Türkiye LGBTİ Birliği: Mehmet Atak'la 'Merheba' üzerine söyleşi...
Türkiye LGBTİ Birliği: Mehmet Atak'la 'Merheba' üzerine söyleşi...
Bilmeyenler için.. Mehmet Atak kimdir?
İnsanım kendini
tarifi epey zor, sıkı bir dış göz gerekiyor. Bilemedim.. Yaptığım iş
oyunculuk ve yönetmenlik, ama bende işten epey öte. Kendime sanatçı
demem, o tanımı TC’de sadece Beklan Algan ve Şahika Tekand için
kullanırım tiyatro alanında. Tiyatroda hep kendi yolumu, sözümü,
biçimimi aradım, arıyorum. Oyuncu olarak tiyatro dışında kısa ve uzun
metraj filmlerde ve mini dizilerde de çalıştım. Çeşitli dönemler jazz
club işletmeciliği, tv ve radyo programı sunuculuğu ve yapımcılığı,
gazetecilik demek istemiyorum ama bazı dönemler düzenli gazete ve
dergilerde yazdım, barmenlik, modellik, bahçıvanlık, badanacılık,
garsonluk, cast yönetmenliği, basın ve halkla ilişkiler, seslendirme,
dansçılık, senaristlik, rehberlik gibi bir dolu iş yaptım. Tiyatrodan
uzak kaldığım ya da uzak kalmak zorunda kaldığım dönemler oldu. Önceleri
çok zor gelirdi ya da geçici dönem olarak bakardım. Daha sonra şunu
fark ettim, evet içimde bir boşluk taşıyorum ama ölmüyorum. Yani nefes
almak, yemek, içmek, dışkılamak gibi değil, ölmüyorsun. Masal Pınarı:
Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez’de Işık Yenersu, Rüçhan
Çalışkur, Şebnem Bozoklu, Ayça Damgacı, Yeşim Büber, Tilbe Saran, Ayşe
Lebriz, Defne Halman, Ayşe Tunabaoylu, Akasya Aslıtürkmen, Ayten
Uncuoğlu, Eylem Yıldız’la beraber oyuncularımdan biri de Esmeray’dı.
Pınar Selek için Garaj İstanbul’da yarım sahnelemek zorunda kaldığım
Masal Pınarı: Devlet İnsanı Sadece Canını Alarak Öldürmez’den sonra
“son” demiştim “bir daha tiyatro yok”. Ama 5-6 sene sonra iki ayrı proje
üzerine çalıştım, “Put Yapım Evleri” üzerine ciddi bir ekiple bir
seneye yakın çalıştım ama yapımcı bütçeyi denkleştiremedi. Sonra
Merheba’yı teklif ettiler, bana dokunan şeyler buldum. Re-write ve
konsepte çalışmaya başladım. Sıfır bütçeye rağmen sahnelendi. Nasip.
Neden tiyatroyu seçtiniz?
Aslında
ilk tiyatro değildi kafamdaki. Çok çocukken Franco Nero’nun Güney
Amerika’da falan geçen macera filmleri vardı çok severdim ve Franco
Nero’yu bir meslek zannedip “büyüyünce ne olacaksın?” diyenlere “Franco
Nero” derdim. Futbol, resim, atletizm, siyaset, sosyoloji, antropoloji,
felsefe, sinema, tarım vb bir dolu branşa ilgi duydum, küçük çapta
denemeler yaptım. Oyunculuk ilk devrin siyah-beyaz TRT’sinde Igmar
Bergman filmleri gösterildiğinde içime düştü. Yedinci Mühür, Sessizlik,
Yaban Çilekleri, Kutsal Bakire Kaynağı… Çok küçüktüm, mümkünmüş gibi
“oyuncu olacağım ve sadece Igmar Bergman filmlerinde oynayacağım”
derdim. Tiyatro oyunculuğu ise içime ilk İzmir’de Müşfik Kenter’i
seyrettiğimde düştü. Hatta bir kez Sevgi Hanım (Sanlı) bir oyun için “bu
rolde ilk kez Müşfik’ten sonra birini beğendim” dediğinde uçmuştum. Ego
ne berbat, ne sahte bir şey. Hadsizce sevinmiştim oysa seneler sonra o
rolü o dönem ne kadar yanlış, eksik, abartılı oynamış olduğumu
düşünüyorum. Ben ölümle epey barışık bir insanım, mecazi ya da reel
ölümsüzlük tamahım yoktur. Hatta bir dönem kalıcı diye yazı yazmayı bile
bırakmıştım. Yani belki de burada ve şimdi olduğu, geriye kalmayacağı
için tiyatroyu çok sevdim. Bir de tiyatro temas, temas çok çok önemli.
