Görüş Bildir

Yaşar Kemal Haberleri

Yaşar Kemal ile ilgili tüm haberler, içerikler, galeriler, testler ve videolar Onedio’da. Yaşar Kemal ile ilgili son dakika haberleri ve gelişmelerini, yeni içerikleri de bu sayfa üzerinden takip edebilirsiniz.

Popüler İçerikler

Hangi Yazar Senin Ruh Eşin?
Yazarlar nev-i şahsına münhasır insanlardır. Bu acayip kişilikler de romanlarına yansır. Biz de yazarları okurken 'tam da beni anlatmış'  diye çokca düşünmüşüzdür. Yazarların başarısı çoğu zaman buradan gelmekte. Peki hangi Türk yazar size hitap ediyor. Bu testi çözerek bunu öğrenebilirsiniz!
Daha Okumadıysanız!.. Türk Edebiyatı'na Damga Vuran 20 Büyük Eser
Edebiyatımızın önde gelen dergilerinden Notos, her yıl farklı bir konuda düzenlediği geleneksel yıllık soruşturmalarının sekizincisinin sonuçlarını Şubat-Mart, 44. sayısında açıkladı. 249 yazarın katıldığı bu geniş soruşturma sonunda ortaya çıkan 40 kitaplık liste, bir belge olma niteliğinde. Edebiyatımızın ve toplumumuzun en değerli nesneleri olma özelliğindeki bu eserlerin listesi; hem meraklısı, hem de edebiyatla yeni tanışanlar için başvurulacaklar arasında. Not: Bu liste de diğer tüm listeler gibi kimisine eksik gelebilir. Doğaldır da; çünkü edebiyat çok kişisel bir şeydir. Yorumlarınızla bu listeyi tamamlada  yardımcı olursanız sevinirim. İşte ilk 20: _Kaynak: http://notoskitap.com/notos-44/_
Devlet Tiyatrosunda Oyunlar Ücretsiz
Seyirciler, Devlet Tiyatroları’nın 12 bölgesindeki 23 sahnesinde ve Kayseri, Tunceli, Hakkari ve Foça-Cezaevi turne sahnelerindeki oyunları ücretsiz izleyebilecek. Sanatseverler biletlerini 13 gün öncesinden başlayarak Devlet Tiyatroları’nın gişelerinden ya da ilgili müdürlüklerden temin edebilecekler. Ücretsiz izlenebilecek oyunlar ve sahneleri şöyle Ankara Devlet Tiyatrosu Turan Oflazoğlu’nun yazdığı, Murat Atak’ın rejisörlüğünü yaptığı “Kösem Sultan Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde; Refik Erduran’ın yazdığı, Ali Hürol’un rejisörlüğünü yaptığı “Ramiz ile Jülide” Şinasi Sahnesi’nde; Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı, Özer Tunca’nın yönetmenliğini yaptığı “Para” Küçük Tiyatro’da; Recep Bilginer’in yazdığı ve Zafer Kayaokay’ın yönettiği “Sarı Naciye” Akün Sahnesi’nde; George Orwell’in yazdığı, Peter Hall’un uyarladığı, Özge Kayakutlu’nun dilimize çevirdiği ve Barış Erdenk’in yönettiği “Hayvan Çiftliği” İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi’nde; Gülşen Karakadıoğlu’nun yazdığı, Vacide Öksüzcü’nün yönettiği “Nehir” Oda Tiyatrosu’nde; Ergün Uçucu’nun yazıp yönettiği “En Son O Gitti (Kiraz ile Mestan)” Altındağ Tiyatro Sahnesi’nde; Yaşar Kemal’in yazdığı, Gürol Tonbul’un yönetmenliğini yaptığı “Teneke” Kayseri’de; İstanbul Devlet Tiyatrosu Duşan Kovaçeviç’in yazdığı, Başar Sabuncu ve Bilge Emin’in dilimize çevirdiği, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği “Profesyonel” Cevahir Salon 2’de; Nikolay Vasiliyevic Gogol’un yazdığı, Coşkun Tunçtan’ın dilimize çevirdiği, Sylvie Luneau ve Roger Coggio’nun oyunlaştırdığı ve Cem Emüler’in yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapmı “Bir Delinin Hatıra Defteri” Üsküdar Stüdyo Sahne’de; Patrick Suskind’in yazdığı, Hale Kuntay’ın dilimize çevirdiği ve Metin Belgin’in yönettiği Ankara Devlet Tiyatrosu yapmı“Kontrabas” Küçük Sahne’de; Muzaffer İzgü’nün yazdığı, Mutlu Güney’in yönettiği “Lütfen Kızımla Evlenir Misiniz?” Küçükçekmece Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde; Sait Faik Abasıyanık’ın yazdığı ve Gürol Tonbul’un oyunlaştırıp yönettiği İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı “Masallar, İnsanlar, Birde Türküler” Foça-Cezaevi’nde; İzmir Devlet Tiyatrosu Anton Çehov’un yazdığı, Ataol Behramoğlu’nun dilimize çevirdiği ve Vladlen Alexandrov’un rejisörlüğünü yaptığı “Vişne Bahçesi” Konak Sahnesi’nde; Ali Berktay’ın yazdığı, Ayşe Emel Mesci’nin rejisörlüğünü yaptığı “Son Çığlık” Kahramanmaraş Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde; Bursa Devlet Tiyatrosu George Bernard Shaw’ın yazdığı, Sevgi Sanlı’nın çevirdiği ve Sibel Özer Chulliat’ın yönettiği “Pgygmalion-Bir Kadın Yarattım” Ahmet Vefik Paşa Sahnesi’nde; Şahin Örgel’in yazdığı, Ali Volkan Çetinkaya’nın yönettiği “Aşk Bir Şey Değildir” Oda Tiyatrosu’nda; Adana Devlet Tiyatrosu Feyzullah Arslan ve Nermin Ertürkmen’nin yazdığı ve Gökhan Doğan’ın yönettiği “Yarınlara Geç Kalmadan” Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi Sahnesi’nde; Trabzon Devlet Tiyatrosu Simon Williams’ın yazdığı, Şükran Yücel’in dilimize çevirdiği ve Tayfun Eraslan’ın yönettiği “Ölüm Öpücüğü” Atapark Haluk Ongan Sahnesi’nde; Diyarbakır Devlet Tiyatrosu Oktay Arayıcı’nın yazdığı, Metin Arslan’ın oyunlaştırdığı ve yönettiği “Rumuz Goncagül” Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Merkezi Orhan Asena Sahnesi’nde; Antalya Devlet Tiyatrosu Carlo Goldoni’nin yazdığı, Haldun Marlalı - Cem Marlalı’nın dilimize çevirdiği ve Ahmet Açıkgöz’ün yönettiği “Yalancı” Haşim İşcan Kültür Merkezi Küçük Sahne’de; Erzurum Devlet Tiyatrosu Cengiz Toraman’ın yazdığı ve Levent Aras’ın yönettiği “Anlatılan Senin Hikayendir” Erzurum Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde; Jean BaptistePoquelin Moliere’in yazdığı, Ahmet Vefik Paşa’nın oyunlaştırdığı, Ömer Naci Topçu’nun yönettiği“Meraki” Tunceli’de; Konya Devlet Tiyatrosu Slawomir Mrozek’in yazdığı, Zihni Küçümen’in dilimize çevirdiği ve Mustafa Uzman’ın yönettiği“Sığıntılar” Konya Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde; John Buchan’ın yazdığı, Patrick Barlow’un uyarladığı, Mehmet Ergen’in dilimize çevirdiği ve Nafiz Sami Gürcüali’nin yönettiği “39 Basamak” Elazığ Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde; Sivas Devlet Tiyatrosu Federico Garcla Lorca’nın yazdığı, Turan Oflazoğlu’nun çevirdiği ve Barış Erdenk’in yönettiği “Kanlı Düğün” Atatürk Kültür Merkezi Sahnesi’nde; Van Devlet Tiyatrosu Anton Çehov’un yazdığı, Yılmaz Gruda’nın dilimize çevirdiği ve Metin Oyman’ın yönettiği “Ayı/Teklif”Hakkari’de sanatseverlerle buluşacak. İHA---
Apple'ın İstanbul Mağazasındaki Sır
Büyük fikirler büyük ambalaj veya kutulara ihtiyaç duymuyor. Son dönemde insan merkezli tasarımlara sahip cihazlar daha az yer kaplıyor. Cihazların büyüklüğü ne kadar artsa da kullanıcılar kutuların daha az yer kaplaması için çaba harcıyor. Bu kültür bize fazla uzak değil.. Yaşar Kemal'in sokak çocuklarıyla röportajlarının yer aldığı ' Çocuklar insandır ' kitabında ' İnsan, evrende gövdesi kadar değil gönlü kadar yer kaplar ' sözüyle basit bir şekilde anlatıyor. İşte küresel teknoloji şirketleri insanların gönlüne yerleşmek için cihazların gövdesinin bile geri dönüşümlü üretilmesini istiyor. Kutular az yer kaplıyor Dünya Günü dolayısıyla tüm şirketler ne kadar az yer kapladığını anlatırken, Türkiye'de çocuklara armağan edilen 23 Nisan ile bu günün kıymetini daha çok bilmek zorunda. Çünkü onlara bırakılacak mirası hatırlamak güç değil. Yeni bir dijital oyuncakla buluşmanın en heyecanlı yanı kutunun açıldığını andır. Her metreküpte bilgi, detay ve incelik bulmak için kutunun içinde işe yarar parçalara bakın. Apple tüm ürünlerinin kutu tasarımlarında tüm ürünler ve parçalar daha az yer kaplayacak şekilde kutudan çıkıyor. Cihazlar çok hassas olsa da daha az yer kapladığı zaman daha az atık ve daha az maliyet oluşuyor. Apple karbon ayak izinin yaklaşık yüzde 98'inin doğrudan ürünlerle ilişkili olduğunu söylüyor. Kalan yüzde 2 ise veri merkezleri üzerinden oluşuyor. Daha çok gün ışığı İstanbul'da geçtiğimiz haftalarda açılan Apple Store en çok cam kullanılan mağaza olarak gün ışığını daha çok kullanıyor. Apple , asıl hedefinin her tesisinin enerjisini güneş, rüzgar, su ve jeotermal gibi yenilenebilir kaynaklardan sağlamak olduğunu vurguluyor. Bu nedenle yerinde enerji üretimine yatırım yapıyor, şehir şebekesi bağlı olmayan, yenilenebilir enerji sağlamaları için tedarikçilerle ilişkiler kuruyor ve çalışanların sayısı artsa bile enerji ihtiyacını azaltıyor. Apple veri merkezlerinin tümünde, Austin , Elk Grove, Cork ve Münih'teki tesislerinde ve Cupertino'daki Infinite Loop yerleşkesinde yüzde 100 yenilenebilir enerji kullanılıyor. Daha az enerji tüketmenin sırrı Her gün 10 bin 400 kilovat elektrik tüketimini yoğun kullanım saatlerinden yoğun olmayan kullanım saatlerine aktararak soğutucu verimliliğini artıran bir soğutulmuş su deposu sistemi Su depolamayla birlikte, geceleri ve havanın serin olduğu saatlerde deniz kıyısı ekonomizörüyle dışarıdaki 'ücretsiz' havanın kullanılması, zamanın yüzde 75'inden daha fazlasında soğutucuların kapalı olmasını sağlıyor. Hava akışı ihtiyaçlarını an be an tam olarak kontrol eden değişken hızlı fanlı soğuk hava tutma bölmelerinin soğutma dağıtımının yönetilmesinde yüksek hassasiyet Güç kaybını azaltarak verimliliği artıran yüksek voltajlarda güç dağıtımı Güneş ışığının maksimum yansıtılmasını sağlayan beyaz serin çatı tasarımı Hareket algılayıcılarla birleştirilmiş yüksek verimli LED aydınlatma İşlemler sırasında gerçek zamanlı güç izleme ve matematik analiz * Yüzde 14 oranında geri dönüştürülmüş malzemeden yararlanan, inşaat atıklarının yüzde 93'ünün çöp sahalarına atılmasını engelleyen ve satın alınan malzemelerin yüzde 41'ini şantiyeden en fazla 500 mil uzaklıktan tedarik eden inşaat süreçleri titizlikle uygulanıyor. Timur Sırt - Sabah
