Görüş Bildir
Haberler
Bu Hayatı Abuklasak da mı Yaşasak Yoksa Dayanıp Abuklamasak da mı Yaşasak?

etiket Bu Hayatı Abuklasak da mı Yaşasak Yoksa Dayanıp Abuklamasak da mı Yaşasak?

Özlem Gökbel
09.12.2022 - 09:56 Son Güncelleme: 09.12.2022 - 09:58

Şaka değil; son zamanlarda gerek dünyada gerekse burnumun dibinde maruz bırakıldığımız tuhaflıkları gördükçe, telefonuma düşen ya şiddet soslu ya da absürt haberlere rastladıkça, alenen büyüyen yozlaşmaya, gözümüzün içine baka baka söylenen yalanlara şahit oldukça, hadi bunları geçtim en basitinden İstanbul’da bir yere ulaşmaya çalıştıkça, bakkaldan sipariş verdikçe ve son olarak ev sahibimiz %300’lük (!) yeni kira zammını açıklayınca, gerçekten de beynim yanıyor -hatta yanmış kül olmuş- gibi hissediyorum ve fakat sonra yine işimin başına dönüp sınırsız saat çalışıyor, takdir gören işler çıkarıyor, kimseyle “abuk-sabuk” konuşmuyor, karşımdakini dinleyip, derdini anlayabiliyor, kedimi seviyor, dizi izleyip, kitap okuyor, satranç bile oynayabiliyorum.

Oysa benim beynim yanmıştı. Normal kalmam mümkün değildi! Acaba benim anormalliğe karşı bir bağışıklığım olabilir mi? Hâlâ “abuklamıyorsam” ben de bir sıcak kafa olabilir miyim?

İçeriğin Devamı Aşağıda

Etkisi daha çok sıcak, yeni bitirdim “Sıcak Kafa”yı; Netflix’in bir süredir merakla beklediğim dizisini.

Etkisi daha çok sıcak, yeni bitirdim “Sıcak Kafa”yı; Netflix’in bir süredir merakla beklediğim dizisini.

Bende bıraktığı ilk duygu / soru: Bugün, bu ülkede, bu gezegende “abuklamamak” mümkün mü? Zira dizi dil ve konuşmayla bulaşan ve “abuklama” adı verilen (yani birbiri ile bağlantısız birçok kelimeyi sürekli tekrarlayarak abuk sabuk konuşma) bir tür delilik salgınının alt üst ettiği bir dünyada geçiyor ve bunu İstanbul’da yaşananlar üzerinden aktarıyor bize. Türk yapımları içinde en sahici, en vurucu distopyayı seriyor önümüze ve hem semantik (anlambilim), hem beynimizin işleyişi hem de hakkında pek de konuşamadığımız politik/toplumsal düzen üzerine derin düşüncelere sevk ediyor insanı.

Kaseti en başa sararsak

Kaseti en başa sararsak

Biraz daha meraklandırayım sizi; hikâyeye girmeden önce en başa dönelim. Her şeyden evvel geçmişi ve verilen uğraşları ile takdiri hak ediyor “Sıcak Kafa”. Dizi başarısını ispat etmiş bir kitaptan uyarlama. Yazarı bilgisayar mühendisliği üzerine sinema-televizyon okumuş, Ot dergisinde de yazıları yayınlanmış Afşin Kum. Kum’un ilk romanı olan Sıcak Kafa, 2017 yılında sinema tarihçisi Türk yazar Giovanni Scognamillo onuruna verilen Gio Ödülleri’nde En İyi Roman Ödülü’nü kazanmış. Ayrıca ilginç olan yazarın eseri pandemiden çok önce kaleme almış olması! Şahsen böyle bir kafa ile tanışıp, röportaj yapmaya da çok sıcağım bu arada 😊 Dizinin çekimleri ise tesadüfen pandemi başlangıcına denk gelmiş. Süreç boyunca sette 8.000’den fazla Covid testi yapılmış, ekipten 75 kişi Covid olmuş (kaynak: T24).   

Kitabı senaryolaştıran takımın başında aynı zamanda dizinin yaratıcısı ve yönetmeni olan Mert Baykal var. Müjgan Ferhan Şensoy, Zafer Külünk, Gökhan Şeker senaryoda imzası olan diğer isimler. Sadece 3 bölümde ustalardan birinin; Umur Turagay’ın da emeği var.

