Görüş Bildir
Haberler
Serda Kranda Yazio: Hissetme İşine Daha Çok Eğilmemiz Lazım

etiket Serda Kranda Yazio: Hissetme İşine Daha Çok Eğilmemiz Lazım

Serda Kranda
06.07.2021 - 17:33 Son Güncelleme: 07.07.2021 - 12:35

Mona Kitap etiketiyle yayımlanan Aşırı Kişisel ve Aşırı Tuhaf kitaplarının yazarı Eftalya Köseoğlu, eski bir reklamcı. Eğitimi de yine yaratıcı yazarlık üzerine. Televizyon ve sinema eğitimini ise New York Film Akademi’de almış. Şimdi ise bağımsız olarak yaratıcı içerik üretmeye devam ediyor. Aşırı Tuhaf, karşılaşmaktan keyif alacağımız tam 150 sorudan oluşan gerçek bir zihin egzersizi bence. “Kim olman gerekiyordu? Sen kim oldun? Alışkanlıklarına niye alıştın? İnsanlara verdiğin izlenim gerçek seni yansıtıyor mu? Duygularını yönetebiliyor musun yoksa senden bağımsız mı çalışıyorlar? Can sıkıntısı neyin delili? Niyet bir bumerang mı?” Bu sorular kitaptaki 150 sorudan birkaçı.

Sorulardan da anlayacağınız gibi Eftalya, gerçekten şahsına münhasır biri. Süzülürcesine yaşayan, zarif, sakin ve neşeli… Umarım onu ve kitaplarını siz de benim kadar seversiniz. Sevgili arkadaşım Eftalya Köseoğlu ile ikinci kitabı Aşırı Tuhaf üzerine söyleştik.

İçeriğin Devamı Aşağıda

- Kitap yazma maceran nasıl başladı?

- Kitap yazma maceran nasıl başladı?

Müjdat Gezen Sanat konservatuarında dört yıl oyun yazarlığı eğitimi aldım. Ama bu eğitimi drama üretimi yapmak yerine tamamen reklam sektörüne adadım. Önceden çok büyük bir aşk ile yaptığım mesleğim, değişen dinamiklerinden dolayı beni tatmin etmemeye başlayınca da içimdeki, yazı anlamında bir şeyler üretme arzumu 3 kitap olarak tasarladığım “Aşırı” projeme aktardım. Janrı fark etmeksizin kitap yazmaya kalkışmak her zaman çok büyük bir cesaret isteyen bir arzu. Öğrencilik yıllarımda yazdığım ödül alan bir oyunumun olması beni bu konuda her zaman cesaretli tutan en büyük motivasyondu.

- Neden avuçlarımıza sorular bırakmak istedin?

İşte burası benim de tam olarak bu projenin nereden çıktığını bilmediğim bir yer. Benim yaptığım kadar gelişi güzel ve yöntemsiz olarak böyle bir şey üreten biri ya da bir kitap daha duymadım. Bu yüzden duygusal olarak neden sorulardan oluşan bir kitap yazdığımı açıklamam zor ama akılcı bir cevap vermek daha kolay. Objektivizme göre akıl insanoğlunun kendine has bir özelliği değildir aynı zamanda insanoğlunun asıl özelliğidir. Hayatta kalmasının asıl yoludur. Akıl ne ile çalışır dediğimizde ise onun kuşku yani sorgulama ile çalıştığını fark ederiz. Descartes’in düşünüyorum o halde varım diye kısaltılmış olan cogito teorisinin ilk ayağı “Kuşku duyuyorsam düşünüyorumdur, eğer düşünüyorsam da kaçınılmaz olarak varımdır” şeklindedir. Sanırım benim de sorulara duyduğum akli eğilim biraz bu yönde.

Yani bilinç dışı olarak bir varlık beyanı yapmak olabilir. Ayrıca sorular aracığı ile yaptığım bu zihinsel ve duygusal yazım sürecini kendi katarsisimi yaşamak adına sağlıklı buluyorum. Diğer yandan da sorularla kavramları çarpıştırırız. O zaman bazı şeyler anlamlı ya da anlamsız gelene kadar fikirden fikre savruluruz. Cevabı bulalım ya da bulmayalım soru sormak terbiye eder.

Şeylere verilen isimlerin şeylerin kendisinden daha önemli sayıldığı sosyal bir düzeneğin yüzyılındayız.

Şeylere verilen isimlerin şeylerin kendisinden daha önemli sayıldığı sosyal bir düzeneğin yüzyılındayız.