Cahit Berkay: 'Politik Şarkılarla Kimse İlgilenmiyor, Sevgiyi Silah Olarak Kullanacağım'
180 film için müzik yapan Cahit Berkay, klasikleşmiş müziklerini bugüne uyarlayıp tekrar dinleyicilerinin beğenisine sunmayı planlıyor Bugüne kadar aralarında Çiçek Abbas, Selvi Boylum Al Yazmalım, Güler misin Ağlar mısın'ın da aralarında bulunduğu 180 film için müzik yapan Moğollar'ın kurucularından sanatçı Cahit Berkay yeni bir proje hazırlığında. Proje kapsamında Berkay'ın klasikleşmiş film müzikleri, senfoni orkestrasıyla sahnede yeniden çalınacak. Senfoniye darbuka, bağlama gibi enstürmanlar eşlik edecek. Cem Karaca ve Barış Manço ile birlikte söylediği şarkıları bugüne uyarlayıp Emrah Karaca solistliğinde dinleyicisi ile buluşturmayı planlıyor. Hem rock hem de aşk için 'içi boşaldı' yorumu yapan Berkay, siyasetin de müziğin değişimini tetiklediğini ifade ediyor. Kenan Evren 'e kadar analog olan müziğin onun ardından soğuklaştığına dikkat çekti. Berkay 'Politik içerikli şarkılarla kimse ilgilenmiyor. Sevgiyi silah olarak kullanıp bunu yapacağım.' diyerek Gezi olaylarının kendisini olağanüstü umutlandırdığını söyledi. Ayşegül Akyarlı Güven ’in The Wall Street Journal’da yer alan söyleşisinin bir kısmı şöyle: Kaç filmin müziğinde imzanız var bugüne kadar? Bugüne kadar birebir yaptığım 180 tane film müziği var. Uzunca bir dönem yaşamım yurtdışında geçti. Ama yaptığım film müziklerini başka filmlere de döşediler. 250 film kadar vardır herhalde onlar bir arada olunca. Şimdi bunları bir araya getirecek bir projeniz var. Biraz anlatır mısınız? Proje herşeyden önce 70'li yılları 2014'de tekrar yaşamak tekrar çalıp söylemek, nostaljiden öte dönemin müzikal yaşanmışlığını tekrar yaşamak için. bugünkü kuşaklarla paylaşmak için. Ne yapılacak bu kapsamda? İki farklı formatımız var. Birinde benim hit olmuş film müziklerinin çalınması. Bunu senfoni ile çalacağız. Şu an 12 parça var. 18-20'ye de çıkabilir sayı. Selvi Boylum Al Yazmalım, Çiçek Abbas gibi parçaları çalacağız. Tamamen batı formülünde bir senfoni resmi oluşabilir hayalinizde. Ama öyle oluşmasın. Sonuçta ben bu parçaları Anadolu'dan beslenerek yaptım. Bu nedenle Anadolu'da varolan seslerin de senfoni enstürmanlarıyla güzel bir harmanlamasını oluşturduk. Mesela zurna var, ney var, darbuka var. İki tane böyle konser yaptık. Çok başarılı geçti. Cemal Reşit Rey'de merdivenler bile doldu. Altın Portakal'da da yaptık. O Yeşilçam filmleri zaten 70'lerde kalmadı. Özel kanallar sayesinde bugünün gençleri de onları iyi tanıyor. İkinci formatınız nasıl? Biliyorsunuz biz Cem Karaca ile 45'likler artı albümler yaptık. Barış ile de 1 albüm yaptık. Emrah Karaca'nın solistliğinde bunların bugünkü yorumunu sergilemeyi düşünüyoruz. Bazılarını bugüne uyarlıyoruz. Bazılarınıysa aynı bırakıyoruz. Mesela Dağlar Dağlar. Ona hiç dokunmuyoruz. 70'li yıllarla 2014'ün enerjisinin harmanlandığı bir pozitif kurgu hazırlığındayız. Sinema için müzik nasıl yapılır? Pratikte neler değişir? Senaryo gelir. Okursun. Beğenirsen işi kabul edersin. Filmi çekip kaba montajını yaparlar. Oturup yönetmenle birlikte o kaba montajı izlersin. O sırada elinde kronometre ile filmin neresinde müzik olacağını kararlaştırırsın. Sonra stüdyoda müziği kaydedersin. Biz kaydederken stüdyoda da o film döner. Zamanın yönetmene göre değişir. Mesela Ömer Kavur ve Atıf Yılmaz'ın 'filmi bitireceğiz aman şu tarihte vizyona gireceğiz' gibi bir dertleri olmazdı. O film onların istediği olgunluğa ulaşıncaya kadar ne emek gerekiyorsa o vakti ayırırdı. Ama genelde motor dendikten 1 ay sonra film vizyona girerdi. Ama işin beste boyutu başka.. Nasıl başka? Mesela Selvi Boylum Al Yazmalım'ın müziğini nasıl bestelediğinizi anlatır mısınız? Bazı filmlerde ana temanın yanısıra ikinci bir tema da gerektirir. Mesela bir duygusal müzik olur. sonra o müziğin mutluluk hali olur, dramatik hali olur, işkilli gerilimli hali de olur. Kötü adam takibi için bir müzik gerekir. Ortalama en az 4-5 çeşit tema gerekir. Ben oturdum önce Selvi Boylum Al Yazmalım için tema oluşturmaya. İlk olarak gitar aldım elime. Ama gitarla olmadı. Bağlamayla da olmadı. 3-4 saat kara kara düşündükten sonra evdeki cura aklıma geldi. İlk curam... Telleri yok, toz içinde. O curayı indirdim. Eski telleri temizledim, akordunu yaptım. Yarım saat sonra o müziğin tamamı çıkmıştı. Çünkü filme müzik yapmak hayaldir. Önce o müzikal kurguyu hayal edeceksin. Notalarını hayalinde duyacaksın. New York'ta geçen filme davul zurnayla, Anadolu'da geçen filme saksafonla müzik yapamazsın. Hiç kaybettiğiniz iş oldu mu mesela? Hayır kaybettiğim olmadı. Ama rötuş yaptığım oldu. Ses yükselterek kavgalar etmedik. Çünkü müzikte kavga olmaz. Ama münakaşa olur. Mesela benim asla çalışmayacağım 2 tane yönetmen vardır. Ama isimlerini açıklamam. Atıf Yılmaz ve Ömer Kavur ile çalışmaksa bir ayrıcalıktır. Ne istediğini bilmeyen adamla işi çözmek çok zor. Bu coğrafyada yaşayan insanlara müzik yapıyorsan buradaki kültürü ıskalamayacaksın. Öğrenip kendini onunla donatacaksın. Pir Sultan Abdal'ı da bileceksin, Yaşar Kemal'i de. 70'lerden bugüne 10 yıllık süreçleri düşünecek olursak, neler değişti ve biz nasıl bir etki altına girdik ki bizim dinlediğimiz müzikler değişti? Siyasi açıdan bir etkilenme oldu bir kere. Ama daha da önemlisi 60-70'li yıllar analog dönemdi. Elle dokunup koklayabildiğin bir müzik vardı. Şimdi dijital. Karşı değilim hayat böyle gelişti. Ama analog filmin sıcaklığı ile dijital arasında nasıl bir fark varsa bu fark müzikte de kendini belli eder. Biri sıcaktır, diğeri soğuktur. Kenan Evren'e kadar olan dönemde hayat analogdu. Hatta bir dönem var ki taş plak dönemleri, analog bile yoktu. Sevgi, aşk, bunlar farklı yaşanıyordu. Sevgilinin elini tutmak için yanıp tutuşuyordun. Zırt diye elini tutamıyordun. Uzaktan bakıyordun, mektup yazıyordun falan filan. O zaman şarkı çıkıyordu. Şimdi çıkmıyor. Aşk için emek yok ki. 'Merhaba, naber' hooop yatağa. Maymun iştahlılık var. Aşklar 2 günde bitiyor. Yaşasalar onun da şarkısı çıkacak aslında. Siyaset çok etkiler mi müziği? Bizi etkiliyor. Mesela ben çok etkilenen bir kuşaktan geliyorum. Şimdi de var etkilenenler birkaç tane. Popçulara diyecek birşeyim yok. Onların derdi başka. Ama rock müzik yapıyorsan bunu yapamazsın. Rock'ta bunu yemez. Ama yedirdiler maalesef. İçi boş. Kendi yaşadığı ortamdan bahsetmiyor. Sen menfaatini nasıl koruyacaksın? Kendi şarkını yapmazsan bir gün sıra sana da gelir. 70'lerde her gün 25 kişi ölüyordu ortalama. Sonra büyük çoğunluk çocuklarını uzak tutmaya çalıştı haklı olarak. Kenan Evren ve şülekasının en büyük 'başarısı' kuşaklar arasındaki kültür akışını kestiler. Siyasetle ilgilenenler ya mahkemelerde hapis cezaları aldılar, ya da işkencede öldüler. Turgut Özal da sonra gelip tüy dikti üzerine. Nazım Hikmet'i bile tanımıyorlar şimdi.. Yazık. Onlar özellikle böyle yapıldılar. Son 10 yılda tek parti iktidarı var. Bu nasıl yanısıdı müziğe Genelde yok ama sistem sanata akıllı dokonuşlar yapıyor yavaş yavaş. son günlerde profesör lakaplı admalar müzikte kadın sesi haramdır, enstürman haramdır, telefonda bekleme yaparken size çalınan şarkılar haramdır gibi sözler söyler oldu. 10 yıllık bir süreçte gerçekten ciddi bir müdahale oldu mu sizce müziğe? Özgürlükleriniz gerçekten kısıtlandı mı? Gösterişte kısıtlamadılar ama polisiye devlet durumuna girdik ve bundan sonra ne yapacaklarını bilemiyorum. Gezi olayları beni olağanüstü umutlandırdı. Çünkü Gezi'ye kadar siyasetle ilgilenmeyen bir profil çiziyordu gençler. Ben yoruldum demeyeceğim ama, o kadar çok yapılmış şarkılarım var ki.. Iskaladılar. Politik içerikli şarkılarla kimse ilgilenmiyor. Sevgiyi silah olarak kullanıp bunu yapacağım. Solcuyum demenin bir anlamı kalmadı. Ama ben hala solcuyum, komunistim. Bunu söyleyecek dönem değil ama aklını kullanacak dönemdeyiz. T24
"1 Haziran'da Taksim'in Halka Açılması İçin Abdullah Gül, Erdoğan'ı İkna Etti"