Dizideki İstanbul, bugünü mü yoksa yıllar sonrasını mı yaşıyor belli değil, diğer distopik eserlerden farklı olarak geleceğe gitmiyoruz, belirsizlikteyiz. Özel efektler biz buradayız diye bağırmıyor, renkler, dokular hepsi yerli yerinde; canlılığını yitirmiş, umutsuz ve soğuk bir şehirde olması gerektiği gibi. Gri beton bloklar, gecekondu bölgelerinin kaosu, sisli puslu hava, kirli sokaklar ve bol yazılı duvarlar, ucuza kapatılmış eski havalı arabalar, teknolojiden uzak siberpunk hissiyatlı fonlar, analog telefonlar, kasetler ve çeşit çeşit kulaklıklar (salgından korunmak için önlem, bugün maskeleri yani)…

Konsept tasarımından kostümlere, dekordan grafiklere, VFX sistemlere, ışıktan, ses düzeninden sinematografisine, oyunculuk ve diyaloglara, hatta abuklamaların gerçekçi olması için çoğu oyuncunun 2,5 ay süreyle bir tiyatro topluluğu ile abuklama çalışmış (kaynak Altyazı) olmasına kadar tüm detayların incelikle düşünüldüğü, neredeyse kusursuz diyebileceğim bu işin ardında yaklaşık 200 kişilik bir ekip var.    

Osman Sonant (Murat Siyavuş), Şevket Çoruh (Anton), Hazal Subaşı (Şule), çok sevdiğim Tilbe Saran (Murat’ın annesi), Kubilay Tunçer, Özgür Emre Yıldırım, Gonca Vuslateri dizide en az kendileri kadar parlayan diğer yıldızlarla beraber rol alan isimler. Dizinin son bölümlerdeki sessiz onur konuğu ise, deli iddiasındaki bir kimliği en iyi canlandırabilecek aktörlerden biri; Haluk Bilginer. 

Şimdi, bu bilgileri okuduktan sonra diziyi okumaya, onu anlamaya isteğiniz bir tık daha artmış olabilir.

Pandemi, karantina, olağanüstü hal ve abuklar

Pandemi, karantina, olağanüstü hal ve abuklar

Dünya pandeminin esiri, her yer gibi İstanbul da karantina altında; olağanüstü hâl ilan edilmiş durumda. Karaborsa almış başını gidiyor, hak-hukuk yerlerde. Dil ve konuşmayla yayılan ARDS ismi verilen semantik bir virüs, beyni esir alıp, kişileri alıştığımız (!) bilinçli insan formundan çıkartıyor ve bilişsel yetenekleri kaybolmuş “otvari” yaşamlar süren canlılara dönüştürüyor. Daha doğrusu yönetime el koymuş ve şehri bölgelere ayırmış totaliter sistem onları böyle görüyor, halka da böyle göstermek istiyor! Onları, insanlık dışı şartların hâkim olduğu karantina bölgesinde hapis tutuyor. 

Sağlıklılar ise; ya şehirde terör estiren Salgınla Mücadele Birimi’nin (SMK) üssünün olduğu güvenli bölgede ya da bağımsız olmayı veya -tıpkı kaostan beslenen SMK gibi- kendi hegemonyasını sürmeyi tercih edenlerin yerleştiği diğer özerk bölgelerde yaşıyor. Salgının yapısı gereği teknoloji analoğa dönmüş durumda. İnternetin ya da sosyal medyanın her an bir “abuklama”ya vesile olmasının önü kesilmiş. Şarkılara bile temkinli yaklaşıyor artık insanlar. 

Tüm bu sessizliğin kazanımı ise sağlıklıların birbirleri ile gerçekten konuşmaları, birbirlerini gerçekten dinlemeye başlamaları. Bir de Artı1’ciler var. 6.bölgeyi mesken tutmuş; salgınla mücadeleyi abuklara giysi ve yiyecek yardımları, umudu korumak için radyo yayınları, salgının patlak verdiği Kocaeli’yi unutturmamak için yürüyüşler ve bir tedavi geliştirmek için bilimsel çalışmalar gibi insanca, barış dolu yollarla yapan; mertebe ve konfor uğruna salgını kendisine peşkeş çeken SMK’nın maskesini düşürmeye çalışan; dayanışmaya, iyileşmeye, kurtuluşa baş koymuş bir direniş organizasyonu Artı1. Onlar kararmış dünyanın sembolik güneşi.

Virüse maruz kalanlar, fonetik olarak uyumsuz, aralarında çağrışım kurulamayan dolayısıyla anlam bütünlüğü olmayan kelimelerle durmaksızın konuşuyorlar. İşte buna “abuklama” deniyor.

Virüse maruz kalanlar, fonetik olarak uyumsuz, aralarında çağrışım kurulamayan dolayısıyla anlam bütünlüğü olmayan kelimelerle durmaksızın konuşuyorlar. İşte buna “abuklama” deniyor.