Temas etmeden ezberlerimiz çatlatamaz, empati kuramayız.
Sahne sizin için ne ifade ediyor?
Dediğim
gibi tiyatro yapmayınca ölmüyorsunuz. Ama dilerim hayatımın tüm algı
değişimlerinde beraber oluruz. Tabii belki bir gün gelir bu yol
arkadaşlığı fenaya gider, tiyatro beni ya da ben tiyatroyu bırakırım,
yollarımız ayrılır. Ben önce başladığım oyunculuğu ve yönetmenliği hiç
kıyaslayamadım. Belki ilk göz ağrılığından oyunculukla duygusal ilişkim
daha fazla ama hiç hangisini daha çok sevdiğimi ayıramadım. Birbiriyle
teması olsa da çok farklı iki şey. Sahnede olmakla tuhaf bir bağım var.
Ben bir oyun çalışmaya başladığımda tek kanallı olurum, yemek yerken,
biriyle konuşurken hep aklımda oyun vardır, o süreçte oyunla yatıp
oyunla kalkarım. Oyun dışından yanımdaki insanlar için tahammül fersah
oluyorum herhalde. .
Tiyatro dışında neler yapıyorsunuz?
Bazı
yerlerde “aktivist” titri yüklüyorlar, çok rahatsız oluyorum. Çünkü her
insan aktivisttir, vicadanımıza, hayatımıza dokunan şeylere tepki
veririz. Pek çok hak arama kampanyası başlattım, içinde çalıştım. İlk
başlattığım dönemin Express dergisinde öldürülen gazeteci arkadaşım
Metin Göktepe öldürüldüğünde Plaza de Mayo Annelerinden esinle “Never
Forget, Never Forgive” diye bir kampanya idi, ardından Küçük İskender’in
kitabının yasaklanmasına karşı bir kampanya. Cumartesi Anneleri’nin
ikinci dönemini İHD içinde Leman Yurtsever’le beraber başlattık. Üç
buçuk seneden fazla gönüllü Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’da
çalıştım. TMK Mağduru Çocuklar için Adalet Çağırıcıları, Kolluğun
Öldürdüğü Kürt Çocuklar için Bir Göz De Sen Ol, Yargı Mağdurları için
Adalet Çağırıcıları, TC BM Zorla Kaybedilmeye Karşı Sözleşmeyi İmzala
gibi kampanyalar başlattım. Keza bireysel hak ihlallari için de cirmim
kadar epey kampanya başlattım. Defalarca TCK 318’den (Halkı Askerlikten
Soğutmak) yargılandım, sezeryansız doğum yapmış üç kadını çocuklarını
asker değil bebek olarak doğurdukları tanığı olarak mahkemeye çıkardığım
akıllara seza “Herkes Bebek doğar” davası bunların biriydi. Hala
anlamıyorum, üstelik mevcut Anayasa’ya bile aykırı olduğu halde “Halkı
askerlijten Soğutmak” diye bir suç tanımı olabilir? O zaman Halkı
Dansözlüktan Soğutmak, Halkı İmamlıktan Soğutmak gibi suç tanımlar da
olsun bari… Biliyormusunuz Askerlik Kanunu tek başına Anauasa’ya göre
suçtur, ayrımcılık suçu işler: “Vatandaşlık görevi” diye bir yanım
vardır bu kanunda, o zaman kadınları, heroseksüel olmayan erkekleri ve
fiziki engelli erkekleri otomatikman “vatandaş değil” olarak tanımlamış
olursunuz. Seneler öce KAOS GL’nin Homofobiye Karşı Çağrı’sını imzalamış
az sayıda insandan biriydim. Daha sonra yargı yoluyla Lambdaistanbul’u,