Can Dündar, medyaya yönelik baskılara ilişkin 'Medyada toplu istifaların olmaması, medyanın yüz karasıdır' ifadesini kullandı “Gözdağı” belgeseliyle adından söz ettiren gazeteci Can Dündar, Gezi Parkı eylemlerinin başlamasının hemen ardından 1 Haziran’da 'Taksim'in halka açılması için Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan'ı ikna etti. Ve polis çekildi' ifadesini kullandı. Can Dündar, “Medyanın bu kadar kuşatma altına alındığı bir dönemde “biz bu baskıya dayanamayacağız” deyip, topluca ayrılan bir ekibin çıkmaması hepimiz için yüz karasıdır. Biz bunu NTV’de yapabilirdik. NTV gibi haberciliğin yüz akı olmuş bir kanalın iktidarın eline teslim edilme sürecinde “burası aynı zamanda izleyicilerin ve çalışanlarındır” deyip, orayı komple terk edebilseydik tarihe geçerdik. Milliyet gibi bir gazetenin başka bir patron altında iktidara teslim edilmesi sürecinde “biz buna razı değiliz” deyip topluca çıkabilseydik, tarihe geçerdik” ifadelerini kullandı. Diyarbakır’da Türk bayrağının indirilmesine ilişkin konuşan Dündar, “Gezi bu kadar öfkeyle bastırılmasa belki bugün bayrak olayını da farklı karşılıyor olabilirdik. Çocuğu bile bu kadar dövsen şımarır, komşunun camlarını taşlar, evine bayrak asar. Bu tür refleksler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin milliyetçiliğin tırmanacağı bir döneme girmesi kötü bir refleks. Ama bu da konjoktürel ve geçici bir şey. Bunun bedelini hükümet de ödeyecek. Ödemeye de başladı. Bu kadar şiddetle barışçıl bir gösteriyi bastırdığın zaman barış sürecinin kalmayacağını görmen lazım” dedi. Medya Tava’dan Neslihan Akdaş’a konuşan Can Dündar’ın söyleşisi şöyle: Gözdağı Belgeseli'ni göstermek isteyen televizyonlar oldu mu? Ana akım medyadan teklif geldi mi ya da gelir mi yayınlamak için? Tahmin ettiğin gibi ana medyadan gelmez. Halk TV, Ulusal TV, İMÇ göstermek istedi. Ama doğrusu evde tek başına izlensin istemiyorum şimdilik. Parklarda, toplu gösterimlerde insanlar bir şeyler paylaşarak izlesin. İnsanların da efor sarfetmesini istiyoruz izlemeleri için. Gezi de öyleydi. Evinden, TV’nin başından çık, insanlarla birlikte ol duygusu. O yüzden bir TV kanalına da vermedim. ' Gözdağı’nda daha önce paylaşılmamış, ilk kez izlediğimiz görüntüler de var değil mi? Çağrı yaptık, insanlar görüntülerini bizlerle paylaştı. Belgeseldeki gözünü kaybeden insanların vurulma anları ilk kez yayınlandı. Çoğu amatör kameraydı zaten. O gençler de kendilerini anlatma fırsatı buldu ilk kez. Bir detay daha vardı belgeselde, gözden kaçmasın. “1 Haziran’da Taksim'in halka açılması için Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan'ı ikna etti. Ve polis çekildi' diyordunuz perforede. İlk kez yüksek sesle söylendi. O da kulis bilgisi. Taşları yerine koyunca Erdoğan’ın sonradan çıkıp “Arkadaşlar böyle diyor” sözlerinden aslında şüphelenmemiz lazımdı Cumhurbaşkanı’nın devreye girdiğini , işin kötü gittiğini fark edip Erdoğan’ın parkı açması için ikna etmesini. Parkın açıldığı dakikalarda ordaydım. Polis aniden çekildi. Bunun arkasında kulis olduğunu öğrendim ve bunu belgesele koydum. Belgeselde BDP bayraklı gençlerle, Atatürk posteri taşıyanlar birlikte halay çekiyordu. Gezi neden değerli, o sahneleri izleyince tekrar hatırladık. Çünkü “birlikte yaşayabiliriz”i göstermişti bize. Ancak daha geçen hafta Lice’de bayrak krizi yaşandığında Gezi eylemlerine katılan, destek olan bir grubun sessiz kaldığına hatta bayrak üzerinden politika yapıp kışkırttığına şahit olduk siyasetçisinden gazetecesine. Bu ikiyüzlülük değil mi? Gezi benim yaşamak istediğim ülkeydi. O yüzden değerini, hikmetini zaman içinde daha iyi anlayacağız. İşte bayrak krizi patlayınca anlıyorsun değerini. Oradaki ortaklık duygusu çok özel bir duyguydu. Belgeseli biraz da bu yüzden umut havasında bitirdim. Gezi’ye söz söylemeye kıyamıyorum. Buradan büyük bir parti çıkmayacağını biliyorduk. Omurgası olan bir politik hareket değildi. Bir refleks, bir itirazdı. İtiraz mesajını iki kesim aldı. Biri biz. Böyle bir potansiyelimiz, gücümüz varmış, bir arada durabiliyormuşuz. Bir de iktidar aldı; bunlar bir araya gelip bana posta koyabiliyor duygusu. İki taraf da bu duyguyla yaşayacak. Ve bu ikisi Türkiye’nin önünü açacak. Ben en azından bir yıla göre çok daha umutlu bir noktadayım. Gezi’nin üstüne çok ağır gittiler, bu kadar şiddetle bastırmaya çalışırsan o zaman hareket başka bir şekle bürünüyor. Bazen milliyetçilik oluyor, bazen şiddet oluyor, bazen yılgınlık, çekilme, eve kapanma oluyor. Gezi bu kadar öfkeyle bastırılmasa belki bugün bayrak olayını da farklı karşılıyor olabilirdik. Çocuğu bile bu kadar dövsen şımarır, komşunun camlarını taşlar, evine bayrak asar. Bu tür refleksler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin milliyetçiliğin tırmanacağı bir döneme girmesi kötü bir refleks. Ama bu da konjoktürel ve geçici bir şey. Bunun bedelini hükümet de ödeyecek. Ödemeye de başladı. Bu kadar şiddetle barışçıl bir gösteriyi bastırdığın zaman barış sürecinin kalmayacağını görmen lazım. Önümüzde zorlu bir dönemeç daha var Türkiye için; Cumhurbaşkanlığı seçimi. Yerel seçim öncesi yaşanan kaos ortamı nükseder mi? Tansiyon yine yükselecek mi? Edilgen aktörler değiliz artık, etken aktörleriz. Biz itiraz edersek iyi şeyler olacak, ne yapsak olmuyor deyip çekilirsek kötü şeyler olacak. Erdoğan’ın baştan beri çok istediğini biliyoruz o mevkiyi. Ardını da garantiye almak istiyor. Muhalefetin bir ortak aday çıkarabileceğini düşünüyorum. Bir şans var mı, var. Toplumun bir kez daha nasıl göbekten ikiye yarıldığını göreceğiz. Her kim olursa olsun Türkiye’nin ortak cumhurbaşkanı olmayacak. Cumhurbaşkanı gelsin, toplumu kucaklasın; ordu gelsin hepimizin ordusu olsun; polis gelsin bizi sevsin; Meclis halkın meclisi olsun... Bunlar olmadı. Eskiden devletten bekliyorduk şimdi artık devletin suçlu olduğu gördük. Kendi içimizde nasıl uzlaşırız, bunun yollarını görmemiz gerek. Toplumsal hareket başlangıcı için iyi bir nokta. Peki seçim öncesi Cemaat kanadından yeni ataklar bekliyor musunuz? Cemaatin geçen bir yıl içinde çok şey öğrendiğini düşünüyorum. Sırtını devlet gücüne dayamış, iktidarla kol kola para kazanan bir dini topluluktan şu an Türkiye’nin en büyük düşmanı haline dönüştü. Ciddi bir travmadır. “Hadi aslanım ne istersen ye, iç” denen bir çocuğu, bir anda sokağın ortasına atıp, vatan hainisin deniyor. Cemaatin de dönüşeceği bir sürece giriyoruz. Düne kadar devletin nimetlerini nasıl paylaştırırım derken şimdi beni ne zaman evden alacaklar diye bekleyen bir anarşiste dönüştü. Çok eziyet ettiler, zamanında ellerindeki gücü kötüye kullandılar, birlikte çalıştılar. Günahsız insanların günahını aldılar. 28 Şubat’ta neyle karşılaştılırsa şimdi Erdoğan’dan aynı muameleyi görüyorlar. Ancak 31 Mart öncesi Cemaat’in yayınladığı tapeler beklendi heyecanla, paylaşıldı, haber yapıldı. Cemaat bel altı vururken, tapeleri haber yapmak doğru muydu? Şurda yanlış yaptık. Bütün yolsuzluğu biz ortaya çıkarmak zorundaydık. Türkiye medyasında bir satır yolsuzluk ortaya çıkmadı 10 yıl boyunca. Bunun günahı hepimizin boynunda asılı. Biz TV’nin karşısında oturarak ya da internetin başına geçip tapeleri bekledik. Günah oydu. Ama gelenleri görmemezlikten gelmek de ayrı bir günah olacaktı. Bir kısmımız onu da yaptı kendince etik nedenlerle ya da korkudan. Ben artık o noktadan sonra zaten ilk günahı yaşamış ve ikinci günaha ortak olamayacağımı düşünüp hepsini yayınladım. Peki 10 yıldır siz neden yolsuzluk haberi yapmadınız? Özeleştiri dediğim o. Birkaç şey var. 80 döneminde de gazetecilik yaptım. Milli Güvenlik Konseyi’nden bile haber sızardı, gizli oturumlardan haber sızardı. Burada nasıl bir menfaat şebekesi yaratıldıysa en ufak bir sızma olmadı. Taktir etmek lazım, o çıkar zincirinden en ufak bir halkanın bile çözülmesine izin vermediler. İkincisi bizde de yayınlanacak bir mecra yok diye yılgınlık oldu. Bu işler iyi niyetli bir gazetecinin “ben şuna bakayım” demesiyle olmaz. İçerden sızma olur ya da araştırma ekipleri kurarsın medya içinde, git araştır dersin. Bizde öyle gazetecilik kalmadı. Bunu da yapamadık. Kimsenin buna da enerjisi yoktu, böyle bir iklim de yoktu medyada. Bu nedenlerle biz o tapelere mecbur kaldık. Onlar olmasa bugün bütün bu hırsızlıktan da haberdar olamayacaktık. Şimdi ne yapacaksınız? Artı 1, 5 ay sürdü. Sizin öngörünüz neydi, ne kadar sürecekti Artı 1’de maceranız? Ve ilk gittiğinizde daha önce maaşlarını alamayan, sansüre uğrayarak kanaldan ayrılmak zorunda kalan meslektaşlarınız tarafından da eleştirildiniz. Türkiye’nin kritik bir döneminde, 5 ay gazetecilik yaptık. Yapılabileceğini de gösterdik. Bunun çok sürmeyeceğini de biliyorduk. Haluk Şahin beni uyarmıştı; “İki şey olacak; yayınınıza müdahele edecekler ve para alamayacaksınız” diye. İlki hiç olmadı. İkincisine maalesef yenildik. Arabanın benzini bitti ama arabadan memnunduk. En genelinde bir deprem oldu ve medya altında kaldı. Biz o enkazın altından “kimse var mı” diye bağıran insanlardık. O yüzden çok lüks arayacağımız bir durum yok. Bulduğumuz her alandan soluk almaya çalışıyoruz. Artı 1, toprağın altından soluk alabildiğimiz borulardan biriydi. Ama bu kadar yetti. Bu enkazın kalkması çok vakit alacak. O yüzden kimse karşıma geçip de “sen de neden oradan nefes aldın” demesin. Yarın başka bir yer bulacağız, oradan nefes alacağız. Ben asıl enkaz altındaki, meslektaşlarım için üzülüyorum. Yutkunmak çok zor. O arkadaşlarım için üzülüyorum. Biliyorsun ama yazamıyorsun. Belgeseli yaparken medyada çalışan birçok arkadaşımız “elimizde görüntüler var kullanamadık, size verelim” dediler. “İçerdeki çapulcular” diyorum ben onlara. Hem taktir ediyorum, hem üzülüyorum. Benim fikrimi sorarsanız kalabilen kalsın medyada, mücadelesini gizli ya da yüksek sesle verebilen versin. Ayrıca bugün yutkunarak işine devam eden pek çok medya çalışanının geçim derdi, okutmak zorunda olduğu çocuğu, ödemek zorunda olduğu kredileri var. Medyanın bu kadar kuşatma altına alındığı bir dönemde “biz bu baskıya dayanamayacağız” deyip, topluca ayrılan bir ekibin çıkmaması hepimiz için yüz karasıdır. Biz bunu NTV’de yapabilirdik. NTV gibi haberciliğin yüz akı olmuş bir kanalın iktidarın eline teslim edilme sürecinde “burası aynı zamanda izleyicilerin ve çalışanlarındır” deyip, orayı komple terk edebilseydik tarihe geçerdik. Milliyet gibi bir gazetenin başka bir patron altında iktidara teslim edilmesi sürecinde “biz buna razı değiliz” deyip topluca çıkabilseydik, tarihe geçerdik. Milliyet de farklı bir noktada olurdu bugün. Bunları yapamadığımız için içerde iyi niyetli arkadaşların çabasını takdir etmekle yetiniyoruz. Ama bunu yapabilseydik farklı bir yerde olurduk. En azından bir iz bırakabilirdik. Peki bunu yapmayı arkadaşlarınızla denediniz mi? - Denedik, olmadı. Tek tek yolunduk. NTV’de de konuştuk, Milliyet’te özellikle ben de konuştum. Kimlerle konuştunuz? - Olmamış bir şey için isim vermenin anlamı yok. Kiminin aklına yattı, kiminin kendince gerekçeleri vardı, geçim derdi vardı. Kimi buradan bir yere varamayacağımız düşünüyordu. Kimisi “bilmem kim ayrıldı, değer mi onun için” durumuna girdi. Kişisel husumetleri, zaruretleri aşıp da kitlesel bir tavır koyamadık ne yazık ki. Bu tavır koyulsaydı sistem tökezlemeyecekti, sonuçta patron da değişmeyecekti. Milliyet’i başka bir yerde kurabilirdik. Zor olurdu ama olurdu. Milliyet değil adı Zilliyet olurdu. Tüm Milliyet yazar kadrosuyla ayrılsaydı içi boşaltılmış bir gazete olacaktı orası. Türk medyası toplu hareket edebilme yeteneğini kaybetti. Artı 1’e başlarken bir kaç aylık maaşınızı peşin aldığınız konuşuldu medya kulislerinde... İlk gün, patronla, arkadaşlarımız parasını almadan hiçbir yönetici almayacak diye konuştuk. Ben içeridekilerin parası ödenmeden bir kuruş almadım. Orada çalışanlar da çok iyi biliyor. Ve bugüne kadar meslek hayatımda hiç yapmadığım tuhaflıklar yaptım. Reklamverenlere gidip, kendimizi anlattık. Bunların yıllarca bir gazetecinin işi olmamasına gayret ettim. Ama ne yazık ki Türkiye’de burjuvazi yok, zenginler var. Elini taşın altına koymaktan çekinen, korkan bir kesim var. Çok sınırlı destek geldi. Bu kadar ağır baskının olduğu bir yerde direnmek de zor tabii. Bunlar cesur çocuklar deyip, alttan destek olanlar da oldu. Bu da sevimsiz. Böyle bir dönemde gerçek gazetecilik yapmak istediğinizde öyle mayın var ki, hiçbirine basmamak mümkün değil. Bant geliyor; kullanırsak kullanılır mıyım duygusu. Patron maaş ödemiyor böyle devam edersek sömürüye ortak mı oluruz duygusu. Bütün o mayınlı arazilerde yürüdük. Benim de alacaklarım var. Hukuki bir süreç başlayacak. Şu an yaz tatilindesiniz diyelim. Eminim ki medyada görüşmeleriniz devam ediyordur. Yeni yayın döneminde belki de yeni bir kanalda karşımıza çıkacaksınız. Şu an artı 1’i almak isteyenler var. Görüşmeler var. Bize de soruyorlar bu görüşmeler sırasında kanala geri döner misiniz diye. Benim bir önyargım yok çıktım, bir daha dönmem diye. Alan kişiye bağlı. O özgür ortamı tekrar yaratabilirsek, insan sömürüsüne dayanmayan bir sistem olursa neden olmasın. Orada ya da başka bir yerde devam edebiliriz. O enerjim var. Olmazsa da üzülmem. Bir belgesel yaptım, o bana iyi geldi. Benim kaçış alanlarım var. Yeni bir kitaba başladım. Sürpriz, heyecan verici bir kitap. Roman değil. Beni çok heyecanlandıran bir şeye kapıldım. İçim içime sığmıyor. Ama şunu görebiliyorum artık merkez medyada olamayacağım. Yine kulislerde Aydın Doğan’la görüştüğünüz konuşuluyor. Hatta 32. Gün için size teklif geldiğini duyduk. Var mı böyle bir teklif? Aydın Bey'le 3 ay önce Artı 1’in D-Smart’a alınması için görüştük. Sağ olsun esirgemedi. 32. Gün’ü Umur ( Birand) götürüyor zaten. Mehmet Ali Bey'in vefatından sonra 32. Gün için adım geçti, ben de sonradan haberdar oldum. Ancak şu an benim Doğan Grubu’nda olmam Aydın Bey için de zor. Siz Doğan Medya’da olmak ister misiniz? Hürriyet’te ya da Kanal D’de? Ben yazımı yazabileceğim her yerde olmak isterim. Zaman mı olmuş, Akit mi, Milliyet mi... Ben yazdığıma bakıyorum. Artı 1’e de öyle başlamıştım. Artık eskisi gibi şuraya da gidelim, emekli olalım dediğimiz dönemler bitti. Yanımıza sandalyemizi alıyoruz, koyduğumuz yerde konuşup, iniyoruz. Televizyonda haberleri izliyor musunuz? Ana haber izlemiyorum. Sabahları izliyorum biraz. Meraklı olduğum günler şöyle bir bakıyorum. İnternetten, Twitter’dan takip ediyorum gündemi. Tuhaf bir şey oluyor; ekranın altından bant geçer ya. Öyle bir bant geçmeye başlıyor bunca yıl sonra. Haber izlemenin eğlenceli yanı bu; neden bunu ilk haber yaptılar, burada ne demek istediler, neden şu görüntüyü kullanmamışlar. Eğlenceli ama boşa vakit harcamak. Ekrandaki iyi niyetli arkadaşların gözlerinden anlıyorsun ne demek istediğini. O sırada rejiyi düşünüyorsun. Bize bıraktığı tortu bu oldu galiba. Mehmet Ali Birand’ın ardından ana haberler de değişti. Uğur Dündar ve Ali Kırca da yok artık ekranda... Genç, dinamik, muhabirlikten gelen haber spikerleri var karşımızda. Onları nasıl buluyorsunuz? Birand yorumunu esirgemeyecek kadar özgüven ve cesaret sahibi bir adamdı. Zaman zaman aşırı dengeleri kollamaya çalıştığı için eleştirirdim ama her şeye rağmen doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilecek bir adamdı. Bugün çok azımız buna sahibiz. Birand’ın döneminde de çok vardı ama bugün aman kırıp döker miyiz dönemi daha fazla var. Seyircinin görmediği kulağımızdaki şeffaf kulaklık, rejiye bağlı. O rejide bir takım konuşmalar oluyor. O rejideki konuşmalar size bedelleri hatırlatıyor. Çıkarıp atarsanız hesap-kitap bu kez öbür kulağınızdan giriyor. Nolur, patron, hükümet ne der? Bunların sayısı artmaya başladıkça ekranda olanların dili dolanmaya başlıyor. İnsanlar aynı anda konuşup, aynı anda dinleyemez. Reji fazla konuşuyor. Ekran önündekiler daha az konuşabiliyor. Birand gibi daha fazla konuşan birilerine ancak reji susunca görebiliriz. Kendimi de katarak söylüyorum onun kadar cesur yorum yapamıyoruz, tavır koyamıyoruz. Bir anchorman tavır koymak zorunda mıdır? Bunu haber seçiminden anlıyorsun. Sorduğu sorudan anlıyorsun. Bizim meslekte yasaklı konuk kabul edilemez. Ama şimdi bakıyorsun “bunu çıkaramayız biz” denince kapanıyor konu. Birand en imkansızı ile başlardı. Biz ben en alttan başlıyoruz, bu korkaklık içimize sirayet etti. Yeniler içinde çok iyiler var. Eksik saymak istemem. Nazlı (Çelik), müthiş bir ekran yüzü; Serdar (Cebe) okuldan öğrencim, Birand’ın bayrağını iyi taşıyor; Fatih (Portakal) çok iyi ekranda, çok rahat. Mesleğe de yeni bir soluk getiriyorlar. Ama kuşatılmışlığın havası hissediliyor haberlerde. Gazetelerde takip ettiğiniz köşe yazarları var mı yeni nesil ya da sizin kuşaktan? Ot ve Birikim’de daha iyi yazarlar okuyorum. Oralara yöneldim desem. Kendimi de katarak söyliyeyim, bugün ne yazdı diye koşarak gazete alıp takip ettiğim biri yok. İtiraf edeyim ben de dahilim bu listeye. Kimin ne yazacağını tahmin edebiliyorsun ertesi gün. Sürprizimiz kalmadı. Kendi cephelerimize çekildik, oradan ateş ediyoruz. Ana medyadan ayrılış sırasında olsun, artı 1’de olsun tüm bu süreç boyunca kırıldığınız, sizde hayalkırıklığı yaratan insanlar oldu mu? Oldu. Beni çok şaşırtan arkadaşlarım oldu. Daha cesur olmalarını beklediğim, daha düzgün tavır sergilemelerini beklediğim, birçok arkadaşım beni şaşırttı. Bir kısmının arkadaşım olmadığını fark ettim, bir kısmı koltuğa, vaade, korkuya teslim oldu. Onlar adına üzüldüm, kendi adımı da üzüldüm niye daha önce fark edemedim diye. Gençken insanlar daha cesur olabiliyor, ama yaş ilerledikçe bedel daha da artıyor. Vazgeçmek zor oluyor, daha güçlüye yakın duruyorsunuz. Ama uzun dönemde neyi kaybettiğini göremiyor insan. Öyle bir körleşme de yaratıyor. İnsanlar sizi gördüğünde yüzünü çevirmeye başlıyorsa onun kaybı kaybedeceğiniz paradan daha fazla. Yine isim soracağım size, kırgın olduğunuz isimleri! - İsim vermeyeyim. Birlikte hareket edebilmeyi umduğum birçok arkadaşımın bir kısmının inanamayacağım yazılar yazması, inanamayacağım kararlar alması, bir kısmının beklediğim kararı alamaması, bir kısmının en yakın arkadaşlarının işten atılmasına ön ayak vesile olması, imza atması. Bazılarının hiç çalışmam dediği isimlerler al takke ver külah olması, bazılarının Başbakan’ın danışmanlarıyla iş pişirmesi. Çok acıklı. Bunlar onların bilinmediğini, görünmediğini ya da yarın bunların yazılıp çizilmediğini düşünüyorlarsa, yanılıyorlar. Bir kısmı kötü bir kariyer finali yaptı. Güzel şeylerden bahsedelim biraz da. Dizi ve film projeleriniz vardı. Deniz Gezmiş’in hayatı üzerien bir film senaryosu yazıyordunuz. Devam ediyor mu? O bitti. Çekilecek. Ay Yapım’la yazdık senaryoyu, onlar çekecek. Kağıdın, kalemin içinde olduğu her şey çok heyecan veriyor bana. Dizi projesi de vardı. Ama dizi sektöründe de bir daralma var, görüyorsundur. Eskisi gibi diziler çıkmıyor. Gerçi toplumun tarih merakı galeyana geldi. O bizim gibi tarihle haşır neşir olanlar açısından olumlu. Ve bir belgesel hazırlığınız daha var. Hem de yanınızda iki özel isim var. Nebil Özgentürk, Coşkun Aral ve ben, üç belgeselci bir güçbirliği yapmaya karar verdik. Birikimimizi, arşivimizi, ekiplerimizi birleştirdik ve Denizbank'ın sponsorluğunda 10 bölümlük bir belgesel için kolları sıvadık. 'Kültür Yolcuları' adı. Türkiye'nin kaybolmaya yüz tutmuş kültürel değerlerinin, yitmekte olan kültürel zenginliğinin izini sürüyoruz. Her bölüm farklı bir coğrafyaya gidiyoruz, Artvin'den Van'a, Kırşehir'den Balkanlara kadar... Her yolculukta bize o kültüre yakın bir sanatçı, kültür adamı eşlik ediyor. Mesela geçen ay Diyarbakır'da dengbejlerin izini sürdük. Sonra onların soluğunu bugüne taşıyan Yaşar Kemal'le buluşup dengbejleri sorduk. Böyle birçok sürpriz isimlerimiz var. Türkiye'nin yüzakı olmuş sanatçılar. Sanıyorum yılsonu yayına girecek. Ve umarım beğeneceksiniz. Röportajın sonuna geliyoruz. Zaman kısıtlı. Çok merak ettiğim bir şey de var, ev telefonunuzun dinlendiğini yazmıştınız, geçen hafta da evinize hırsız girdi. Önlem aldınız mı dinlemeler için? Hırsızlık açıklığa kavuştu mu? - Sıradan hırsızlık olayı gibi gözüküyor şu an. Dinlemeler için de vitesi boşa aldık. Eskiden telefonları gizleyip, kaldırıyorduk. Artık bıraktık. Hepimiz zaten dinlenmesek de dinleniyor gibi yaşıyoruz. Foucault’da vardır, Hapishanenin Doğuşu’nda bir noktaya kadar insanları demir parmaklıklarla kuşatırlar. Bir noktadan sonra yüzüne ışık verirler gözleniyorum duygusu onu hapsetmeye yeter. Tüm toplumu hapsettiler aslında gözleniyorum duygusuyla. Ondan kaçış yok. Buna rağmen dik durmak gerek. O yüzden de artık bağıra bağıra konuşuyoruz. Peki Gezi, öncesi, sonrası yaptığınız haber ve yazılar nedeniyle hiç tehdit aldınız mı? Memed Ali Alabora örneği var maalesef. - Twitter, Facebook’tan her gün tehdit alıyorsunuz. Ama ciddiye alacağım bir şey çıkmadı. Memed Ali Alabora’ya yapılan Başbakan’ın ayıbı. Bence Alabora bu ülkenin kalıcı sanatçılarından biri olduğunu göstermiştir.T24
Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey
Notos’un 5. Büyük Soruşturması, çağdaş Türk edebiyatının yaklaşık yüz yıllık geçmişi içinde yarattığı değerlere günümüzden bir ayna tutuyor. Tam 181 yazarın yaptığı seçimler, yaşayan edebiyatımızın eğilimini güçlü biçimde ortaya koyuyor. Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey, olumlu değerlerin üst üste koyduğu taşlarla örülen bir yüzakı duvarı gibi yükseliyor. Bu soruşturmaya, Notos ’un önceki dört soruşturmasında olduğundan daha büyük katılım oldu. Nedenini tam bilmiyoruz. Belki konu daha çok ilgi çekti; belki yapılma biçimi, işlevi ve sonuçlarıyla Notos ’un soruşturmalarının gitgide daha çok aranıp kurumsallaştığı görüldü. Amacımız da edebiyat dünyamıza yeni bir pencere daha açmaktı. Bizi canlı tutan sonuçlar çıktığını da söyleyebiliyorsak, hiç değilse anlamlı bir adım atılmış olur. Hiç kuşku yok ki, 181 kişinin yer aldığı önemli bir kamuoyunun seçimlerini de yansıtsa, her seçim gibi bu seçim de kendi öznelliğini içinde taşıyor. Dolayısıyla başka bir yerde, daha da önemlisi, başka bir zamanda yapılacak seçimin sonuçları da farklı olacaktır. Ne biri ne de öbürü tam yansıtır asıl olması gerekeni. Doğruyla yanlıştan daha önemli edebiyatın gerçeği. Yapıldıkları dönemin beğenisini, eğilimlerini, edebiyat kültürünü yansıtıyorsa, bu tür soruşturmalarda döneme yakın olanların öne çıkması da doğaldır. Sözgelimi “Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a Verilmesi” en çok belirtilen şey oldu. Doğaldır, çünkü yaşayan edebiyatımızı en çok etkileyen şeylerden biriydi. Günümüz yazarlarının 40 Şey içindeki ağırlığı da bundandır. Bu soruşturmanın benzeri, sözgelimi yirmi yıl sonra yapıldığında, bugün adı anılmayan genç kuşaktan yazarlardan kimilerinin de o soruşturmada anılacağı görülecektir. Sonra geriye dönüp bakılır ve edebiyatımızın birikiminin ölçülmesinde bu soruşturmaların ne denli önemli bir anlamı olduğu herhalde görülür. Gelgelelim, Nâzım Hikmet gene ikinci sırada yer alabilir, İkinci Yeni, Sait Faik, Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ya da 1950 Kuşağı da gene ilk on içinde. Bunlar da bu soruşturmanın sağlıklı bir sonuç verdiğini gösterir mi? Sanırım. Ağırlık yazarlarda olduysa, edebiyatımızın yüzyılını belirleyenler onlar olduğu için. Öte yandan, eğer 181 kişiye ulaşma çabası yerine, yirmi kişiyle sınırlasaydık, hiç kuşku yok ki sapmalar daha çok olacak, öznelliğin sınırları belirsizleşecekti. Bütün bunlar bir yana, bu listeyi alıp asalım yanı başımıza, aklımıza geldikçe bakalım. Hangisini iyi değerlendirebildik, kendimize soralım. 1 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesi Orhan Pamuk’un 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması, belki çevresinde birbiriyle çelişen bir dizi tartışmaya neden oldu ama öyle görülüyor ki, önemi büyüktü. Soruşturmamıza verilen yanıtlar arasında ilk sırayı alması, Nobel Edebiyat Ödülü’nün taşıdığı değerden çok, yol açtığı olumlu sürecin edebiyatımıza kazandırdıklarından olmalı. 2006’ya dek her kuşaktan usta yazarımıza Batı’da doğru dürüst ilgi gösterilmemesinin sıkıntısını yaşayan edebiyatımız, böylece kabuğunu kırıp açılmaya başladı. Yeni kuşaktan yazarların kitapları art arda birçok dile çevirildi. Bu arada Nobel Ödülü siyasal tartışmaların gölgesinde de kaldı mı? Öyle de olsa, Orhan Pamuk’un romanlarının daha kapsamlı biçimde tartışılmasını beklediği de kuşkusuz. Bu hakkı yazarın elinden alabilir miyiz? 2 Nâzım Hikmet Çağdaş Türk şiirinin kurucusu Nâzım Hikmet, şiirimizi geleneksel divan ve halk şiiri kalıplarından çıkararak özgür koşuğa ve sosyalist düşünceye kavuşturdu. Şiirleri ülke sınırlarını aşarak yeryüzünün dört bir köşesine ulaştı. Adı dünya şiirinin uluları arasında anıldı. Bütün bunların ötesinde tutarlı kişiliğiyle sanatçı özgür ruhunun simgesi oldu. Haksız yere uzun yıllar hapiste kendi başına yatarken de, ünü yeryüzünü sardığında da aynı insandı. Bir sanatçının ne denli yürekli, ne denli özgür ruhlu, ne denli sevgi yaratabileceğini gösterdi. Ardında yalnızca destansı bir şiir birikimi değil, destansı bir hayat da bıraktı. Hayatı, bütün insanlık ailesinin geleceğinde örnek oluşturacak dürüst davranışlar, sıradan kahramanlıklarla dolu geçti. Bu yüzden şiirlerinin yanı sıra örnek yaşam biçimiyle, hayat karşısındaki tutumuyla da özlediği bir dünya kurulana dek önemini yitirmeyecek bir ozan-kişilik. 3 İkinci Yeni Yenilikleri çoğu kez sonradan anladığımız belli. İkinci Yeni bunun çarpıcı örneklerinden. Serüveni biraz da sert mi geçti? Dönemin egemen edebiyat anlayışından ve toplumsal koşullarındandır. İkinci Yeni, Garip’ten sonraki büyük yarılma, Cumhuriyet dönemindeki en kapsamlı şiir oluşumu. Toplumcu olmamakla suçlandı, ama 1960’lardan sonra görüldü ki, içindeki şairlerin büyük çoğunluğu toplumcuydu. Saçma şiir yazdıkları söylendi, ama geleneksel ve yazıldıkça kendini eskitmeye başlamış şiir anlayışının yerine yepyeni bir biçim ve dil getirdi. Çok sonraları da çağdaş Türk şiirinin ona çok şey boçlu olduğu keşfedilip hakkı teslim edildi. Şiirimizin büyük ustalarının önemli bir bölümü İkinci Yeni içinden geçmişti. 4 Sait Faik ve Alemdağ’da Var Bir Yılan Sait Faik, edebiyatımızın çöpsüz üzümü. Fethi Naci böyle nitelemişti onu. Hiçbir yere bağlanmadan, kendi başına büyük bir yaratıcı olduğu için. Yaşamının son yıllarında, Bir on yıl daha okunur muyum, diye düşünmüştü Sait Faik. Bugün en çok okunan yazarlarımızdan biri olduğunu görseydi, acaba neler düşünürdü? Edebiyatımızda bilinen düzyazı anlayışını tersyüz etmişti o. Etkisi günümüze uzandı. Adamakıllı çevrilebilseydi, dünyanın tanıdığı en önemli öykücülerden olurdu. Toplumsal sorunların egemenliği altında sıkışmaya başlayan öykü ve romanın önüne yepyeni bir dünya çıkardı. Pek çoklarına göre, çağdaş Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük öykücüsü. 5 Oğuz Atay ve Tutunamayanlar Oğuz Atay gibi yenilikçi yazarların hemen anlaşılması zordur. Yalnızca bizde değil, Batı edebiyatlarında da her yenilikçi çıkış, olumsuz refleksleri de hemen harekete geçirir. Tutunamayanlar 1971’de yayımlandığında, olumsuz eleştiriler olumlulardan daha çoktu. Tuhaf, yabancı bulundu. Neden sonra Tutunamayanlar ’a yönelen ilginin birdenbire büyümesinin bir nedeni, okuma kültürünün ulaştığı düzeydi. Bir nedeni de edebiyatın edebiyat dışı kaygılarla değerlendirilmesinin doğru olmadığının artık daha iyi anlaşılmış olmasıydı. Tutunamayanlar ’ın çağdaş Türk romanının dönüm noktalarından biri oluşunun nedenlerinin iyi çözümlenmesi, roman sanatımızın bundan sonra alması gereken biçimlerin zamanında ve daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. 