rolüyle ödül bile aldım. Yeni filmim “Panzehir”de de bir kez daha kötü adamım çok şükür. Niye “Çok şükür” dediniz? (Gülüyor) Artık kötü adamlıkta para var. Bizim oğlan (Murat Arkın) girdi önce “Panzehir”e. “Baba birlikte oynayalım mı?” dedi. Onunla oynamak büyük zevk benim için. Bir de mafyayı çok iyi tanırım ben, hayatım onların içinde geçti. Rolün hakkını verebileceğimi düşündüm. Yönetmenimiz Alper Çağlar da çok iyi bir iş çıkardı. Hollywood ayarında sıkı bir film oldu. Konusu ne filmin? Çağa ayak uydurup “kurumsallaşan” acımasız bir mafya babasını canlandırıyorum, bizim oğlan da benim gençliğimi oynuyor. Filme, Türkiye dışında Norveç, Amerika, İtalya, Fransa ve Almanya olmak üzere beş ayrı ülkeden oyuncular katıldı. Çatışma sahnelerinde polise 12 ihbar yapılmış, hatta Bülent Ersoy da Zincirlikuyu’dan geçerken gerçek sanıp “Niye dövüyorsunuz çocukları?” diyerek çekimleri durdurdu (gülüyor).T24
Holokost İle İlgili Çekilmiş En Akılda Kalan 13 Film
Yakın tarihin en büyük katliamı Holokost, ya da felaket manasına gelen İbranice adı ile Şoa.II. Dünya Savaşı’nda Avrupa Yahudilerinin Alman savaş makinesi tarafından kitlesel olarak imha edilmesi...6 milyon insanın Yahudi oldukları için gaz odalarında katledildikleri 20. yüzyılın bu en büyük katliamı onlarca filme konu oldu.Kimi yönetmen belgelemek, kimisi ortaya çıkarmak, kimisi ise kafasındaki sorulara yanıt alabilmek için yaptı filmlerini. Yönetmenlerinin çoğunu filmini çekerken bile etkileyen Holokost ve sonrasını anlatan bu hikayeler beyazperdeye yansıtıldıkları ilk günden yıllar geçse bile unutulmayacak filmlerdir.İşte çoğunluğu yakın geçmişte yapılmış Holokost’la ilgili en çarpıcı akılda kalan filmler.
Reklam
TSK'nın Gizli Silahları
Milli imkanlarla üretilen 'Yıldırım' füzeleri ile 80 saniyede 40 roketi fırlatabilen çok namlulu roketatar sistemleri, Türk Silahlı Kuvvetlerinin önemli ateş gücünü oluşturuyor. AA ekibi, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki milli üretim çok namlulu roketatar ve füze sistemlerini görüntüledi. Füzelerin ve çok namlulu roketatarların konuşlandığı birliklerin 'gizli' olmasından dolayı çekimler alınan özel izinle yapıldı. 600 milimetrelik füze sistemi 'Yıldırım', düşmanın yüksek öncelikli hedeflerini istenilen yer ve zamanda ateş altına alabiliyor. Karadan karaya atış yapan Yıldırım füzesi, taktik tekerlekli araç üzerine monteli olduğundan yüksek hareket kabiliyetiyle dikkat çekiyor. Milli imkanlarla üretilen güdümlü füze, Türk Silahlı Kuvvetlerinin önemli bir ateş gücünü oluşturuyor. Füze sistemi, taşıma-yükleme aracı, komuta aracı ve teknik alan aracından oluşuyor. Komuta aracından atışa yönelik planlama, koordinasyon ve atışın takibi yapılıyor. Füze, teknik alan aracında ise atışa hazır hale getiriliyor. Sistemin atış kısmını fırlatma aracı oluşturuyor. Üzerindeki kara navigasyon sistemiyle ihtiyaç duyulan konum bilgileri hassas olarak sağlanıyor. Bu sayede Yıldırım füzesi, kısa sürede mevzilenerek atışını gerçekleştirebiliyor. Komuta aracından gelen atış görevleri, fırlatma aracındaki atış kontrol bilgisayarıyla kısa sürede hesaplanıyor. Hesaplamanın ardından füze otomatik olarak hedefe yönlendiriliyor. Yıldırım füzesinin 80-150 kilometre menzili bulunuyor. Türk mühendislerince üretilen 'Sakarya' ve 'Kasırga' çok namlulu roketatar sistemleri de Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir diğer önemli ateş gücünü oluşturuyor. Karadan karaya atış yapan, taktik tekerlekli araç üzerine monteli, hareket kabiliyeti ve atış hızı yüksek serbest uçuşlu roket sistemleri, çok namlulu roketatar olarak adlandırılıyor. Yüksek ateş gücü olarak nitelendirilen çok namlulu roketatarlar, ihtiyaç duyulduğunda düşman ateş destek vasıtaları, komuta merkezleri, kıta toplulukları, hava savunma sistemleri, liman ve hava üstleri gibi hedefleri vurabiliyor. 