Sağlıklı bireylerin salgından kendilerini koruyabilmeleri için tek yol, güçlendirilmiş korumalarla büyük kulaklıklar takmaları. Yoksa yaşamda boyut değiştiriyorlar; bu abuk sabuk konuşmalardan birine sadece birkaç saniye maruz kalsalar diğerleri gibi, “kendilerini ifade ediş şekillerine” kimse anlam veremiyor ve bazen kafesler ardına, bazen de unutulmuşluğa mahkûm oluyorlar. Oysa bu insanlar yani “abuklar”; birilerinin sevdiceği, çocuğu, anası, amcası, kardeşi, dostu ve diğer bilim kurgu ya da fantastik filmlerde gördüklerimizin aksine kimseye fiziki bir zararları yok.

Kendi hallerinde bağlamdan bağımız söz öbekleri sarf eden varlıklar olmaları onları duygusuz da kılmıyor. Bunu dizinin belli anlarında “abuklar”ın korku, endişe, acı çekme, üzülme, sevinme, rahatlama, sevgi, şefkat gibi tepkilerinden de anlayabiliyoruz. Tıpkı dillerini anlayamadığımız, doğada, evimizde bizlerle yaşayan canlı dostlarımız gibi.

Dizinin bize yönelttiği en önemli sorulardan bazıları da bence burada parlıyor: İnsanı insan yapan “dil” midir? Semantik yaklaşımın formülü farklı biçimlerde yazılabilir mi? Kemik iletimi, telepati gibi farklı iletişim sistemleri geliştirmemiz mümkün müdür? Bugün çoğumuzun ezberlediği tekerlemeler bizler için de bir abuklama belirtisi değil midir? Karşımızdaki ne diyor, biz ne anlıyoruz? Ve en önemlisi yeterince dinliyor muyuz?

Delirmekle umut olmak arasında bocalayan bir “Sıcak Kafa”…

Delirmekle umut olmak arasında bocalayan bir “Sıcak Kafa”…

Gelelim kahramanlarımıza ve genel kurguya. 

Bu hastalığa yakalanıp, nasıl olduğunu bilmeden bir şekilde kurtulmayı başarmış ve bir tür bağışıklık kazanmış yeryüzündeki tek kişi olan eski dil bilimci Murat Siyavuş ise sığınıp herkesten uzak bir hayat sürdüğü annesinin kurtarılmış bölgedeki evinde, “ayrıcalıklı” bu halden sıyrılmaktan başka bir şey düşünmüyor. Salgının ona yaşattığı acılardan ve “abuklama”ya maruz kaldığında aşırı derecede ısınıp, sonra normale dönen “sıcak kafa”sından kurtulabilmek için eski haline dönmeye hatta herkes gibi delirmeye bile hazır.

Ancak SMK’nın acımasız görevlilerinden Anton onun özenle sakladığı sırrını fark edip, peşine düşünce güvenli sığınağından çıkmak zorunda kalıyor ve İstanbul'un yitik sokaklarında amansız bir kovalamaca başlıyor. Murat bir yandan SMK’nın elinde kobay olmaktan kaçarken bir yandan da hastalığın kalıcı etkisi olan 'sıcak kafa'sının sırrını çözmeye çalışıyor.

İçeriğin Devamı Aşağıda

İç dünyasındaki git-gellerle boğuşan ve üstün zekasına rağmen hiçbir konuda kılını kıpırdatmayan Murat’ın bir gün yolda yürürken betondaki bir aralıktan filizlenen bir Kardelen’i görmesiyle içindeki ateşi harlayacak Şule’ye rastlaması aynı ana denk geliyor.

İç dünyasındaki git-gellerle boğuşan ve üstün zekasına rağmen hiçbir konuda kılını kıpırdatmayan Murat’ın bir gün yolda yürürken betondaki bir aralıktan filizlenen bir Kardelen’i görmesiyle içindeki ateşi harlayacak Şule’ye rastlaması aynı ana denk geliyor.

“Otobüs geçmeyen durakta bekleyen kız” yani Artı1 üyesi Şule ve narin bir kardelen, başını karanlık bir distopyanın kumlarına gömmüş vazgeçmişler için aşk ve umut ikilisinin naif bir metaforu olarak çıkıyor karşımıza. Tabii başta Murat için. Hastalığa, insanlığa çare olmak gibi kahramanca bir derdi olmayan Murat, zamanla -zor da olsa- aşkın ve Artı1’de şahit olduğu özverilerin de kendisini gaza getirişiyle, bu dünyada kendisinden, yaşadığı kayıptan, tuttuğu yastan daha önemli şeylerin olduğuna ikna oluyor ve SMK’nın empati yoksunu, yok edici başkanı Fazıl’la aralarında amansız bir köşe kapmaca oyunu başlıyor.

Sıcak bir analiz (Azıcık spoiler içerebilir)

Sıcak bir analiz (Azıcık spoiler içerebilir)

Bu diziyi -misal- 2018’de izlemiş olsaydık, güçlü bir yabancılaşma yaşar ve evhamlı fütüristler dışında taraftar bulamamış, soğuk bir Türk dizisi olarak hızlıca rafa kaldırıp, diğer filmlere geçerdik. Dışlanmışlıkları, bölünmüşlükleri, dayatma ve erk metotları ile bizim pandemimiz bizi bu diziye hazırladı. Şahsen izlerken; distopik ruhu güçlendirmek adına verilen 80’ler Moskova’sı atmosferine, bu mesajı güçlendiren duvarlarla çevrili İstanbul’a, ülke yönetimini bilgisayarlar ardından yapan, mekanik sesleri ile yapay zekâ mı, insan mı oldukları belli olmayan ana birimlere rağmen yabancılık çekmedim. En yakın gelen de kaostan beslenen düzenin, onun getirdiği gücün kölesi olanların nasıl insanlıktan çıkabildikleri oldu…

Dizi boyunca karşımıza çoğunlukla birer anti-kahraman kimliğinde çıkan oyuncuların karakterine özenle çalışıldığı çok belli.

Dizi boyunca karşımıza çoğunlukla birer anti-kahraman kimliğinde çıkan oyuncuların karakterine özenle çalışıldığı çok belli.

Her biri salgının yıkımından muzdarip, “insanca” yaşamak için kendince yolunu bulmaya çalışıyor. Kitabı okumadan karakterlerin özelliklerine ne kadar sadık kalındığını bilemem. Kalınmadıysa da Fi dizisinden şahit olduğumuz üzere, aykırı karakterleri gayet iyi şekilde örgüye harmanlamasını başaran Mert Bayraktar’ın bir bildiği vardır derim.

Sadece Özgür (Özgür Emre Yıldırım) ve Yasemin (Gonca Vuslateri) ikilisinin dizinin gerçekçi akan karakter bütünlüğü içinde kısmen fantastik durduklarını söyleyebilirim. Bir de Artı1 oluşumunun en gözü kara, dişe diş giden anarşist delikanlısı Hakan’ın (Münir Can Cindoruk) SMK’ya kısa sürede şakımasının şaşırtıcı, aynı ekibin romantik idealisti Arif’in (Arda Anarat) yaralanma ve ölüm sahnelerininse gereksiz uzun ve bir miktar arabesk kaldığını düşünüyorum, şahsen. Acıdan zevk alınmasını sağlayan haplar sayesinde cücelerin eğlenerek birbirleriyle dövüşmesi, karanlık labirentlerde abuklarla sağlıklılar arasında üzerine bahisler oynanan yarışların yapılması hatta basit bir Aksaray otelinin yönetime kafa tutabilecek güçte bir krallığa dönüşmüş olması gibi post apokaliptik kurgularda görmeye alışkın olduğumuz detaylar içinse böyle bir yapımın tuzu biberidir diyerek geçiyorum.

Ez cümle; SICAK KAFA dizisi Netflix’in bugüne kadar yaldızlayıp önümüze koyduğu ama jelatini açtıktan sonra hep bir boşluk hissettiren yerli yapımlardan açık ara önde bir prodüksiyon olarak Türk dizi tarihine sağlam bir imza attı, fikrimce.

Ez cümle; SICAK KAFA dizisi Netflix’in bugüne kadar yaldızlayıp önümüze koyduğu ama jelatini açtıktan sonra hep bir boşluk hissettiren yerli yapımlardan açık ara önde bir prodüksiyon olarak Türk dizi tarihine sağlam bir imza attı, fikrimce.

Her “kahramanın yolculuğu” hikayesinde gördüğümüz çatının burada da başarıyla korunduğunu; “karamsarlık, yozlaşma, tükenmişlik, dibe vuruş” / “beklenmedik mucizevi rastlantı” / “kavrama, inanç, yeniden doğuş, şahlanma” altın üçgenini olası toplumsal düzen göndermeleri ile usturupluca sunduğunu; sinema dili olarak gayet dozunda bir yapım olduğunu düşünüyorum. Ve diziyi; başta “maruz kalanlarla, maruz bırakanların” dengesi üzerine hemen ardından algı, insani değerler, umut, mücadele, dil, anlam, anlambilim, dayanışma, Totalitarizm, uyanış gibi kavramlar hakkında bizi düşüncelere gark ettiği için bize manidar bir yeni yıl hediyesi olarak kabul ediyorum. Ne geçmiş ne gelecek; bugün gibi bir hediye.

Instagram

Web

Linkedln

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
10
3
2
1
1
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın
h.ibrahim

konu güzel,teknolojı ozurluyüz.

Kübra

Kafamızın gün geçtikçe sıcakladığı doğrudur. Alev alması da bir bölüm sonra!