- Felsefe ile yakından ilgilendiğini biliyorum. Bu merakın nereden geliyor?

Farkında olsak da olmasak da aslında hepimiz felsefe ile ilgiliyiz. Felsefe insan aklının örgütleyicisidir. İnsanın sahip olduğu bilgiyi hayata entegre eden bir unsurdur. Biliyor musun 19. yüzyıla kadar üniversitelerde sadece 3 bölüm var. Bunlar felsefe, hukuk ve ilahiyat. Pozitivizme kadar da bu böyle süregidiyor. Sonra zamanla bilgi biriktikçe öğrenim çeşitlenmeye, dallara ayrılmaya başlıyor. Yani demem o ki aslında felsefe hayatın her alanının eskiden beri temel konusu. Yaşam için kullanışlı bir alet çantası. Akademik anlamda felsefe bilgim bir okur olmaktan ileri değil esasen. Neden filozofları okumayı sevdiğime gelince teori ile pratiğin karşılıklı bir süreç olarak nasıl işlediğini anlamayı seviyorum. Bizler artık iyice slogan çağında yaşayan insanlarız. Şeylere verilen isimlerin şeylerin kendisinden daha önemli sayıldığı sosyal bir düzeneğin yüzyılındayız. Bizim dönemimiz tam anlamıyla bir post truth yani hakikatin önemsiz ve hatta ulaşılamaz olduğu bir çağ. Böylesi bir ortamda geçmişe dönük felsefi metinleri okumak biraz gerçeği aramak arzusu gibi. Felsefe metni okumanın karmaşa ve anlamsızlıkla boğuşmak olduğu doğrudur ama insan bunların üzerinde düşünmeden onların anlamsız olup olmadığının kanaatine varamaz. O metinlerin içindeki anlamsızlıklar insanın varoluşuna dair en kritik konularla ilgidir. Her önemli felsefe teorisinin temelinde insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının olduğu haklı bir mesele vardır. Filozofların mücadelesi, insan aklının mücadelesidir.

- Kendini neden tuhaf buluyorsun. Kitabın öyle başlıyor. Tuhaf biriyim ben diyorsun.

Evet kitap öyle başlıyor ama ben kendimi tuhaf bulmuyorum. Ben tuhaf bulunduğumu kabul ediyorum. Yani bu tuhaf olma durumu benim için kendime dair ikincil bir bilgi. Ben de herkes gibi normal hayatımda kendimi makro düzeyde görebilen birisi değilim benim de kendime dair bilgim mikro düzeyde ve ben bu kitapta makro düzeydeki algılanış biçimini itiraf ettim. Ben algılanış biçimime “tuhaf” dedim ve neden dolayı tuhaf olduğuma dair bir sav attım ortaya. Kendime dair bir şey fark ettim ve acaba bundan dolayı tuhaf bulunuyor olabilir miyim diye düşünüp bunu yazdım.

- Kitabında neredeyse 4 sayfalık bir teşekkür bölümü var. Burada İbni Sina’dan Richard Dawkins’e Steve Jobs’tan Kryon’a kadar bir sürü insana teşekkür ediyorsun… Okuyan Eftalya’nın da yazan Eftalya kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Sence insan neden okur?

- Kitabında neredeyse 4 sayfalık bir teşekkür bölümü var. Burada İbni Sina’dan Richard Dawkins’e Steve Jobs’tan Kryon’a kadar bir sürü insana teşekkür ediyorsun… Okuyan Eftalya’nın da yazan Eftalya kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Sence insan neden okur?

Bu soruya Orhan Pamuk’un Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri için yazdığı önsöz ile cevap vermek istiyorum: “Hayat büyük kitaplarda anlatılanlara değil şu elinizde tuttuğunuz kitabın yapısına benzer çünkü bu kitabın kendisi hiçbir şeyi sonuçlandırıp anlatmaz ve anlamlandıramaz. Hayatın anlamı değil bir yapısı vardır sadece. Bunu zaten biliyorduk bu yüzden altı yüz sayfa kitap yazılır mı hiç diyorsanız cevabım; bütün büyük romanlar zaten bildiğimiz ama o konuda büyük bir kitap yazılmadığı için kabul edemediğimiz gerçekleri göstermek için yazılır” diye.

Tıpkı bu önsözde sevgili Orhan Pamuk’un özetlediği gibi ben de topyekün olarak varoluşu yani dünyayı kavramanın ya da kabul etmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama kitaplar aracılığıyla var olmaya dair hikayeleri, ihtimalleri, bu böyle galiba türünden şeyleri kavramak mümkün. Bu sebeple, okumak benim için önemli.