'Sakarya' adı verilen çok namlulu roketatar, 40 roketi 80 saniyede fırlatarak 3-40 kilometre arasındaki düşmanın yüksek öncelikli hedeflerini vurabiliyor. Milli imkanlarla üretilen 122 milimetrelik çok namlulu roketatar sistemi, fırlatma aracı, komuta aracı, mühimmat aracı ve metro desteği ünitelerinden oluşuyor. Metro desteği, atışların doğruluğunu artırmak için sistemin balistik hesaplamasında kullanılan meteorolojik verilerin sayısal olarak sağlanmasını gerçekleştiriyor. 100 kilometredeki hedefleri vuruyor 'Kasırga' çok namlulu roketatar sistemi ise üzerindeki 4 roketle 18 saniyede 40-100 kilometre arasındaki hedefleri vurabiliyor. milliyet.com.tr
Bitkilerden Müzik Yaratmak
Bu harika videoda, seslerini duymadığımız ve biz hayvanlar gibi hareket edemedikleri için dengimiz görmediğimiz bitkilerin vücutlarında dolaşan mikrovolt düzeyindeki elektrik akımının yükseltilmesi ve ses dalgalarına dönüştülmesi sonucu çıkan sesleri dinleyeceğiz. Elbette belki bu sesleri konuşmak veya 'şarkı söylemek' için çıkarmıyorlar. Ancak yeşil dostlarımızın da bedenlerinde bizlerinki gibi elektrik akımlarının dolandığını hissetmek insanı şaşırtıyor.
Apple Beats'i Satın Alıyor Çünkü Korkuyor
“Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” demiş Herakleitos. Tıpkı Microsoft gibi, bir gün Apple’ın ürünleri de dijital ihtiyaçlarımıza en iyi çözüm olamayacaklar. Bu bariz gerçek, Beats satın almasında da kendini gösteriyor. Apple’ın 3,2 milyar dolara yapacağı ortaya çıkan Beats satın almasına, çoğu analist, Apple hayranı ve teknoloji tutkunu bir anlam veremedi. Bunlardan bir tanesi de, anonim olarak Twitter hesabından iletişim kuran analist ve Apple hayranı @SammyWalrusIV. Sammy’ye göre, Apple Beats satın alması için para saçıyor çünkü müzik işindeki etkisini ve varlığını yitirdiği için panikliyor. “Apple korkuyor” diyen Sammy, şöyle devam ediyor: “Müzik işindeki payı sürekli düştüğü için Apple’ın gözünün korktuğundan şüpheleniyorum. iPod, tıpkı büyük kardeşi iPhone gibi öldü ve Apple’ın müzik işindeki ağırlığı da yok olmaya başladı. Dijital müziği düşün, akla ilk olarak Spotify ve Pandora geliyor. Beats (Beats Music servisi) de tıpkı bunlar gibi olma yolunda…” Apple dijital müzik sektöründeki konumunu güçlendirmek için böyle sert bir hamle yapmayı göze aldıysa, bu iTunes Radio için kötü bir haber. Bir yıldan biraz daha kısa bir süre önce kullanıma sunulan bu servis, Apple’ın düşündüğü gibi Pandora, Spotify ve diğer dijital müzik servislerini sendeletemedi. iTunes Radio her ne kadar hızla büyüse de, Apple’ı dijital müzik pazarında zirveye taşımak için yeterli değil.stuff
Reklam
Anneler ve Çocukların İçinizi Isıtacak Fotoğraflarıyla Zamanda Yolculuk
Heyman, daha önce stüdyo olarak kullandığı ofisin yeni sahiplerinden, ofisin deposunda bazı fotoğraflarının bulunduğuna dair bir telefon alarak eski fotoğraflarına ulaşmış. Bu fotoğraflar arasından üzerinde ”anneler” yazan bir kutu bulan Heyman, 1965 yılında antropolojist Margaret Mead’in ”Family” adını verdiği ve yayınlandığı yıl Pulitzer Ödülü’ne layık görülen çalışması için dünyanın her yerini dolaşarak çektiği anne ve çocuk fotoğraflarını bulmuş.  Anneler Günü’nün 100.yılında sizlerle bu içinizi ısıtacak albümü paylaşmak istedik. Dünyanın tüm annelerinin anneler günü kutlu olsun!
Bilgisayar, Tablet ve Akıllı Telefon Gözü Kurutuyor
Doç. Dr. Koray Gümüş, teknoloji ile tanışma yaşının 2-3 yaş gibi çok daha erken yaş gruplarına gerilediğini ve çocukların bilgisayar, tablet ve akıllı telefonlarında çok uzun süre zaman geçirdiklerini vurguladı. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Koray Gümüş, günümüzde tüm insanları tehdit edebilen ve çok sinsi seyreden hastalıklardan birinin kuru göz rahatsızlığı olduğunu söyledi. Doç. Dr. Gümüş, kuru göz hastalığının genetik nedenlerle olabileceği gibi daha çok yaşla beraber artış gösterdiğini belirtti. Ancak bilgisayar kullanımının giderek artması, klimalı ortamlarda uzun süre çalışma, kontakt lens kullanımı gibi faktörlerin artmasıyla beraber göz kuruluğunun genç yaşlarda bile görülebildiğini ifade ederek “Bilgisayar, tablet ve akıllı telefon karşısında gereğinden fazla zaman harcamak çocuklarda kuru göz oluşma riskini artırabilir” dedi. Kuru göz hastalığının toplumda tahmin edilenden çok daha yaygın olduğunu ifade eden Doç. Dr. Koray Gümüş, kuru göz şikayetleri olan hasta oranının toplumda giderek artış gösterdiğine dikkat çekti. Sağlıklı gözyaşının önemini vurgulayan Doç. Dr. Gümüş, “Sağlıklı gözyaşı bize daha net ve kaliteli bir görüş sağlıyor ve yaşam kalitemizi artırıyor” dedi. Sadece gözyaşı azlığının değil, kalitesinin bozulmasının da kuru göz hastalığına neden olabileceğini vurgulayan Doç. Dr. Gümüş, “Kuru göz hastalığı önemsenmesi gerekli bir göz hastalığıdır. Eğer zamanında tanı konmaz ve gerekli tedbirler alınmaz ise, hastalarda tedavisi zor ve kalıcı hasarlar oluşturabilir. Bu nedenle de toplumu bu konuda bilinçlendirmek ve halkımızın gerekli tedbirleri almasını sağlamak son derece önemlidir” dedi. “Kuru göz hastalığının önemli bir nedeni gözyaşı buharlaşmasının artması” Doç. Dr. Koray Gümüş, kuru göz hastalığının büyük bir kısmının gözyaşının çabuk buharlaşması sonucunda meydana geldiğini söyleyerek, göz kırpmanın tahminimizden de önemli olduğunu vurguladı. Doç. Dr. Gümüş, “Sağlıklı bir hayatın gereksinimi olarak, bizler istemsiz olarak belirli aralıklarla gözlerimizi kırparız. Ancak, özellikle bilgisayar karşısında uzun süreler geçirildiğinde, göz kırpmayı unutur ve olması gerekenden çok daha az sayıda gözlerimizi kırparız. Bu da göz yaşımızın çabuk buharlaşmasına ve kuru göz şikayetlerinin oluşmasına neden olur” dedi. Doç. Dr. Gümüş, sadece bilgisayar değil, TV ekranı karşısında çok uzun saatler geçirme ya da uzun süreli okumalarda da göz kırpma sayısının azalmasına bağlı olarak kuru göz şikayetleri oluşabileceğini sözlerine ilave etti. Doç. Dr. Gümüş, klima kullanımının da kuru göz oluşma riskini artıracağına dikkat çekerek, klimalı ortamlarda bilgisayar karşısında çalışılması durumunda yapılması gerekenin, ortam neminin optimum düzeye getirilmesi, belirli aralıklarla istemli olarak gözlerin kırpılması ve doktor gözetimi altında suni gözyaşı ilaçlarının kullanımı olduğunu hatırlattı. Kuru göz semptomlarının yanma, batma, gözlerde kum varmış hissi, ışığa duyarlılık, sürekli gözü kırpma ihtiyacı, bulanık görme, gözlerde yorgunluk hissi ve bazen de sulanma olabileceğini söyleyen Doç. Dr. Gümüş, “Bu şikayetler toplumun büyük bir kısmında meydana gelebilmektedir ve ciddiye alınması gereklidir” dedi. “Sağlıklı gözler için göz kapağı ve kirpik dibi hijyeni şart” Çok sayıda hastasının yaşadığı sıkıntılardan yola çıkarak, Doç. Dr. Gümüş sağlıklı gözler için kapak ve kirpik dibi hijyeninin önemini vurguladı. Hastalarının çoğunun bildiklerinin aksine, yüz yıkamakla kapak ve kirpik dibi hijyeninin sağlanamadığını ifade eden Doç. Dr. Gümüş, “Kirpik dibi iltihabı toplumda tahmin edilenden çok daha sıktır ve göz kuruluğu dahil korneanın delinmesi gibi çok daha ciddi sonuçlara yol açabilmektedir” dedi. Bu konuda toplumda ciddi bir bilgi eksikliğinin olduğunu ifade eden Doç. Dr. Gümüş, “Kapak ve kirpik hijyeninin etkili olabilmesi için en önemli nokta, temizliğin diş fırçalamak gibi düzenli bir şekilde yapılmasıdır” dedi. Ayrıca, bunun için tercih edilmesi gereken ürünlerin, piyasada bulunan ve göz hekimlerinin önerdiği, güvenilirliği ve etkinliği bilimsel olarak ispat edilmiş ürünler arasından seçilmesi gerektiğinin altını çizdi. Düzenli bir göz muayenesinin öneminden de bahseden Doç. Dr. Koray Gümüş, “Yaş ve cinsiyet farkı olmaksızın, toplumdaki herkes mutlaka düzenli bir şekilde göz doktoruna gitmeli, muayene olmalı, kuru göz hakkında detaylı bilgi almalı ve çok geç olmadan gerekli tedaviler ve kapak-kirpik hijyeni gibi davranışsal tedbirler ile göz sağlığını sağlama almalıdır” dedi.stuff
Reklam
İnsan Saçıyla Keman Çalınabileceğini Biliyor Muydunuz?
İnsan saçının köklerinden kolayca kopmasının yanında aslında çok kuvvetli oldukları bilinir. Bu anlamda sanatçı Tadas Maskimovas insan saçını kullanarak keman çalmayı başardı. Hem de gerçekten etkileyici bir sonuç aldı. İşte insan saçıyla keman çalmak;
Reklam
Türkiye İlk Çeyrekte Media Player Classic ve Java Üzerinden Hack'lendi
Kaspersky Lab, dünya genelindeki siber tehditleri ile ilgili hazırladığı raporların yanında, Kaspersky Security Network üzerinden elde edilen verileri temel alarak 2014′ün ilk çeyreğinde Türkiye ile ilgili istatistikleri de yayınladı. 2014′ün ilk çeyreğinde bilgisayarlar ve mobil cihazlarda kurulu Kaspersky Lab ürünleri tarafından, 15 milyonu aşkın siber saldırı ve kötü amaçlı yazılım etkisiz hale getirildi. Bu verilerle 2013′ün aynı döneminde bildirilen vakalar kıyaslandığında yüzde 50 oranında bir artış görüldü. Bu güvenlik oranı ise dünya genelindeki toplamın yüzde 1,3′ünü oluşturuyor. Kaspersky Lab Kıdemli Güvenlik Araştırmacısı Ghareeb Saad ise konuyla ilgili şunları söyledi: “2013 senesinde taşınabilir medya ve yerel ağlar Türkiye’deki temel siber tehlikeler iken, 2014’ün ilk çeyreğinde internet saldırıları tehditlerin başını çekti. Bu özellikle drive-by saldırılar denilen ve kullanıcıların virüs bulaşmış bir siteye uğramaları sonucu haberleri olmadan kötücül yazılımın bilgisayarlarına yüklenmesi ve sisteme virüs bulaşması ile olan saldırılar için geçerlidir. Bu tarz saldırılardan korunmak için şirketlerin ve ev kullanıcılarının tehditleri algılayabilecek Internet Security sınıfı çözümlere ihtiyacı bulunuyor. Tarayıcılar ve eklentiler için en son güncellemelerin yapılması da büyük önem taşıyor.” 8,7 milyon siber tehdit ile karşılaştık İnceleme dönemi boyunca Türkiye’deki kullanıcıların yüzde 31,4′ü web üzerinden gelen 8,7 milyon tehdit ile karşılaştı. Web bağlantılı tehlikelerde, Türkiye bu rakamlarla dünya genelindeki derecelendirmede 17. sırada yer alıyor. Bu sonuç, kullanıcılarının yüzde 30′unun bu türdeki tehditlerden etkilendiği Almanya’ya çok yakınken, sırasıyla yüzde 26,7, yüzde 15,7 ve yüzde 24,3 oranlarına sahip Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Afrika veya Mısır’dan ise daha fazla olacak Katılımcı bilgisayarlarında toplam 6,9 milyon yerel kötücül vaka tespit edildi. Bölgesel araştırmalardan elde edilen bulgular, Türkiye’deki toplam kullanıcıların yüzde 44,9′unun yerel kötü amaçlı yazılımlardan etkilendiğini gösteriyor. Bu yüzde ise Türkiye’yi 25. sıraya yerleştiriyor. Bu konuda Almanya’nın oranı yüzde 25,2′dir. 2014’ün ilk çeyreğinde Türkiye’de en çok faydalanılan zayıf noktalar, Media Player Classic ve Oracle Java’daki güvenlik açıklıkları oldu. Herhangi bir Kaspersky Lab müşterisinin çevrimiçi bir tehdit ile saldırıya uğraması durumunda, şirket uzmanları, sisteme girmeye çalışan kötü amaçlı nesnelerin konumunu ve bu tehditlerin kaynağını araştırıyor. Bu verilere dayalı olarak, Türkiye’deki kötü amaçlı yazılımların neden olduğu zararlı vakaların oranı olan yüzde 0,81 (bu oran, 2,9 milyondan fazla vaka anlamına gelmektedir), Türkiye’yi dünya genelinde 12. sıraya taşıyor. Türkiye’deki kötü amaçlı sunucuların sayısı, örneğin, Almanya (yüzde 10,54 ile 4. sırada) veya İngiltere (yüzde 6,3 ile 5. sırada) ile kıyaslandığında daha düşük olduğu görülüyor. stuff
Türkiye'nin Korkutan Yoksulluk Rakamları
- 22 milyon kişi aylık 527 TL ile geçiniyor! Nüfusun yüzde 40’ı “sızdıran çatı” altında yaşıyor! Kendisine yeni giysi alamayanlar yüzde 35 - Yoksulluğun siyasi istismarını bitirmek için: Oy karşılığı yardım yerine sosyal adalet ve sosyal yardımı hak olarak veren sosyal devlet CHP Parti Meclisi Üyesi, İstanbul Milletvekili Umut Oran, gelir dağılımı ve sosyal adalete ilişkin TÜİK verileriyle derlediği araştırma sonuçları en zenginle en yoksul arasındaki farkın giderek açıldığını, milyonlarca insanın temel gereksinimlerini drahi karşılamayadığını ortaya koydu. Umut Oran'ın açıklaması şöyle: AKP politikaları Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluğu kronikleştirdi. Resmi verilere göre en zengin ve en yoksul yüzde 10’luk nüfus arasındaki gelir farkı 14 kata ulaşıyor. OECD ortalamasının çok üzerindeki Gini katsayısı da Türkiye’deki kronik gelir dağılımı adaletsizliğini gösteriyor. TÜİK’in makyajlı istatistikleri, farklı göreli yoksulluk sınırı ölçütlerine göre 7,3-22,3 milyon arasındaki yoksul sayılarına işaret ediyor. Türkiye’nin en düşük bazda bile, birçok önemli ülkenin toplam nüfusundan fazla yoksulu bulunuyor. AKP, gelir dağılımını da düzeltmek, yoksulluğu yenmek istemiyor. Çünkü, yoksulluktan besleniyor, yoksul milyonların bu durumunu kullanarak oya tahvil ediyor. Yoksul aileleri erzak-kömür yardımlarıyla kendine bağımlı yapıp oyunu almaya devam eden AKP, onların hep yoksul ve kendine bağımlı kalmasını, iktidarının devam garantisi olarak görüyor. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin son yıllarda düzelmek bir yana daha da artması dikkat çekiyor. En yoksul yüzde 10’luk nüfusu barındıran haneler, toplam gelirden AKP’nin iktidarda ilk yılı olan 2003’te yüzde 2.3 oranında, 2005’te ise yüzde 2.2 pay almıştı. En varlıklı yüzde 10’luk kesimin gelirden aldığı pay ise 2005-2012 döneminde yüzde 28.7’den yüzde 31.1’e yükseldi. 2005’teki 13 katlık gelir farkı, izleyen yıllarda hep bunun üzerinde seyretti, 2012 itibariyle 14 katın üzerinde gerçekleşti. Ücretli-maaşlı çalışanlar bordrolarında yazan geliri beyan ederken, sermaye kesimindekilerin gelirlerini daha düşük beyan etmeleri nedeniyle bölüşüme konu gelir pastasının gerçek hacmi ortaya çıkmıyor, gelir dağılımı da olduğundan daha iyimser bir tablo ortaya koyuyor. Yani, gelir dağılımındaki gerçek uçurum, TÜİK verilerine yansıyandan çok daha derin; görünürdeki adaletsizlik de buzdağının sadece uç kısmı. AKP’nin halka empoze etmeye çalıştığı “ekonomide başarı”, büyüme-kalkınma masallarına rağmen, on iki yılı aşan iktidarı döneminde uyguladığı ekonomi politikaları, korkunç bir gelir dağılımı adaletsizliği ve ciddi boyutlarda bir yoksulluk tablosu ortaya çıkardı. AKP’nin ekonomi politikaları Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluğu kronikleştirdi.  Türkiye son 12 yılda, yoksul milyonların durumunu siyaseten istismar eden; sosyal yardımları parti yandaşlığı koşuluna bağlayan; böylece kendine bağımlı bir sadaka toplumu ortaya çıkararak bunu oya tahvil eden ve bu şekilde iktidarını sürdüre gelen AKP’ye tanık oldu. Gelirin yarısı nüfusun yüzde 20’sine ait Türkiye’de korkunç boyutlarda bir gelir dağılımı adaletsizliği yaşanıyor. TÜİK’in en son Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012 yılındaki durumu yansıtıyor. Buna göre en üstteki yüzde 20’lik nüfus diliminde yer alan hane halkları, toplam gelirin yüzde 46.6’sını alırken, en alttaki yüzde 20, gelirden sadece yüzde 5.9 pay alabiliyor. En üstteki ile en alttaki arasında 8 katlık bir gelir farkı var. En varlıklı yüzde 20’lik nüfus gelirin yarıya yakınını elde ederken, nüfusun yüzde 80’i kalan yarısını paylaşıyor. Zengin-yoksul arasındaki makas açıldı Ancak en varlıklı ve en yoksul yüzde 10’luk dilimler esas alındığında ise fark 14.1 kata ulaşıyor. 2012 itibariyle en varlıklı yüzde 10’luk nüfus gelirin yüzde 31.1’ini alırken, en yoksul yüzde 10’un payı sadece yüzde 2.2’de kalıyor. Gelir dağılımındaki bu adaletsizliğin son yıllarda düzelmek bir yana daha da artması dikkat çekiyor. En yoksul yüzde 10’luk nüfusu barındıran haneler, toplam gelirden AKP’nin iktidarda ilk yılı olan 2003’te yüzde 2.3 oranında, 2005’te ise yüzde 2.2 pay almıştı. Bu pay 2010, 2011 ve 2012 yıllarında da yüzde 2.2 olarak gerçekleşti ve 2003’tekinin altında kaldı. En varlıklı yüzde 10’luk kesimin gelirden aldığı pay ise 2005-2012 döneminde yüzde 28.7’den yüzde 31.1’e yükseldi. En zengin ve en yoksul yüzde 10’luk kesimler arasında 2005’teki 13 katlık gelir farkı, izleyen yıllarda hep bunun üzerinde seyretti, 2012 itibariyle 14 katın üzerinde gerçekleşti. Yani gelir dağılımı bu dönemde düzelmek bir yana biraz daha bozuldu. AKP adaletsizliği kronikleştirdi… Bir ülkede milli gelirin dağılımının adaletli olup olmadığını ölçmeye yarayan Gini katsayısı da gelir adaletsizliğinin kronikleştiğini, uçurumun daha da büyüdüğünü gösteriyor. 2005’te 0.380 düzeyinde bulunan Gini katsayısı 2012 itibariyle de 0.402 oldu. Gini katsayısı 0 ile 1 arasında değerler alıyor ve değerin yükselmesi eşitsizliğin artması anlamına geliyor. Örneğin herkesin aynı gelire sahip olduğu bir toplumun Gini katsayısı 0 olurken, tüm gelirin bir kişide toplandığı toplumun Gini katsayısı 1 çıkıyor. Gelir uçurumunda görünen buzdağının sadece ucu… TÜİK, yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelirini 2012 itibariyle 11 bin 859 (Aylık 988) TL olarak baz alıyor. Hane halkları yüzde 10’luk nüfus dilimleri halinde yoksuldan zengine doğru sıralandığında 2012’de en alttaki dilimde 2 bin 599 (Aylık 217) lira olan yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir geliri, en üst dilimde 36 bin 905 (Aylık 3 bin 75) lira oldu. Ancak anket yöntemiyle yapılan gelir araştırmasında sonuçlar verilen yanıtlara göre elde ediliyor. Ücretli-maaşlı çalışanlar bordrolarında yazan geliri beyan ederken, sermaye kesimindekilerin gelirlerini daha düşük beyan etmeleri nedeniyle bölüşüme konu gelir pastasının gerçek hacmi ortaya çıkmıyor, gelir dağılımı da olduğundan daha iyimser bir tablo ortaya koyuyor. Üst gelir grubundakilerin gerçek beyanda bulunmaması nedeniyle maaş-ücret gelirleri yüzde 46,5’lik oranla toplam gelir içinde en fazla paya sahip, müteşebbis gelirleri ise yüzde 20.4’le bunun yarısından bile az gözüküyor. 