6 Varlık Dergisi “Memlekette bir tek hakiki san’at mecmuası yok. İnkılâbın, her sahada, yokluktan varlıklar yaratmak işine girişmiş olduğu bir devirde acısı hissedilen bu boşluğu doldurmak, duyulan bir ihtiyaca cevap vermek gayesiyledir ki VARLIK çıkıyor.” 1933 yılının Temmuz ayında, Yaşar Nabi Nayır bu sözlerle Varlık ’ın ilk sayısını okurlara sundu. Soruşturmamızda adı geçen çoğu yazarın metinlerinin ilk kez bu dergide yayımlanması önemini apaçık ortaya koyuyor. Öte yandan ülkenin çok iyi bildiğimiz zorlu şartlarında bir edebiyat dergisinin çizgisini koruyarak günümüze dek ayakta kalabilmesi tek başına büyük bir başarı. 7 Hasan Âli Yücel ve MEB Tercüme Bürosu Hasan Âli Yücel’in 1938’de Maarif Vekili olduktan sonra başlattığı tercüme hareketinden sonra kurulan Tercüme Bürosu’nun Türkçeye kazandırdığı klasikler, ülkenin düşünce ve kültür hayatını değiştirmişti. 1940’ta kurulan Tercüme Bürosu’nu Nurullah Ataç yönetti. Adnan Adıvar, Saffet Pala, Sabahattin Eyuboğlu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Enver Ziya Karal, Nusret Hızır gibi, dönemin saygın düşünce ve edebiyat adamları da Büro’nun çalışmalarına etkin biçimde katıldı. Dünya edebiyatı klasiklerinden tam 496 yapıt altı yıl içinde Türkçeye kazandırıldı. 19 Mayıs 1940’tan sonra da iki aylık Tercüme Dergisi yayımlanmaya başladı. Hasan Âli Yücel’in bu çeviri seferberliğinin, Cumhuriyet döneminde yaşanmış en unutulmaz reform hareketlerinden biri olduğu söylenebilir. 8 Yaşar Kemal Yaşar Kemal’in bir mucize oluşu, yalnızca Çukurova’nın kıraç topraklarından çıkışına bağlanamaz. Anadolu’da yaşayan Türkçenin zenginleşmesine yaptığı ölçüsüz katkılar da Yaşar Kemal adını bir yere kazımıştır. Neden sonra dünya dillerine çevirilince, yaşayan dünya romancılarının en büyüklerinden olduğu da görüldü. Öylesine söylenmiş bir söz değil bu. Yaratıcılığının benzersizliği herhalde tartışılmaz. Yazdığı romanlar kendisinden başka hangi yazarlarınkine benziyor? Bir yanıtı yok gibi. İnce Memed ’den Bir Ada Hikayesi ’ne, elli yıl boyunca yazdığı romanların hep belli bir düzeyin üstünde oluşu da şaşırtıcı değil mi? 9 Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın değeri geç anlaşıldıysa, nedeni kendisi olmalı. Çünkü döneminin edebiyat kültürünün doğru biçimde anlayacağı romanlar yazmıyordu. Neden sonra, okuma kültürünün geleneksel değerlerin dışına çıkabilme yetilerinin güçlendiği yıllarda, özellikle 1980’lerden sonra, Tanpınar’ın yazdıklarının roman sanatımızın yaşadığı modernizmin en önemli örnekleri arasında olduğu anlaşıldı. En iyi 40 şey arasında, Saatleri Ayarlama Enstitüsü özellikle belirtildi. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi de var. Yazılmış en nitelikli edebiyat tarihlerinden biri o, sonrası getirilemedi. Romanlarının yanında gözden uzak kalmış, bir kitapta toplanmış öykülerinde de boş yoktur. 10 1950 Kuşağı Öykücüleri 1950’lerin başlarında edebiyatımıza Sait Faik, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’nin öykü anlayışları ile Mahmut Makal’ın Bizim Köy (1950) romanıyla başlayan köy edebiyatı egemendi. Türkiye’de “öykünün altın çağı” olarak nitelenebilecek 1950-1960 yılları arasında öykü yazan birçok yazar, geçmişteki öykü anlayışına karşı çıkarken, Orhan Kemal ile Sait Faik’ten ve 1950’lerin sonuna doğru etkisini yoğun olarak hissettiren varoluşçuluk felsefesi ile gerceküstücülük akımından oldukça etkilendiler. Kimilerince “bunalım edebiyatı” diye de suçlanan 1950 kuşağı yazarları, bireyin iç dünyasını o güne dek alındığından daha derinlikli bir biçimde yansıttı; imgelere, benzetmelere, farklı zaman kullanımlarına ve mekân soyutlamalarına başvurdu. Vüs’at O. Bener, Demir Özlü, Ferit Edgü, Orhan Duru, Leylâ Erbil, Adnan Özyalçıner, Bilge Karasu, çok yönlü ve çok sesli bu kuşağın önemli yazarlarından bazıları. 11 Garip Akımı Garip Akımı şiir sanatına ilişkin bilinen bütün doğruların tersinin de doğru olabileceğini göstererek şiirimize sonsuz bir özgürlük alanı açtı. Bu akımı simgeleyen üç ozanın (Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday), yalnızca büyük ozanlar değil, büyük yaşamları olmuş, parlak zekâlı insanlar olmaları, bu akımın ne denli zengin bir kültürel birikim sonucu olduğunu da gösterir. Beylik deyimle Garip Akımı şiirimizi, dönüşü olmayan, artık eskisi gibi şiir yazılamayacak bir noktaya getirmiştir. Çağdaş şiirimizin Nâzım Hikmet-Garip-İkinci Yeni’den oluşan üç büyük yenilik hareketinin belki de en önemlisidir. Garip Akımı doğmasa, şiirimiz –Nâzım Hikmet’in de hapiste ve yasaklı olduğu düşünülürse– Ahmet Haşim-Yahya Kemal çizgisinde, Simgeci-Baudelaire’ci bir çizgide sürebilirdi. 12 Can Yayınları Erdal Öz’ün Can Yayınları’nı kurduğu 1981 yılında, Türkiye’de kalburüstü 100 kadar yayınevi vardı. Can Yayınları hem o yılların etkin yayınevlerinden biri olmaya çalıştı, hem de kendine özgü bir kimlik kazanmaya. Bu ikisine de çok kısa sürede ulaştı. Can Yayınları’nın bugüne dek yayımladığı kitapların sayısı da 2000’e ulaşmak üzere. Başlangıcından bugüne, yayımladığı yabancı yazar sayısı 465, Türk yazarı sayısı ise 230. Nobel Edebiyat Ödülü almış otuz iki yazarı var. 1981’den bugüne en çok satılan kitabıysa, José Mauro De Vasconcelos’un Şeker Portakalı romanı, yaklaşık bir milyon adet satılmış. Can Yayınları’nın yayıncılık sektörünün büyükleri arasındaki en önemli özelliğiyse, bu düzeyde başarıya yalnızca edebiyat kitapları yayımlayarak ulaşması. 13 Orhan Pamuk 1980’lerin hemen başında öne çıkan genç romancılar arasında yer alan Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları romanıyla büyük ilgi çektikten sonra, gitgide derinleşen bir arayış içinde oldu. Beyaz Kale ile onu bütün dünyada tanınan bir yazar olmasını sağlayan öteki romanları arasında bir köprü attı. Kara Kitap , Yeni Hayat ve Benim Adım Kırmızı postmodern romanın edebiyatımızdaki yolunu açtı. Bu romanları, romanın alabileceği yeni biçimler için önemli örnekler oldu. Orhan Pamuk’un romanlarının, yeni biçim arayışlarının neler olabileceği konusunda, genç kuşak yazarlarının önünde yeni bir yol açtığı da söylenebilir. Soruşturmamızda Masumiyet Müzesi romanının özellikle belirtildiğini de kaydedelim. 14 Yapı Kredi Yayınları Yayın hayatına 1992 yılında Enis Batur’un yayın yönetmenliğinde Cogito dizisinden Michel Foucault’nun Ders Özetleri ’ni, Edebiyat dizisinden de Samuel Backett’in Hikâye Sırasında ’sını yayımlayarak başlayan Yapı Kredi Yayınları, Türkiye’de yayıncılık anlayışının yeniden şekillenmesi yönünde önemli katkılarda bulundu. Özellikle Türkçeye kazandırdığı başyapıtlarla ve bunların sunumunda estetik açıdan gösterdiği özenle dikkati çekti. Şu sıralarda Raşit Çavaş’ın yayın yönetmenliğinde 3260. kitabını yayımlamak üzere olan Yapı Kredi Yayınları, kitap yayıncılığının yanı sıra uzun süredir Cogito , Sanat Dünyamız ve kitap-lık adında, düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında önemli etkilere sahip üç derginin de yayınını sürdürüyor. 15 Bilge Karasu Derin düşünsel içerik, dilde benzersiz açılımlar, ustalıkla kurgulanmış öykü ve romanlar, Türkçe tutkusu… Bilge Karasu hakkında söz söylemek için kısa bu satırlar. Ama sabırla ince ince işlenmiş metinlerine verdiği emeği pekâlâ vurgulayabiliriz. Onu anmamızın, aramamızın, yürekten hayranlık duymamızın asıl nedeni budur belki de. Böyle özenli çalışmalı işte, deriz de, onun gibi yazılamayacağını biliriz. 16 Yeni Dergi ve De Yayınları Memet Fuat, De Yayınevi’ni kendi çevirdiği kitapları yayımlayacak uygun bir yayınevi bulamadığı için, Metin Yasavul ile birlikte, 1960’ta kurdu. Memet Fuat’ın seçimlerinin o yıllarda yeniliklere açık oluşu ve her zaman niteliği yüksekte tutan anlayışı öylesine iyi kitaplar yayımlanmasını sağladı ki, De Yayınevi birdenbire edebiyatımızın gözbebeklerinden birine dönüştü. Kafka’nın Şato ’su, James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi kitaplarından Nâzım Hikmet’in ilk kez yayımlanan kitaplarına uzanan yayıncılık anlayışı, 1960-1980 arasında edebiyat dünyamıza yeri doldurulmaz bir katkı yaptı. Yeni Dergi de bu etkinliği taçlandırdı. Çağdaş Türk edebiyatının modernizm atılımlarının yukarı katlarının örülmesinde, De Yayınevi ve Yeni Dergi ’nin katkısı büyük oldu. 17 Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) Projesi Aşağı yukarı Cumhuriyet’in kuruluşuyla tarihlendirilebilecek olan modern Türk edebiyatı kendi içinde önemli dönüşümler geçirse de uzun yıllar dışarıya açılmada sorunlar yaşadı. Bu sorun eskisi kadar olmasa da hâlâ varlığını sürdürüyor. Bu sorunu aşabilme yolunda yapılan girişimlerden biri de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kısaca TEDA olarak adlandırdığı projedir. Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) amacıyla 2005 yılında faaliyete geçen proje kapsamında çeviri ve yayın destek çalışmaları yürütüldü. Yılda iki kez toplanan TEDA Danışma ve Değerlendirme Kurulu yaptığı değerlendirmenin ardından destek vereceği yapıtları seçiyor. Şimdiye kadar aralarında Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu, Enis Batur, Mario Levi, Nedim Gürsel, Ayfer Tunç’un bulunduğu pek çok yazarın kitaplarının Türkçe dışındaki dillerde yayımlanmasına destek veren proje hakkında www.tedaproject.com adresinden daha ayrıntılı bilgi alınabilir. 18 Yusuf Atılgan ve Anayurt Oteli Yusuf Atılgan, ilk kez 1973 yılında yayımlanan Anayurt Oteli ile daha önce de ele aldığı psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temalarını ustalıkla işleyen bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini pekiştirdi. Küçük bir kasabanın kısıtlı dünyasının boğucu açmazları kadar taşra-merkez ikiliğinin yarattığı gerilimi de dışavuran Anayurt Oteli düşünsel boyutları bakımından pek çok değerlendirmeye tabi tutuldu, hatta “bir anti-roman” olarak nitelendi. Tekdüze yaşantısı içinde sıkışıp kalan, romanın ölümsüz karakteri Zebercet ise varoluş sıkıntısının köşeye sıkıştırdığı biri olarak çıkar karşımıza. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına olan saplantılı tutkunun simgelediği kurtuluş umuduysa yaşadığı açmazları derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Hayatın absürdlüğünün yoğun bir biçimde ortaya konduğu Anayurt Oteli 1987 yılında Ömer Kavur tarafından aynı adla filme de alındı. 19 Edebiyat Dergilerinin Çeşitlilik Kazanması Dergileri olmayan bir edebiyat düşünülemez. Ya da bir kanadı kırık sayılır. Bir edebiyatın dünyaya açılan ve onu temiz havayla tazeleyen pencereleri, dergileridir. Serveti Fünun ’dan başlayıp Varlık dergisine, oradan Yeni Dergi , Yeni Ufuklar ya da Yeni Adımlar ’a ulaşan zincire, daha sonra AdamSanat , AdamÖykü , kitap-lık gibi etkin dergiler eklendi. Son zamanlarda, edebiyat dergileri her zaman olduğu gibi ekonomik sıkıntılarla uğraşıyor, belki biraz geri çekiliyor, ama gene de ayakta durmayı bir biçimde başarıyor. Onlar edebiyatın kahramanları. Ülke genelinde, yaklaşık 250 edebiyat dergisi yayımlanıyor. Ulusal ölçekte dağıtılıp satılanların sayısıysa, ne yazık ki azaldı. Ama ne okur, ne yazar, ne yayıncı, ne de dergilerin kendisi, dergisiz yapamaz. 20 Enis Batur Enis Batur hakkındaki düşünceler zaman zaman birbirinden çok farklılaşır. Edebiyatı uçlarda alışı yüzünden yadırgandığı çok olmuştur. Onun için ne denirse densin, edebiyatı herkesin görmediği yerlerde kavrayışının çok kendine özgü olduğunu teslim etmek gerekir. Çalışkanlığı üstünde çok duruldu, sayıları yüzü çoktan geçmiş kitaplarının tam sayısını kendisi bile hatırlamıyor. Şair, deneme yazarı, roman yazarı… Öte yandan, pek çok has edebiyatçı gibi, dergi yayımlama tutkusunu da uzun yıllar sürdürdü. Yazı ’dan Gergedan ’a, oradan Yapı Kredi Yayınları’nın dergilerine, kalıcı bir dergicilik tutkusu da var. Opera adlı şiir kitabıyla Başkalaşımlar adlı deneme kitabı da soruşturmada özellikle belirtildi. 21 İletişim Yayınları 1980 döneminin hemen sonrasında bir grup yazar ve yayıncının ortak girişimiyle kurulan İletişim Yayınları, yayıncılık dünyasının ufkunu genişleten bir anlayışın izlerini sürmeyi önemsemiş öncelikle. Editörlüğün özen gerektiren özel bir iş, bir uzmanlık alanı olarak kurumlaşması, kitapların görsel tasarımlarına gösterilen emek esas alınmış çıkılan yolculuğun başlangıcında. Ansiklopedik yayıncılıkta oluşturduğu özgün, telifçi tarz ve geliştirdiği deneyim benzersiz. Bugün İletişim Yayınları bağımsız bir kurum olarak geldiği noktada özel bir yerde, nitelikli kitaplarla öne çıkmayı ve hak ettiği yeri korumayı biliyor. Perde arkasındaki özveriyi anlamak ve iyi değerlendirmek gerekiyor. 22 Kitap Ekleri ve Radikal Kitap Kitap ekleri yaklaşık yirmi yıl önce yaşamımıza ilk olarak Cumhuriyet gazetesiyle girdi. Sayıları giderek arttı. Birçok gazete artık kitap eki yayımlıyor. Okur, kitapla belki ilk olarak burada karşılaşıyor, sevdiği yazarı bir söyleşide yakından tanıma olanağı buluyor. Eleştiri yazılarında aklındaki sorulara yanıt arıyor, yeni sorular kazanıyor, edebiyat dünyasındaki gelişmeleri, yenilikleri izliyor. Yayıncılık sektörü de birbirinden haber alıyor kitap ekleri sayesinde. Soruşturmada adının çokça geçmesi, en ünlüsünün Radikal Kitap olduğunu söylüyor bize. İlk olarak 2001 yılında okurla buluşan Radikal Kitap 15 Ekim 2010’a kadar yayımladığı 500 sayıda 22333 kitap tanıtmış, 445 yazarla söyleşi yapmış. Bu katkıyı gözardı etmek olmaz. 23 Varlık Yayınları 1946 yılında Yaşar Nabi Nayır tarafından kurulan Varlık Yayınları Türkiye’de yayıncılık dünyasının temel taşlarından biri. Nayır’ın 1981’deki ölümüne dek 1000’in üstünde kitap yayımlayan Varlık Yayınları Sait Faik’ten Nurullah Ataç’a, Oktay Akbal’dan Behçet Necatigil’e, Dağlarca’ya, Haldun Taner’e kadar bugün Türk edebiyatı denince akla ilk gelen adların eserlerini yayımladı. Ayrıca Dostoyevski, Turgenyev gibi pek çok yabancı yazarı da Türkçeye kazandırdı. Yapıtların büyük yaygınlık kazanmasına olanak sağlayan 1 Liralık Cep Kitapları soruşturmamızda özellikle belirtildi. Varlık Yayınları, yayıncılık alanına yaptığı katkılar nedeniyle 1979 yılında Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’ne değer görüldü. 24 İhsan Oktay Anar İhsan Oktay Anar’ın edebiyatımızda biricikliği olan yazarlar arasında özel bir yeri var. Yazdıklarının benzeri yok. Öyle olduğu için, postmodern metinler yazdığı belirtildi. Oysa İhsan Oktay Anar’ın yazdıklarını klasik, modern ya da postmodern olarak nitelemek doğru değil. Kullandığı dilin Osmanlıca ya da eski sözcüklerle kurulu olduğunu söylemek de onun yaptığını açıklamıyor. Bizim edebiyatımızda benzerlerine pek rastlanmayan, özellikle Batı edebiyatlarında apayrı bir yeri olan özel dillerin sıra dışı bir örneğini yarattığını söylemek, daha doğru olur. Bu benzersizliği, başlangıçta tam anlaşılıp değerlendirilemeyen romanlarının, son yıllarda büyük bir okur çevresinin ilgisini çekmesini sağladı. 25 Hasan Ali Toptaş Edebiyatımızın kendini 1980’lerden sonra gösteren kuşağının içinden çıkan öykücülerin ve romancıların serüveninin sonu merak edilmişti. Her yeni kuşak gibi, önceki kuşaklar tarafından olumsuz bir refleksle karşılanan bu kuşağın içinden öyle önemli yazarlar çıktı ki… Hasan Ali Toptaş, kuşağının ilk akla gelen adlarından. Yazarlık dünyasının iki dönemi var. Bin Hüzünlü Haz ve Uykuların Doğusu ile gelen ikinci döneminde, postmodern yaratı biçimlerinden yararlandı. Dilini öylesine yetkinleştirdi ki, son romanlarında her şeyden önce dili yazıyor sanki. Bu arada romanları son yıllarda çeşitli dillere çevrilmeye başlandı, bunun da ondan sonraki kuşağı önünü açacağı söylenebilir. 26 Metis Yayınları 12 Eylül askeri darbesinin ilk yıllarında faaliyete geçen yayınevlerinden biri de Metis Yayınları. Kültürel ve siyasi bir odak olarak kurulan Metis Yayınları 1987 yılına kadar yalnızca edebiyat dışı kitaplar yayımlarken, bu tarihten sonra Türkçe ve çeviri edebiyat kitapları da yayımlamaya başladı. İnternet sitesinde, “Okuru canlandırmaktan kitapçıları desteklemeye, kitabı düşmanca saldıralardan korumaktan genel bir demokrasi mücadelesi vermeye kadar her alanda sorumluluk almak, ülkemizdeki yayıncıların varlıklarını koruyabilmesinin tek koşulu” diyen Metis Yayınları yirmi dokuz yılda bu söylediklerini desteklercesine kitap, yayıncılık, okuma, düşünce ve ifade özgürlüğü temaları etrafında toplanan çok çeşitli kampanyalara da imza attı. 1989 yılındaki “Kitabın Keyfi Başkadır” ve 1991’deki “Kitap okuyor” adlı kampanyaları akla ilk gelenlerden. 2005’ten beri her yıl farklı temalarla yayımlanan Metis ajandalarının da ayrı bir yeri var. 27 Memet Fuat Memet Fuat’ın en önemli yanı yayıncılığı mı? De Yayınevi’ni kurup Yeni Dergi ’yi yayımlaması? Memet Fuat çağdaş Türk edebiyatının modernizm içinde niteliğini değiştirerek gelişmesinde önemli rol oynayan kişiler arasında, adı akla ilk gelenlerden. Yeni Dergi , edebiyatımızın kendine yeni yollar arayışının yatağını açmıştı. Memet Fuat’ın bu arada bir editör olarak yaptıklarını genç kuşaklar pek bilmeyebilir. Kitap yayıncılığının sayfa düzeninden yazı karakterine, italiklerin ya da boldların kullanımına varıncaya dek bir dizi biçimsel öğesinin oturmasını, yaptığı kitap ve dergi yayıncılığıyla sağlayanlardan oldu Memet Fuat. Yazdığı denemelerindeki yalın, açık ve aydınlık diliyle de düşünce dünyamızın niteliğini yükseltti. 28 AdamÖykü Öykücülüğümüzün 1980’lerden sonra içine düştüğü durgunluk ve yorgunluk en az on yıl sürdü. Yayıncılar öykü kitabı yayımlamadı, dergiler öyküden uzak durdu, yazarlar da yazdıklarını ortaya çıkarmadı. Sonra AdamÖykü yayımlanmaya başladı, Kasım 1995’te. Kısa sürede, herhangi bir dergi olmadığı görülmeye başladı. Ondan sonra ustalar çekmecelerindeki öyküleri çıkarmaya, gençler yeni öyküler yazmaya başladı. Aranan kan harekete geçmiş, dolaşacağı damarı bulmuştu. Sonra on yıl yayımlandı AdamÖykü . Bu on yılda öykü hep gitgide artan bir ivmeyle canlandı, art arda yayımlanan öykü dergileri öykücülüğümüzün sürekli tartışılmasına, niteliğinin yükselmesine, yeni arayışlar için yeni kapılar açılmasına yol açtı. 29 Sanal Ortamda Edebiyat İnternet ortamındaki edebiyattan söz ederken iki kutuplu bir tartışmanın varlığı da düşünülmeli. Kâğıdın, mürekkebin yerini ekrana, klavyeye bıraktığı bir iletişim ortamının edebiyatı körelttiğini düşünenler olduğu gibi katkısının çok olduğunu savunanlar da var. 1990’ların ortasından başlayarak internetle birlikte sanal dergiler, edebiyat blogları, çevrimiçi yayınevleri ve e-kitap da girdi yaşamımıza. İnternet çıktı, mertlik bozuldu, diyenlerin tersine, olumlu etkileri görmemek olanaksız. Soruşturmamıza gelen yanıtlar arasında yer alan müzik, edebiyat, hayat, sinema ve birçok alt başlık içeren blog tabanlı periyodik dergi Futuristika’nın adını özellikle belirtelim. 