Bir taş var olabilir ama yaşayamaz; oysa insan, bilinciyle varlığının farkına varabilir, kendini sorgulayabilir, bir amaca ulaşmak isteyebilir. Ama çoğumuz, farkındalığı, yaşamın kendisiyle bütünleştirmekte başarısız kalırız. Biyolojik olarak “var” olmamıza rağmen, gerçekten “yaşamak” dediğimiz bu deneyimi çoğu zaman yüzeyde, alışkanlıkların dar kalıpları içinde geçiririz. Asıl çelişki, varlığımızı nasıl anlamlandırdığımız ve o anlamı gerçekten deneyimleyip deneyimleyemediğimizde gizlidir.
Heidegger’in ifadesiyle, insan “ölüm için var olan” bir varlıktır, yani bir gün öleceğimizi bilerek yaşarız. Bu farkındalık, hayatımıza hem derin bir anlam hem de yoğun bir kaygı getirir. Çünkü bilincimizin bu kaçınılmaz sonla yüzleşmesi, anılarımızın, seçimlerimizin, sevdiklerimizin bir gün yok olacağı gerçeği karşısında bizi sarsar. Ancak, belki de işte tam bu ölüm bilincidir ki, gerçek yaşam ihtiyacını doğurur. Yaşamanın sorumluluğunu yüklenmek, ölümlülüğümüzün farkına vararak yaşamayı öğrenmektir. Hayatı “yaşamak” diye adlandırırken, o anın içine sıkışmak değil; o anı aşmak, ölüme meydan okurcasına anı yaratmak, kendimize ve başkalarına anlam aktarmaktır.
Bir diğer açıdan, “dum vivimus vivamus” bize, yaşamın kendisinin bir amacı olmadığını, asıl amacın bizim yaratmamız gerektiğini fısıldar. Bu durumda, yaşamak sadece sürmek, var olmak ya da zamanın akışıyla beraber ilerlemek değil; bilinçli olarak yön bulmak, kendi varlığımıza anlam katmaktır. İnsan, Sartre’ın dediği gibi, özünü kendisi yaratmakla yükümlüdür; yani doğduğumuzda bize verilmiş olan bir anlam yoktur ama yaşadığımız sürece bu anlamı yaratabiliriz. O hâlde yaşamak, her gün biraz daha kendimiz olmaktır. Toplumun, beklentilerin, dayatmaların bizden istediği gibi değil, gerçekten varoluşumuzu yansıtan bir yolculuğa dönüşmektir.
Bu söz aynı zamanda, tam anlamıyla yaşamanın aslında zamansız bir varlık durumu olduğunu ima eder. Yaşamı, ölçtüğümüz saatler, günler ve yıllar değil, içinde gerçekten var olduğumuz anlar belirler. Bu perspektiften baktığımızda, hayatın nicelik olarak uzunluğu değil, nitelik olarak yoğunluğu önem kazanır. Bir an, sonsuz anlam taşıyabilirken; yıllar bomboş, geçip giden bir gölgeye dönüşebilir. İbn Arabi’nin dediği gibi, “Gerçekten var olan an, yalnızca yaşadığın andır.” Anın sonsuzluğunu kavrayabildiğimizde, sadece geçmiş ve gelecekle değil, kendi varlığımızla da tam bir bağ kurarız. İşte yaşamak, her anı bir derinlik, bir deneyim hâline getirebilmektir.