- Kitabındaki 41. soru ve ona verdiğin cevap tüylerimi diken diken etti. “Eftalya ritmi tutturamıyor. Feci halde ahengi bozuyor.” Bunu okuyunca o vakte o ana ışınlanayım ve “Sevgili Öğretmen Bey, sen biliyor musun ki Eftalya bu alemdeki uyumun ta kendisi… O salak trompetiniz kimsenin umurunda değil” demek istedim. Çünkü seni tanıyan biri olarak ahenkle ve zarafetle şu dünyada salındığını biliyorum. Sence başkalarının kıt düşüncelerini neden kendimize dert ediyoruz? Neden bu kadar önemli oluyorlar?

Kabul görmeyeceğimizden ölümüne korkuyoruz. Anlaşılamamak ve bundan korktuğun için aynılaşmak yani özgünlüğünden vazgeçmek… Bu korkunun içimizde yarattığı bir yıkıcılık ve dışımıza bağladığı bir kabuk var. Tüm kişilikler bu dilemma ile parçalanır. Hepimizin içinde barındırdığı yıkıcılığın kaynağı bana göre işte bu “kendilik nefretimiz” den…

Kendimiz olmayı göze alamıyoruz ve haksız da sayılmayız. Çünkü insan sosyal bir varlık olarak tasarlanmış bir canlı türü.

İnsan yaşarken bir aşamada ya içeriye ya da dışarıya doğru bir varoluş geliştirmekle ilgili bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve başarı diye addedilen tüm saçmalıklar sadece dışarıya doğru saçılmış varoluş türüne ait gibi bir algı, bize her gün, her şey aracılığı ile pompalanıyor.

- 85.soruda “Yaşadığın hayat senin için doğru mu?” diye sormuşsun. Bunu düşündüm biliyor musun? Bence hayat doğru, biz de doğruyuz. Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. İşi başkalarının hayatlarına bakmak bozuyor sanki. Sen yaşadığın hayatın doğru olup olmadığı hakkında ne düşünüyorsun?

Çıkış nedenimizin bambaşka olduğu birçok konuda tercih ettiğimiz eylemlerin sonunda tamamen tahmin edilemez birçok netice ile karşılaştığımız gerçeğini göz önünde bulundurursak doğru bir hayat yaşadığımızı düşünmek için seçimlerimizin değil nedenlerimizin makul olması gerektiğini anlarız. Bir şeye karar verirken o an için doğru olduğunu düşündüğümüz seçimlerimiz, sonradan bize pek doğru gelmese de zaman içinde fark ediyoruz ki o seçimler, bilmediğimiz onlarca başka bağlantının nedeni olabiliyor. Yani doğru veya yanlış kavramını anlamamız ve karar vermemiz bence zor. Çünkü hiçbir zaman hikâyenin (hayatlarımızın) tamamına vakıf değiliz.

- Peki doğru nedir sence?

Galiba doğru kavramı benim için konusuna göre üçe ayrılıyor. Bu ayrılış evvela etik yani aşkın konular için içsel olarak oluşturduğum kendi doğrularım, hemen ardından toplumsal olarak bizi belli bir ahlaki ölçüde tutacak temel düzeni sağlayıcı doğrular ve son olarak da mesleki anlamda normları korumamıza yardım edip daha adil ve sorunsuz bir hayatı tahsis etmeye yarayan doğrular var.

Benim için doğru bu üçünün değişen orandaki ahenginden başka bir şey değil.

Bilgimiz arttı ama zekamız artmadı.

Bilgimiz arttı ama zekamız artmadı.

- Diyorsun ki “Hepimiz lapacıyız. Neredeyse hiçbir özelliğimizi tam kapasite kullanmak üzere uğraşmıyoruz. Ben de potansiyelini kullanamayan işe yaramazın biriyim. Büyük oranda evrimsiziz.” Ne yapalım biz sence?

İnsan beyninin bir evrim süresi var ve son yirmi yılda ışık hızında gelişen teknoloji bunu zorluyor. Yani bilgimiz arttı ama zekâmız artmadı. Bu yüzden yeni fikirlere uyum konusunda hayli tembeliz çünkü gerçekten aklımız almıyor… Ama bu tembellik ya da benim deyişimle lapacılıktan kurtulmak için gayet tabii duygularımıza daha bir yoğunluk katıp bu konuda gelişebiliriz. Bu hissetme işine daha çok eğilmemiz lazım. Çünkü teknoloji şu an için direkt olarak duygularımıza erişemiyor, sadece onları manipüle edebiliyor. Benim evrimden ve haliyle harekete geçmekten kastım duygusal bir evrim. Çünkü duygusal olarak rahatsızlık veren her konu ister toplumsal ister bireysel olsun fark etmeksizin muhakkak bir dönüşüm geçirir, geçirtir.