30 İnce Memed İnce Memed I , 1955’te yayımlanır yayımlanmaz büyük bir ilgi gördü, çok satılmaya başladı. Yaşar Kemal’in yayımlanan ilk romanıydı İnce Memed . Hem eşkıyanın başkaldırısı içinde yakaladığı insani öz, hem de o güne dek görülmemiş dili ve anlatım biçimi, İnce Memed ’i edebiyatımızın gündemine oturttu. Sonra öteki İnce Memed ’ler geldi, dördüncüsü 1987’de olmak üzere. Otuz üç yılda tamamlandı dört kitap. Dört kitapta ülkenin yaşadığı ekonomik ve siyasal değişimi de yansıtarak. İnce Memed ’in eşkıyanın ağaya başkaldırısı biçiminde okunması, onun değerinin anlaşılamaması demektir. İnce Memed haksızlığa başkaldırma ve haklılık içgüdüsü biçiminde anlatılabilecek, insanın içindeki evrensel özü anlatır. 1.000.000’u geçen satışıyla bugüne dek en çok satılan edebiyat kitabı olduğu da biliniyor mu? 31 Kitap Fuarları ve TÜYAP Kitap fuarları gerek okurların gerekse yayıncıların çok daha geniş bir ölçekte bir araya gelmelerini sağlayan etkinliklerden biri. Özellikle Frankfurt ya da Londra kitap fuarları düşünüldüğünde görünürlüğün uluslararası düzeye ulaştığı, ayrıca ev sahipliği yapan ülkenin edebiyatı dışında, “yabancı” edebiyatlarla tanışma olanağı sağladığı rahatlıkla söylenebilir. TÜYAP’ın 2012’de İstanbul’da 30.’sunu düzenleyeceği kitap fuarı da hızla bu kapsamda değerlendirilmeye aday. Özellikle uluslararasılık niteliğinin güçlenmesiyle dikkatleri çekerken Onur Yazarı gibi gelenekselleşmiş uygulamalarıyla da beğeni topluyor. TÜYAP ayrıca, Bursa, İzmir, Adana, Diyarbakır’da düzenlediği kitap fuarlarıyla İstanbul’un dışında da önemli bir rol üstleniyor. 32 Orhan Veli Kanık Şiir denilen sanat biçimini onun kadar kendine yakıştırabilmiş bir başkasını bulabilmek zor. Otuz altı yıllık kısacık ömründe şiiri kendine hayran bırakarak ardından koşmasını sağlayabildi. Her davranışı, her hali şiir olan bir ozandı. Böyle olduğu için ozan gibi görünmeye, ozan tutumları almaya hiç gerek görmedi. Cumhuriyet İstanbulu’nun ve halk Türkçesinin yarattığı büyük bir şiirdir Orhan Veli. Türkçe bundan daha güzel ve daha yalın olamaz diye düşündürür okuruna. Oysa eski şiiri de, eski dili de çok iyi biliyordu. Ama dizeleri, sanki yüreğinin atışlarıymış gibi sıradan ve olağanüstü bir mucize olmayı başardı. 33 Edip Cansever İkinci Yeni’nin sacayağından biri olan Edip Cansever şiir yazmaya çok erken yaşlarda başladıysa da gerçek şiir serüveninin Dirlik Düzenlik adlı kitabıyla başladığı söylenebilir. Bireyin toplumla ve doğayla olan ilişkisinin, geriliminin hiçbir zaman eksik olmayacağı Cansever şiirini derinlik ve boyut bakımından takip etmek, bütününde pekâlâ bir serüven olarak adlandırılabilir. Kimi zaman ılımlı, kimi zaman sert bir üslup üstünden kendini dışavuran şiirlerinde her tür konuyu bireyin yalnızlığı, uyumsuzluğu, yabancılığı ekseninde ele alır Edip Cansever. Enis Batur’un “çağdaş insanın yaralı portresini en usta biçimde çizen” şair olarak nitelediği Cansever, bu özelliğinin yanı sıra sergilediği imge zenginliğiyle de kendisinden sonraki Türk şiirine yön vermiş adlardan. 34 Fazıl Hüsnü Dağlarca Otuz bini aşkın şiir yazdığı söylenen Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Şiir büyük bir gramer mucizesidir,” der aldığı sayısız ödüllerden birinin ardından yaptığı konuşmasında. Bütün yaşamı bu mucizenin içinde geçen biridir aslında Dağlarca. İmrendiren üretkenliğiyle, çağdaş Türk şiirini benzersiz imgelerle zenginleştirmiş, neredeyse hemen her konuda yazdığı dizeleriyle engin anlatım olanaklarını gözlerimizin önüne sermiştir. Kendine özgü değerleri, hiçbir akım ve şairden etkilenmeyen şiirleri onu ayrıcalıklı kılıyor kuşkusuz. Onu anmak ve gurur duymak da bizim payımıza düşen. 35 Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Olması Türkiye’nin, özellikle son on yıl içinde müzikten sinemaya kadar pek çok alanda uluslararası görünürlük kazandığı bir gerçek. Edebiyat da bu ivmeden payına düşeni almış durumda. Her yıl ekim ayında düzenlenen, yayıncılık alanında dünyanın en önemli fuarlarından biri sayılan Frankfurt Kitap Fuarı’nın 2008 yılı onur konuğu Türkiye seçildi. Konuk ülke seçilmesi dolayısıyla fuarın olduğu süre boyunca kitapçıların vitrinlerinde Türk yazarlarının Almancaya çevrilmiş kitapları yer aldı. Ayrıca Alman basınında Ahmet Hamdi Tanpınar’a gösterilen ilgi görülmeye değerdi. Türk tiyatrosuna ilişkin sempozyumların yapıldığı, Türk şiir günü düzenlendiği fuar kapsamında bir de “Türkiye’de 1 Mayıslar” adlı bir fotoğraf ve afiş sergisi de açıldı. 36 Memleketimden İnsan Manzaraları Memleketimden İnsan Manzaraları , 20. yüzyılın benzersiz yapıtlarından biridir. Bu benzersizlik başta yapıtın yapısından gelir. Yazmaya başladığı dönemde Nâzım Hikmet de çalışmasını nasıl adlandıracağını bilememiş, “ansiklopedi” tanımını bile kullanmıştı. Gerçekten de Memleketimden İnsan Manzaraları , şiir unsurları yanı sıra, öykü, roman, destan, senaryo, röportaj, tiyatro oyunu gibi pek çok sanat dalından unsurlar içerir. Bu yapısıyla bütün yazınsal türlerin bir arada kullanıldığı bir kendine özgülük içerir. Öte yandan 1908-1950 arası ülkesinin ve dünyanın tarihsel ve toplumsal bir görünümünü çizmeyi amaçlar. “Tanya”, “Gabriel Peri”, “Dümelli Memet”, “Mahkum Halil”, “İşçi Kerim” gibi unutulmaz kahramanlar, destansı anlatımlar içinde efsaneleşir. Memleketimden İnsan Manzaraları , içerdiği daha pek çok benzersiz özellikle, yalnızca Nâzım Hikmet’in değil, Türk ve dünya edebiyatının da başyapıtlarından biridir. 37 Murathan Mungan Murathan Mungan, başlı başına bir verimlilik adası. Yayımlanan kitaplarının sayısı altmışın üstünde. Edebiyatın öteki türlerindeki verimlilikleri ne kadar ilgi görürse görsün, bütün şairler gibi, o da önce şair olarak anılmak ister. Şiirin yanı sıra oyunları, romanları, öyküleri, denemeleriyle de ayrı ayrı üstünde durulması gereken, günümüz edebiyatının en ayrıksı yazarlarından. Her yeni kitabının peşine düşen bir okur çevresi için her zaman önemli. Niteliğini hep daha yükselten yazı serüvenini hep birlikte izliyoruz. Öte yandan, bir entelektüel olarak yaşanan sorunlar karşısındaki duruşuyla da elbette önemli. 38 Nurullah Ataç Türk edebiyatında “öznel” eleştirinin temsilcisi kabul edilen Nurullah Ataç, edebi ürünlerini ilk kez Yahya Kemal’in yönetimindeki Dergâh dergisinde yayımlamaya başladı. Her ne kadar kendisi bir eleştirmenden çok bir denemeci olduğunu söylese de dönemin pek çok genç yazarı için Ataç’tan gelecek bir değerlendirmenin kıymeti hiçbir şeyle ölçülemezdi. Öte yandan, Ataç yaratıcılığa olan tutkusu nedeniyle farkında olmadan da olsa eleştirinin de aslında bir yaratıcı tür olduğunu kanıtladı. Kendisinin öznel eleştiri-nesnel eleştiri konusundaki gelgitleri tam da böylesi bir katkının yapılabilmesinin önünü açtı. Dilde sadeleşmeye, kültürel olarak Batılılaşmaya büyük önem veren Ataç, Goethe’den Stendhal’a, Balzac’tan Gogol’e kadar pek çok dünya klasiğini de Türkçeye kazandırdı. 39 Orhan Kemal Elli beş yıllık yaşamına 27 roman, 19 öykü ve bunlardan başka anı, inceleme, oyun, röportaj türünde kitaplar sığdıran Orhan Kemal, kuşkusuz çağdaş Türk edebiyatının ufkunu genişleten en önemli birkaç yazardan biri. Daha önce okuduğumuz metinlerini bugün tekrar elimize aldığımızda aynı keyifle okuyorsak elbette bunun ciddi bir anlamı var. Gözlem yeteneğinin kâğıda bu kadar güzel akabilmesine, insanda, en derinde saklı ama güçlü duyguları yüzeye çıkarabilmesine hayran olmamak elde mi? Bunu yalın ve gösterişsiz bir dille, gerçekçi ve sarsıcı anlatabilmek nasıl bir yazınsal duyarlılık? Kısa yaşamı belki yalnızca okurun şanssızlığı. 40 Roman Patlaması! Çok değil, daha on yıl önce bir yılda yayımlanan kitap çeşidi altı-yedi binken, son yıllarda bu sayı otuz binin üstüne çıktı. Yayımlanan roman sayısı daha da büyük oranda arttı. Roman, yayıncılar ve okurlar için her zamankinden daha gözde. Çok satılan romanlar birkaç yüz bin okura ulaşabiliyor. Bu arada çok satan romanların niteliği de elbette tartışılıyor. Ne ki, gene de asıl tartışma konusu nitelikle ilgili. Bir yılda 300’ün üstünde roman yayımlanıyor, ama nasıl, diyenler çok. Demek ki hoşnutsuzluk var. Haklı mı, tartışılır. Oysa ne kadar çok yazılıp yayımlanırsa, o kadar çok iyi roman çıkacaktır. Soruşturmamızda En İyi 40 Şey arasına “roman patlaması”nın da girmesi de, olumlu düşünenlerin çokluğundan olmalı. Yoksa sevdiğimiz birçok genç romancıyı nasıl okuyacaktık. Notosoloji