2012 yılda GSYH cari fiyatlarla 1.4 trilyon TL olurken, 11 bin 859 TL olarak baz alınan eşdeğer hane halkı kullanılabilir geliri anılan yılda 73 milyon 604 bin kişi olan nüfusla çarpılınca 873 milyar TL’lik bir büyüklük ortaya çıkıyor. Milli gelirin bir kısmının “kullanılabilir gelir” olmadığı, yani hanelere girmediği dikkate alınsa bile üst-orta ve üst kesimlerin beyan etmediği önemli boyutta bir gelir olduğu anlaşılıyor. Yani, gelir dağılımındaki gerçek uçurum, TÜİK verilerine yansıyandan çok daha derin; görünürdeki adaletsizlik de buzdağının sadece uç kısmı. Yoksul sayısı birçok ülke nüfusundan fazla… TÜİK, 2012 yılında eşdeğer hane halkı kullanılabilir “medyan” gelirini yıllık 9.030 TL olarak baz alıyor ve bu medyan gelirin yüzde 40, yüzde 50, yüzde 60 ve yüzde 70’i üzerinden çeşitli “göreli yoksulluk sınırları” belirliyor. Bu farklı yoksulluk sınırlarına göre de  7.3 milyon-22.3 milyon kişi arasında değişen farklı yoksul sayıları ve yüzde 10-30 arasında yoksulluk oranları hesaplıyor. 22 milyon kişi aylık 527 TL ile geçiniyor! Eşdeğer hane halkı kullanılabilir medyan gelirin yüzde 40’ı olarak baz alındığında yoksulluk sınırı yıllık 3.612 (Aylık 301) TL çıkıyor ve buna göre 7 milyon 344 bin kişilik yoksul sayısı ortaya çıkıyor. TÜİK, yüzde 50’lik çıtaya göre yıllık 4.515 (Aylık 376) TL yoksulluk sınırı ile toplam 11 milyon 998 bin yoksul sayısı hesaplıyor. Yoksulluk sınırı olarak medyan gelirin yüzde 60’ı (Aylık 451 TL) baz alındığında toplam 16 milyon 741 bin; yüzde 70’i (Aylık 527 TL) baz alındığında ise 22 milyon 252 bin yoksul sayısı ortaya çıkıyor. Baz alınan yoksulluk sınırına göre değişen yoksul sayısının son 5 yılda 545 bin-1.7 milyon kişi arttığı görülüyor. Ancak resmi istatistiklerde baz alınan en yüksek yoksulluk sınırı bile, yoksulluğun boyutunu yansıtmaktan uzakta bulunuyor. TÜİK, 2012 itibariyle yüzde 70’lik medyan gelire göre yoksulluk sınırını aylık 527 TL olarak baz alarak bunun üstünde eşdeğer hane halkı kullanılabilir geliri olanları yoksul sayısına dahil etmiyor. Türk-İş ise Türkiye’de dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını Aralık 2012 itibariyle 3 bin 208 TL olarak açıklamıştı. Bunu hane halkı başına düşündüğümüzde aylık 802 TL’ye denk geliyor. Yıllık 9.030 (Aylık 753) TL olan eşdeğer hane halkı gelirinin yüzde 100’ünü de aşan bu tutar dikkate alındığında ülkedeki yoksul sayısının 22.3 milyonun çok çok üzerinde olduğu görülüyor. Nüfusun yüzde 40’ı “sızdıran çatı” altında yaşıyor! TÜİK araştırması, eksiklikleri ve yanıltıcı yanlarına rağmen, Türk halkının ekonomik koşullarına ilişkin oldukça çarpıcı veriler de ortaya koyuyor. Buna göre; nüfusun yüzde 40.6’sının konutunda “sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi” gibi sorunları var. Konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşayanların oranı payı önceki yıla göre 5 puan artarak yüzde 46.6’ya çıktı. Nüfusun yüzde 27.4’ü oturduğu konutta odaların karanlık olması veya yeterli ışık alamaması gibi sorunlar yaşıyor. Nüfusun yüzde 61.3’ü hanesinin taksit ödemeleri ve borçları (konut alımı ve konut masrafları hariç) bulunuyor. Kendisine yeni giysi alamayanlar yüzde 35 Nüfusun yüzde 85.9’unun “evden uzakta bir haftalık tatil” yapacak parası yok. Nüfusun yüzde 61,8’i “beklenmedik harcamalarını” ve yüzde 78,8’i “yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme” ihtiyacını ekonomik nedenlerle karşılayamayacak durumda. İki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafının karşılayamayanların oranı yüzde 43.9’a ulaşıyor.Hane halklarının yüzde 35.1’i kendisine yeni giysiler alamıyor. Ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olan nüfusun oranı olarak tanımlanan ve belirlenmiş 9 maddeden en az 4’ünü karşılayamama ya da mahrum olma durumunu tanımlayan “maddi yoksunluk” oranı yüzde 59.2’ye ulaşıyor. AKP yoksulluktan besleniyor… Yıllardır büyüme-kalkınma masalları ile göz boyayan; algı yönetimi yoluyla yarattığı illüzyon sayesinde kitleleri “ekonominin çok iyi yönetildiğine” inandıran AKP’nin ekonomi politikalarının yol açtığı gerçek tablo böyle. AKP’nin, gelir dağılımını iyileştirmek, yoksul sayısını azaltmak gibi bir hedefi de olmadı, aslında bu çarpıklık onun işine de yaradı.Çünkü AKP, yoksulluktan beslendi, yoksul milyonların bu durumunu istismar edip, oya tahvil etmeyi tercih etti. Yoksul halkı erzak-kömür yardımlarıyla kendine bağımlı yapıp oylarını almaya devam eden AKP, onun hep yoksul ve kendine bağımlı kalmasını, iktidarının devamının garantisi olarak gördü. SOSYAL DEVLET İÇİN “AİLE SİGORTASI” ÖNERMİŞTİK CHP olarak, sosyal devlet ilkesini tesis amacıyla geliştirdiğimiz “Aile Sigortası Kurumu” (AS-KUR) modelini 2011 genel seçimleri öncesi kamuoyuna açıklamıştık.  Bu konuda TBMM’ye yasa teklifi de verdik. Benzerleri daha önce Meksika, Brezilya gibi ülkelerde uygulanmış ve yoksullukla mücadelede son derece başarılı sonuçlar elde edilmiş olan bu modelde ısrarlıyız, kararlıyız. AS-KUR modeli ile sosyal yardım kurumlarının tek çatı altında toplanması ve bu yardımların tek elden yürütülmesini amaçlıyoruz. Bu model, hem kısa vadede yoksulluğu yenmek için muhtaç durumdaki ailelere her ay düzenli nakdi yardım yapılmasını, hem de yoksulluğu uzun vadede azaltmak için kapsamdaki ailelerin çocuklarını düzenli sağlık kontrolü ve okula göndermeleri koşulunu içeriyor. Aylık ödemelerin hanedeki kadının adına açılan hesaba yapılmasını öngörüyoruz. Nüfusun en yoksul kesimine sağlanan nakit akışıyla kısa vadeli yoksulluğu azaltabiliriz. Eğitim ve sağlık kontrolü koşuluyla da uzun vadeli yoksullukla mücadelede yetişmiş insan kaynağını artırarak ülkeyi kalkındırıp ileri götürebiliriz. Mesleki eğitim kurslarını da içeren Aile Sigortası, AKP’nin sıcak paraya dayalı istihdam yaratmayan büyüme modelinin aksine istihdam artışı sağlayacak, Türkiye’nin kronik işsizlik sorununun çözümüne katkı sağlayacaktır. Sağlıklı ve eğitimli yeni nesillerin yetişmesinin garantisi olacak Aile Sigortası ile çocuk işçiliği sona erecek, çocuklarımızın sağlık ve eğitim hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını da sağlayacaktır.   Sonuç olarak sosyal adalet, sosyal yardım bir haktır. Bu hak ancak sosyal demokrasinin uygulandığı, sosyal devletlerde karşılıksız olarak verilir. Unutmayalım ki eğitim ve gelir düzeyi ne kadar artarsa toplum bilinçlenir ve hakkına sahip çıkar. AKP iktidarını devam ettirmek için sürekli eğitim sistemini değiştirerek eğitim düzeyini düşük tutmakta, ekonomide rakamlarla oynayarak düşük gelir düzeyini saklamakta, böylelikle oy karşılığı vatandaşına yardım yaparak yoksulluğu siyasi istismar aracı olarak kullanmaktadır.
Reklam