- Makul bir sessizlik demişsin 118. soruda Nasıl bir şeydir makul sessizlik? Neden önemli?

Sessizlik çok kapsamlı bir konu benim kafamda. Hatta neredeyse sessizlik benim için bir duygu bile diyebilirim. Makul bir sessizlikten kastım bir şekilde kendimin yarattığı içsel bir sessizlik hali. Dolayısıyla etrafımda mutlak bir sessizlik aramıyorum. Peşinde olduğum sessizlik çok kişisel bir deneyim. Kitapta bahsettiğim sessizlik ise sezgisel anlaşmalar için ihtiyaç duyduğum bir sessizlik türü. Çok sevdiğim bir şair ve düşünür olan Wittgenstein “Gösterilebilir olan söylenemez” der bir kitabında; bu çok katmanlı ve güzel bir anlatımdır kelimelerin sınırlı dünyalarına dair.  Çünkü kelimeleri bazen insanlar aynı içerik dahilinde kullanmayabilirler, herkesin bir kelimeye kattığı derinlik ya da doluluk çok farklı olabilir. Bu sebepten kelimeler çoğu zaman anlaşılır ve yeterli gelmeyebilir.

Bir de anlaşılmak namına çok konuşuyoruz gibi geliyor bana. Aslında bu anlamı öldüren bir şey. Ara vermiyoruz konuşma işine. Oysa etkileyiciliği sağlamak için müzikte maksatlı olarak verilmiş sesin yokluğu yaygındır. Misal Beethoven tamamıyla sağır olmasıyla bilinir ve bu durum onda derin bir özgünlüğü açığa çıkarmıştır. Her dinlediğimde inanılmaz bir ahenk hissini hatırlatan dokuzuncu senfonisini sadece kafasının içindeki seslerle bestelemiş düşünebiliyor musun?

Soruna geri dönüp makul bir sessizliğin neden önemsediğime gelince hayattaki her şey gibi önemli bir noktayı açığa çıkaracaksan tıpkı müziği iyi bilenlerin yaptığı gibi öncesinde ve sonrasında bir ara vermek oldukça etkileyici olacaktır.

- Her iki kitabın da soru ve cevaplardan oluşuyor. Neden bu soruları seçtin ?

Sorular benim hayatın önüme çıkardığı zihinsel evrim sürecimin köşe taşları. Bunun dışında bir anlamları yok.

Bir de ben öyle varsayıyorum ki eğer bir insanı gerçekten anlamak/tanımak istiyorsanız onun sorduğunuz sorulara verdiği cevaplarla ilgilenmektense asıl merak ettiği şeylere yani sorduğu sorulara fokuslanmanın karşımızdaki insanı tanımakla /anlamakla ilgili daha emniyetli bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

- Sence bu kitabı kimler okumalı? Yani şöyle, bu kitabı yazarken kimlerle hasbihal etmek istedin? Sence kimler okumuştur mesela kitaplarını? Neyi sevmişlerdir?

Kültürler, eğitimler, sosyo ekonomik durumlar, tarzlar farklı olsa da tüm insanların benzer üzüntüleri benzer sevinçleri yaşadığını biliyorum. Buna rağmen hala birbirimize çok yabancıymışız gibi davranmamızı hayatın temel trajedisi olarak değerlendiriyorum. Benim bu hissimi destekleyen en önemli unsur kitaplarımı okuyanların bana ulaşıp “Yazdığın duyguları ben de tam olarak böyle yaşadım ama tarif edemedim” diyen insanların olması. Yazdığım metinleri sevenler işte bu “Bana da oldu ona olandan” hissini seviyorlar. İşte bu his dünyanın en kuvvetli yapıştırıcısıdır zaten.

- Şimdi ne yazacaksın? 3. kitabınla ilgili düşünmeye, çalışmaya başladın mı?

Serinin son kitabı Aşırı Duygusal’ı tamamlamak üzereyim. Hemen ardından gelecek olan kitap ise büyükler için yazdığım bir çocuk kitabı.   

Twitter

Instagram

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
3
1
1
0
0
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın