Görüş Bildir
Haberler
Bir “Paleo-Felsefe” Denemesi

etiket Bir “Paleo-Felsefe” Denemesi

Onedio Arena
23.06.2023 - 13:47 Son Güncelleme: 18.08.2023 - 10:00

Yaşamın özü uyum, amacı tatmin, gerçeği de mücadeledir. Mücadelenin gerçeği kendi içinizde, kendinize karşıdır. Ve gerçek sizi özgür kılacaktır. 

Çok büyük ihtimalle yanlış bildiğimiz kadarı ile 13.5 milyar yıl önce “ 0 ”,  “ 1 ” haline geldi. “1” den “2” oldu. “2” den “3” ve  “3” den her şey oldu. Yokluk, varlık haline geldi, soğuk ısındı. Ve ışık oldu. 

Bu nasıl oldu henüz bilmiyoruz. Sonra öğreniriz. 

Şu anda bildiğimiz kadarı ile  4.5 milyar yıl önce, bir yerde, bir  madde, bir şekilde kendi içinde diyalektik oluşturarak “canlı” haline geldi ve niyetlilik kazandı. 

Bu nasıl oldu henüz bilmiyoruz. Sonra öğreniriz.

Canlı, patlamış mısır gibi çoğaldı. Canlı türlerinin bir bölümü, bir uzun evrim süreci sonunda “zihin” kazanınca  “hayvan” haline geldiler. 

Hayvanlar da çok çeşitlendi ama bir hayvan türü “bilinç” kazandıktan sonra bir şeylere isim veren tek tür oldu. Ve kendilerine  “insan” dediler. Bu ismin hakkı ne kadar veriliyor büyük soru işareti ama hala da öyle diyorlar.

İçeriğin Devamı Aşağıda

İnsanlar diğer hayvanlardan farklı olarak “değiştirirken değişti”.

İnsanlar diğer hayvanlardan farklı olarak “değiştirirken değişti”.

Bunu daha iyi yapmak için aklı, aklı daha iyi kullanmak için zekayı geliştirdiler. Bir şeyleri anladı ve bir şeylere uyguladı. Bilgi edindi ve bilgiyi kullandı. Teori ve pratik, deney ve gözlem sürekli olarak birbirini geliştirdi ve bu süreç hiç durmadı. 

Yani insan, diğer canlılardan  farklı olarak, kendi iç dinamiğinde evrim geçirdi. Kendi yarattığı kendisine evrim geçirten başka bir canlı olmadı. Öteki canlılar uyum sağlayarak yaşarken ya da kendini yeterince değiştiremeyip silinirken, homo sapiens çevresini kendi koşullarına ve yapısına göre değil de, kendi tasavvuruna ve ürettiğine göre değiştirebilen tek canlı türü oldu.

Organize olmak zorunda oldukları için ağızlarından çıkardıkları sesleri kodlayıp, bu ses kodları üzerinde anlaşarak “lisan” yarattılar. Bu ses kodları ile önce birbirleri ile sonra kendi zihinleri içinde sürekli gelişen bir iletişim sistemi kurdular. Yani birey sadece başkaları ile değil, kendisi ile iletişim kurmak için bir araç edinmişti. Ve insan bunun iyi olduğunu gördü. 

Diğerlerine göre zayıf olan tür, alet üretmeye başladı. Ürettiği aletlerle daha iyi kesip, biçiyor ve öldürüyordu. Daha iyi üretebilmek için başka bir mecburiyeti yerine getirdi:  Devamlı olarak zihninde tasavvur etti, yeni fikir geliştirdi, uygulamaya koydu. Düşünce fikre, fikir uygulamaya, uygulama üretime, üretim faydaya döndü. Ve insan bunun iyi olduğunu gördü. 

Ve mucizeye benzer bir şey oldu! 

Üretim süreçlerinden oluşan “yaratım hazzı”, hayvanlık zamanlarında bile sahip olduğu “kendini ifade” ihtiyacı ile birleşti, ve güzeli yaratma arzusu oluştu. Bundan dolayı duvarlara boya sürerek şekiller çizmeye, uyumlu şekilde sesleri birleştirmeye ve bedeni ile o seslere göre hareketler yapmaya başladı. Böylece hem kendini ifade edebiliyor hemde yarattığı ile  tatmin olabiliyordu. Yaratım hazzı ve kendini ifade ihtiyacının birleşimi sanatın doğuş sebebi oldu. Ve insanlık “0”ı “1” haline getirdi. 

Sanat işte böyle doğdu. 

O zamanda dehalar vardı. Dehalar şimdiki gibi o zaman da kayığın kürekleri gibi insanlığı ileriye çektiler. 

Güzelin yaratımı ile beyin gelişti. Beyin geliştikçe alet gelişti. Alet geliştikçe çevreyi daha iyi kontrol edebilmeye başladı. Çevreyi kontrol edip, kendi amaçlarına göre değiştirdikçe giderek daha da güzeli yarattı. Yarattıkça gelişti, geliştikçe yarattı ve döngü hızlandıkça hızlandı. 

Oluşlar, süreç kasırgasındaki deniz dalgaları gibi! İnsan kendini değiştirme rüzgarını, çevreyi değiştirme yelkenine doldurunca oluşlardan oluşlara fırtına gibi dönmeye başladı yeryüzünde. 

Benim gibi koyu materyalistlerin bir şeyleri mucizevi bulma eğilimleri güçlüdür. Ama insanlığın dünyanın başına bela olmasının muhteşem sürecinde, mucizeye en yakın olan dönüm noktası bundan sonra oldu demek gerçekçi olacaktır.  

O dönüm noktası bilincin doğuşuydu. Peki bu inanılmaz şey nasıl gerçekleşti? Bilinç nasıl doğdu?

Bilincin net tanımını daha sonra yapacağım şu anda gözlem üzerinden gidelim. Her şeyden önce insanın doğru anlaması gerekiyordu. Doğru anlamak için de olanı sadece olduğu gibi gözlemlemek kesinlikle şarttı.

Alet üretebilmek ya da resim çizmek için önce zihninde tasavvur etmek zorundaydı. Müzikle, dansla, resimle yaptığı üretim beyninin kıvrımlarını geliştiriyordu. Bunun yanında dil geliştikçe ifadelendirme ve diyalog devamlı olarak gelişmek zorunda kaldı. Ve diyaloglarını tasavvur etmek zorundaydı. Hayvanları nasıl daha iyi avlayacağını, nasıl daha iyi tuzaklar kuracağını da önce zihninde hayal etmeye mecburdu. 

Her tasavvur bir gözlem sürecidir. Dil, sanat, araç üretimi, daha iyi avlanmak ve daha bir sürü sebep insanın sürekli tasavvura ve gözleme mecbur bırakıyordu. 

Hem süreçte, hem sonuçta insan beyninin içindeki gözlem kasları hormon almış vücutçu gibi büyüdü. Bu gözlem geliştirme sürecinin bir noktasında insan, erişilmesi en zor noktaya ulaştı: 

Kendisine!

Artık kendi kendisini, yorumsuz olarak, benliğinden bir şey katmadan  sadece olduğu gibi görerek adeta bir 3. şahıs gibi gözlemleme yeteneği kazandı. İnsan, kendisi olma yolculuğunun bu yan getirisine “Bilinç” dedi. Böylece farklı bir canlı haline gelerek hayvanlarla şeytanlar arasında bir yerde kendisine kesin bir sınır koydu. 

Artık iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesini koparmış ve insanlık ayvayı yemişti.

Canlılar, hayvanlık seviyesine çıkınca, zihin kazandılar ve daha önce yapılamayan gerçekleşti: Düşünmek!

Peki düşünmek nedir?

Düşünmek beynin ürettiği içeriği kodlaması ya da sembolize etmesidir. O, hem sonsuzlukları ve hem sınırları olan tek şeydir. 

Hiç kimse daha önce görmediği bir şeyi düşünemez ancak gördüklerini birleştirebilir. Çünkü ürettiği içerik her ne ise bunu zaten içeride olan herhangi bir beş duyu algısı ile birleştirmek zorundadır.

Denemek isterseniz buyurun lütfen! Daha önce gördüğünüz hayvanlarla hiçbir ortak özelliği olmayan bir hayvan hayal edin. Olmadıysa bir koku, bir tat ya da hiç görmediğiniz bir renk yaratın zihninizde. Olmuşsa tebrikler bir mucize yarattınız. Olmamışsa bunun sebebi şudur: bir düşünce üretti iseniz bile, bunu zaten zihninizde olan bir kod veya sembol ile birleştiremediğiniz için, yerden çıkan renksiz bir gaz gibi kaybolup gitmesidir. 

Hiç olmayanı yaratmak ancak bir insan toplumunun, bir tarih süreci ile birleşiminin yapabileceği bir şey. Yani; olmayanı birey değil, toplum yaratabilir ve bunu ancak bir zaman sürecinde yapabilir. İlk çağları düşünün mesela. Masa, sandalye, kalem, kitap, tabanca, say sayabildiğin kadar. Hiçbirisi yoktu. Şu anda herhangi bir katalogda satın alabileceğiniz milyarlarca ürün hatta hizmet, milyarlarca yıllık bir birikimin sonucunda oradalar. 

Topluluğun  olmayanı yaratmak sürecinin bir sonucu da “kültür”ün doğuşu oldu. Üretilen dil, din, sanat, bilim, teknoloji, ekonomi, felsefenin toplamı o toplumun kültürünü oluşturur. Toplumun kültürü toplumun karakterini ve kişiliğini oluşturur. 

Bireylerin bilinci, toplumsal kültür içinde insan toplumunun internet  gibi bir “bilinçağı” oluşturmasını sağladı. Bu nasıl oluyor bilmiyoruz. İşkembeden spiritüel bir şey sallamak dışında yapabileceğimiz tek şey, bilim adamlarının keşfetmesini ve ispatlamasını beklemek.

Yani sonra öğreniriz.

Görünmeyen toplam beyin, yani bilinçağı toplum içindeki bilim ve felsefenin gücü ve özgürlüğü ölçüsünde, küçük fikirlerin ve uygulamaların birleşimi ile insanlığın kırkayak gibi yürümesini sağlar. Onun için toplumlar ürettikleri bilim ve felsefe kadar daha iyiye giderler.  Bu hep böyle oldu ve hep böyle olacak.

“Her işte bir hayır vardır” deyimi çok farklı dillerde karşılığı olan bir felsefi strateji. Bunun tersi de doğrudur. Bu diyalektik felsefe stratejisinin açılımları hayatın her alanında görülebilir.

Burada birkaç örneğini verebiliriz: 

İnsan türü diğerlerinden zayıf olduğu için belirsizlikten hep korktu. Çünkü ne olduğuna emin olmadığı bir değişiklik, çoğunlukla büyük acılar içinde ölmesine sebep oluyordu. Bundan dolayı belirsizlikten kaçmak en temel güdüsü haline geldi.

İnsan dişsiz pençesiz bir gariban yerine bir büyük canavar olsaydı belirsizlik, kaçış değil yönelim sebebi haline gelirdi. Çünkü zayıf canlıların tersine dev canavarlar için gördüğü ve ne olduğunu anlamadığı şey büyük ihtimalle öldürüp yiyebileceği bir şey demekti. Çünkü ilkel insanın ölüm dediğine, yırtıcılar kahvaltı der. 

Belirsizlik hayatın en anında var. Bununla barışık olmayınca kaygı oluşuyor. Kaygılar da yaşam kalitesini bozuyor. Ama belirsizlik korkusu olmasa insan var kalamazdı. 

Buyrun bir örnek daha: 

Homo sapiens sürüsü topluluk halinde yaşamak zorundaydı. Sürü içinde yaşarken, topluluğun daha güçlenmesi için her bireyin kendisine diğerlerinin takdirini sağlayacak eylemlerde bulunması gerekliydi. Topluluk içinde herkes kendini beğendirmeye çalışmasaydı o topluluk dağılırdı. Dağılan insan topluluğu kısa sürede kendini yırtıcıların midesinde bulurdu. Kendini beğendirmek, cinsel tercih edilebilirlik ile birleşince bir temel güdü olarak bilinçaltında baş köşede yerini aldı. 

Her işte bir hayır vardır ve bunun tersi de doğrudur yani her işte bir hayırsızlık vardır demiştik. Başkalarının takdirini toplama ihtiyacı bir yönüyle başkalarının görüşlerini yönlendirme isteğidir. Bu önemli istek hem toplumun hem tarihin var olabilmesini sağladı. Bu insanlığı mancınık gibi ileriye fırlatan bu güdü aynı zamanda gereksiz tüketim arzusunun yarattığı ekonomik ve çevresel problemlerden tutun bireylerin kendini ifadesindeki (örneğin sosyal medyada cinsel ya da soytarı objelik) bayağılığa kadar bir sürü problemin temelinde kendini beğendirme veya başka bir ifade ile başkalarının görüşlerini kendi niyetine göre yönlendirme güdüsü vardır. Bugünlerde minimalizm örneğindeki gibi kültürel gelişmeler ile bu güdünün olumsuz yönlerinin ortadan kaldırılmasındaki ilk başlangıçlar görülmekte. İnsanlık kültürel gelişmesi ile bunu aşacağının ilk sinyallerini vermeye başladı.

Ama insan atalarından kalan daha derin ve öldürücü bir problem var. Bu sıkıntının da ortadan kalkacağını gösteren pek bir emare görünmüyor.

Ama insan atalarından kalan  daha derin ve öldürücü bir problem var.  Bu sıkıntının da ortadan kalkacağını gösteren pek bir emare görünmüyor.

Biz şartlanması; ilk çağlarda toplu halde yaşamak zorunluluğundan ortaya çıktı. Başta bu şartlanma “avladığımız ve biz” ya da “bizi avlayan ve biz” şeklindeydi. Yani esas olarak hayvanlara karşı sağ kalma gerekliliğinden dolayı idi. Sürü içerisindeki birey eğer güçlü bir aidiyet hissetmezse sürü zayıflar. Güçlü bir “biz - iyi / onlar - kötü” şartlanması olmadan topluluk uzun süre var olamaz. Bizim sistem içinde gezegenler için güneş ne ise “biz şartlanması” da topluluk için odur. 

İnsanlık tarihine bakınca her sayfada şu görülür:

Şeytan, topluluğun görünmeyen yüzü, topluluk da şeytanın görünen yüzüdür.

Başlangıçtaki topluluğun canlı kalmasını sağlayan “biz şartlanması” sonraki dönemlerde insanlığın kendi içinde devamlı bir “kutuplaşma ve karşıtlaşma” süreçlerinin bilinçaltındaki temelini oluşturdu. Topluluklar bulabildiği her konudan, ne kadar saçma olursa olsun, sürekli olarak “kutuplaştı-karşıtlaştı”. Hep kutbun kendisinin ne kadar haklı, şanlı, şerefli, kahraman, karşı tarafın ne kadar bunların tersi olduğuna dair çok uzun ve çok haklı sebep listesi her zaman olur. 

Hala bile bunun farkında olan ve karşı çıkan herkes dışlanır, en ağır hakaretlere uğrar, dövülür, hapsedilir, öldürülür. Bugün masum çocuklar, bir yerlerde açlıktan, hastalıktan büyük acılarla ölürken askeri harcamalara inanılmaz paralar ve emekler harcanmasının sebebini soruyorsanız ve  milyarlarca yıllık bir sürecin bilinçaltımıza çivi gibi çaktığı biz şartlanmasını göz önüne almak zorundasınız. Geçmişin ve bugünün değerlendirmesini yaparken “biz şartlanmasını” göz önüne almazsanız bugün düşünen grupların en yaygını olan “kafası karışık ve yüzeysel” kitleye katılırsınız. 

Bu tarih boyunca başka hiçbir şey yapmayıp, sadece yakıp yıkıp yok eden “kutuplaşma-karşıtlaşma” probleminin çözülebileceğinin zayıf ama umut verici işaretleri ancak hem ekonomik-enerjetik problemleri çözmüş hemde kültürel olarak gelişmiş ülkelerde görülebiliyor. Bu tip ülkelerin halklarına baktığınızda milliyetçi ve dini reflekslerin düşük, içtenlikle demokratik, gerçekten hoşgörülü hatta tamamen umursamaz hatta ve hatta egoizme varan aşırı bireyci  reflekslerin yüksek olduğunu gözlemlersiniz. 

Maymunumsu zamandan kalan paleo-psikolojik miraslar burada kalmıyor maalesef ve şükürler olsun. 

Yaşamın özünün uyum olduğunu söylemiştim. Çünkü gördüğünüz tüm canlılar uyum sağlayabildikleri için “var”. Uyum sağlayamayan türler petrol oldular. Egzozlardan havaya karışıyorlar. 

Uyumun da özünde “enerji oyunu” vardır. Enerjinin “alımı ve verimi”, “çoğalması ve azalması” her şeyin varlığını ve yokluğunu sağlar. 

İnsan, hayvanlıktan kendisi olmaya geçiş sürecinin başlangıcında sadece doğanın ürettiği ile yaşıyordu. Bir yere gidiyor oradaki otun, meyvenin, hayvanın enerjisini alıyor, sonra başka yere gidip oradakileri tüketiyordu. Bu enerjetik olarak çok karlı bir sistematikti. Doğa üretsin, sen de faydalan. Yapmaları gereken biraz yürümek, ağaca tırmanmak,  bir de organize olup avlanmaktı. Bu şekilde aldığı enerji harcadığının üstünde kalıyordu. Mevsimler enerji tüketimini düzenliyordu. Soğuk yerlerde fazla kalori yakılıyor, sıcak yerlerde daha az. Güneş geç battığı için daha uzun süre besin toplanabiliyordu. Hayvanların göç hareketleri ise proteinin yerini belirliyordu. Hem soğuk yerden giderken harcadığı enerjinin fazlasını sıcak havada kalarak koruyor, hemde enerjisini alabileceği besine daha az enerji harcayarak ulaşabileceği noktada bulunuyordu. Çünkü gittiği yerde ağaçlar meyveyi vermiş, otlar büyümüş oluyordu. Otoburlar otları, etoburlar otoburları bizimkilerde hepsini takip ediyorlardı. 

Doğanın kendi içindeki düzeni her zamanki gibi  gayet mantıklıydı. Otoburlar varlıklarını etoburlara borçluydu çünkü onlar olmasa nüfusları aşırı artar, ortada beslenebilecekleri hiçbir şey kalmaz, hazin şekilde yok olurlardı. Otoburların üremesi hiçbir zaman aşırı olmuyordu. Kapitalist ekonomi gibi vahşi bir dengeleme sistemi ile taşlar yerine oturuveriyordu.  Herhangi bir dengesizlik durumunda toplu ölüm, şaşmaz bir terazi ile devreye giriyor düzenleme yapıyordu. 

İnsanlığın bu denge sistemini bozup virüs gibi yayılmasını sağlayan bir gelişme oldu; Yerleşik hayata geçip yiyecek üretmeye başladılar. Artık nüfusları dur durak bilmeden sürekli artmaya başlamıştı. 

İlk tohumu toprağa attığı andan itibaren dönüşü olmayan yola girmiş oldu. Bu noktadan itibaren artık kendisi doğayı değiştirmiyordu sadece, ürettiği de kendisini dönüştürmeye başlamıştı. Üretim koşullarından dolayı kendi biyolojik ve psikolojik yapısına uygun olmayan bir yaşam tarzına girmek zorunda kaldı.

Artık insanlar değiştirirken değiştiriliyordu…

Bu kendi doğasına uygunsuz yaşayıp ölme durumu 10.000 yıldır artarak devam ediyor. Bu çelişkili durumun yarattığı fiziksel, psikolojik, sosyolojik, siyasi ve felsefi problemlerin (geriye de pek bir şey kalmadı zaten) 10.000 yıl öncesinden bugüne göre tek farkı, durumun daha kötü olması. 

Elinizdeki ya da ekranınızdaki bu yazı kopmuş kola yara bandı olmak amacında. 

Okuyucu bana katkıda bulunmak isterse benim görüşlerimi, kendine fayda sağlamak isterse kendi görüşlerini çürütmeli. Çünkü insan sadece kendi görüşlerini yanlışlayarak gerçeğe yaklaşır. 

Seçkin KÖKNAR

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
15
6
3
0
0
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın
ömer

Olmayan bi çok şeyi bireyler yaratmıştır ve yaratmaya devam edecektir toplumla bağlantısı ne… Olmayan bi hayvanı yaratabilir resmedebilirsin kafanda mucizeyl... Devamını Gör

Seckin Koknar

Öncelikle teşekkür ederim. Hem okuduğunuz hem de yorumladığınız için. Olmayan hayvanı yaratamazsınız, olanları birleştirebilirsiniz. Olabilseydi hollywood ya... Devamını Gör