derneğin ismindeki ve tüzüğündeki lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve
transeksüel kelimelerinin “hukuka, genel ahlaka ve Türk aile yapısına”
aykırı olduğu gerekçesiyle kapatmaya kalktıklarında da destek
imzacılarından biriydim. Her an haldır haldır bir şeyler yapmaya
çalışıyormuşum gibi bir intiba oluşacak. Değil tembellik ederim bol bol,
hayal kurarım, bitki yetiştiririm, su aygırı biriktirim, müzik
dinlerim, televizyonda film seyrederim, yemek yaparım, sevgilim ve
arkadaşlarımla birebir zaman geçiririm. Eskiden seyahat de ederdim ama
artık canım istemiyor, ihtiyarladım herhalde.
Türkiye denince aklınıza gelen ilk şey?
Militarizm…
TC baştan militarist kurulmuş bir devlet. Eğitimden çalışmaya,
sağlıktan cinselliğe TC’de herşey militarist örgütlenmiş. Sevin Okyay’ın
çok sevdiğim bir lafı vardır “Askeriye militarizmin son ütüsünün
yapıldığı yerdir” diye. Gündelik hayattaki militarizmi fark etmeden,
militarizmin alanını ordudan ibaret gördüğümüzde de hiç bir şey
değişmeyecek. Askerlikte sahiden de heteroseksüel ya da heteroseksüel
taklidi yapan erkek insanların militarizasyonun son ütüsü yapılır.
Üstünde olduğunu söylenene şartsız ittat, altında olduğu söylenenenin
şatsız itaatini bekleme. Sözüm ona sivil hayata çıkınca da patronuna,
devlet görevlisine vb itaat ederken, karısının, sevgilisinin,
kardeşinin, çocuğunun, çalışanının vb’nin şartsız itaatini bekler. bu
olmayınca da onu cezalandırmayı hakkı görür, normal kabul eder. Bu kadın
cinayetlerine, nefret cinayetlerine dayanır.
LGBTİ birey misiniz?
Şu
an için hayır. ama ömür denilen süreç önceden kestirilebilen bir şey
değildir. Bazı ezberlerimi kırmadan önceki dönem olsa doğrudan “hayır”
derdim ama yarın kendi cinsiyetimizden birine şahsi alaka
duymayacağınızın garantisini kim verebilir? Bugün kadınlık, erkeklik,
eşcinsellik vb nin %99’unun o cinsiyet ya da o cinsel yönelimle alakası
yok. Davranışlardan, kılık kıyafete, dile, yapılan işlere hepsi sistemin
empoze ettiği roller, daha kolay yönetmek için tektipleştirmeleri.
Militarizm ve ataerki fonatik alfabeden, ihtiyaç fazlasının
biriktirilmesi, bunun güvenliğinin sağlanması, kentleşme, yöneticiler,
iş bölümlerinden beri, soy üzerinden sahte ölümsüzlük tamahından beri iç
içe geçmiş iki kaşık gibi özenle inşa edilmiştir ve inşaı devam eder.
Ve maalesef bununla malul olanlar sadece erkekler ve heteroseksüeller
değildir. Ben “ebeveyn suçludur” derim, dünyaya iradesi dışında bir
insan getirdiği için. Benim haberdar olduğum bir çocuğum yok, yol
kazalarından da hep dünyaya gelmeden kurtulduk. Ama bir gün bilinçli ya
da bilinçsiz bir kaza olursa. İnşallah olmaz. Ben çocuğumun cinsel
yönelimiyle alakadar olmam, gelip kendi anlatmazsa sormam bile, beni
alakadar edecek olan onun nasıl bir insan olacağıdır.
LGBTİ denince aklınıza gelen ilk şey?
Epey
bir zamandır beni insanların cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, ırkları,
dinleri, milliyetleri, iktisadi sınıfları, eğitimleri, meslekleri vb
hiç alakadar etmiyor, o insan alakadar ediyor. Belki de aidiyet
siyasetlerini çok tehlikeli gördüğümdendir. Bir dönem televizyonda
Gülsüm Ekinci’yle Ötekileştir-Me adlı bir program yapıyorduk, her hafta
bir ötkileştirme grubunu alıyor ve konukların birini farklı bir
ötekileştirme grubundan davet ediyordu. Ve hiç istisnasız
ötekileştirilenlerin başka ötekileştirmelerde nasıl egemen
ötekileştiemelere eklemlendiğine şahit olduk. John Mack’in
“kurbanın(mağdurun faşizmi diye bir tanımı vardır, mağduriyetinizle
narsistik bir empati kurarsanız, onu merkeze yerleştirirseniz bir
hiyerarşi oluşturur diğer mağduriyetleri ya da az önemli görür ya da hiç
görmezsiniz. Ben insanlara şahsi sorular sormam, mahremlerine girmek
gibi gelir bu, hicap duyarım. Mesela Manhattan’da ikamet ettiğin dönem
roomadelerimin biri, bir sohpette kendi söyleyince eşcinsel olduğunu
öğrenmiştim. Daha önce aklıma bile gelmemişti. Tanıdığım pek çok kişi
içinde gecerli bu, cinsel yönelimlerini bilmem, merak etmem, sormam. O
insanla ilişkim önemlidir. Paylaşmak isteyip söylemişse bilirim ancak.
Açık eşcinsel oldukları için bir mahsuru olmayacağı saikiyle Mehmet
Sander, Kutluğ Ataman, Kürşad Kahramanoğlu, Ceyhan Fırat Hızal, Hülya
Tarman, Yasemin Öz, Ziya Yoğtu, Ali Erol, Esmeray, Adar Bozbay gibi
sevdiğim pek çok LGBTİ arkadaşım var ama arkadaşlığımızda cinsel
yönelimlerinin bir rolü yok.
Bir LGBTİ bireyi oynamak ister misiniz?
Tabii
çok isterim. Ama Türk sinema ve dizilerinde genellikle gördüğümüz sahte
eşcinsel ya da travesti karikatürü bir rol teklif edilirse kabul etmem.
Ama seveceğim sahici bir karakter olursa, altından kalkabileceğime de
inanırsam çok isterim. Sıkı bir çiftçi pazarı egzersizi, derin bir kazı,
ses ve vücut ritmi araştırmaları, onları refleksivleştirecek
trainingler… Bir rolün altından kalkabilmek ve bunu yapıp
yapamayacağınızı kestirmek önemli. Şu değil mesela ben hemen her
provanın bir dönemi “ben bu rolün altından kalkamayacağım,
beceremiyeceğim” triplerine girerim, bu bence arama sürecinin tabii
semptomlarından ama bir de oyunculuktaki burada ve şimdinizle çepberleri
hiç çakışmayacak roller vardır, bunu sezebilmek önemli, yoksa içine
edersiniz rolün. Orhan Oğuz, Cemal Şan’ın senaryosundan Dönersen Islık
Çal’ı çekeceğinde pek çok oyuncuyla görüşmüşlerdi, biri de bendim ama
Fikret’i (Kuşkan) tercih ettiler, o oynadı. Aslı’nın (Öngören) yazdığı
Yel Mi Değirmen Mi adlı çok güzel bir oyun vardır, oradaki travesti
karaktere talip olmuştum seneler önce ama Aslı’nın kafasında başka bir
oyuncu vardı. Mehmet Murat Somer’in ana karakteri travesti bir dedektif
olan bir polisiye roman dizisi vardır, onların bazılarında yan
karakterlerden biri olan varoştan geçkin bir travesti vardır, bu film
olsa ve o rolü oynasam demişimdir. Kutluğ (Ataman) Lola ve Billy The
Kid’i ilk yazdığında beni düşünüyordu, ama on küsur sene sonra
çekebildi, ben artık fazla kartlamıştım o rol için Baki Davrak oynadı.
Xavier Dolan’ın Heartbeats, I Killed My Mother gibi hoş filmleri vardır
ama tabii yaş olarak benim oynayabileceğim roller değil.Mesela John
Hurt’un oynadığı Partners’teki rol. Oyunculukta idolünüz kim derler ya,
benim büyülendiğim oyuncu da John Hurt’dür. Kevin Spacey’in çok iyi
oynadığı eşcinsel karakterler vardır. The Adventures of Priscilla, Queen
of the Desert’da Terence Stamp’in oynadığı rol müthiştir. Amerika’da
Hedwig and The Angry Inch adlı etkileyici bir müzikal seyretmiştim.
TC’ye döndüğümde Sumru’ya (Yavrucuk) “Babylon gibi bir yerde küçük bir
orkestrayla oynasana bunu” demiştim. Sumru çok yetenekli ve çalışkan bir
oyuncudur hemen araştırdı ama “o rolü bir erkek oynamalı” demişti.
Seneler sonra maalesef ben seyredemedim ama müthiş bir travesti rolü
oynadığını okudum. Nedim’e de (Saban) yine Amerikada seyrettiğim ve onun
tiyatrosuna uyacağını düşündüğüm LGBTİ temalı bir müzikli oyun teklif
etmiştim ama alakasına celp etmedi zannederim, yapmadı. Mesela Yeşim’in
(Dorman) seneler önce yazdığı bunamış bir Kenan Evren ile polisten kaçan
bir grup travestinin karakterlerini oluşturduğu 12 Eylül Darbesi
üzerine müthiş bir kara komedi vardır. Yeşim, Ankara’da çok önce LGBTİ
bir ekiple sahnelemeyi de denemiş ama olmamıştı, tanıdığım-tanıştığım
tiyatroyla ilgilenen travestilere hala söylerim ama el atan olmadı.
Nahit Sırrı Örik’in son seneleri bir oyun ya da film olsa oynamayı çok
isterim. Ben de epey önce Nahit Sırrı’ya el atmıştım. Eski bir apartman
dairesinde, ötekileştirilmiş ihtiyar bir adam, ortak fail özünde kendisi
olan oyun karakterlerinin hayaletleriyle başbaşa kalmıştır…
diyaloglarını Selim İleri’nin yazmasını istiyordum. Hatta ismi bile
belliydi: Öğleden Sonra Gece Yarısı. Ama olmadı, nasip değilmiş. Proje
çöplüğüme düştü. Dediğim gibi ben teşneyim, yeter ki sahici bir LGBTİ
rolü teklif edilsin.
Tiyatroculuk yeteneği olan ve Tiyatro oyuncusu olmayı düşünen LGBTİ bireylere tavsiyeleriniz?
Haşa
tavsiye ne haddime. ama oyunculuk, reji ya da başka bir unsurunda
tiyatro yapmak isteyen tüm genç insanlara ben tiyatrodaki alanlarında ,
cinsel yönelimlerini bir yana bırakıp, bir dolu teknikle tanışmalarını,
kendi öznel tiyatro dünyalarını kurma düşü kurmalarını, diğer sanatlarla
ve dünyada olup biten her şeyle, insanla alakadar olmalarını teklif
ederim naçizane. Türcülkük olmasın sadece insanla değil tüm
canlılarla…Her hangi bir nedenle kendi söylememişse, ben bugüne kadar
tiyatroda çalıştığım insanların cinsel yönelimlerini bilmem mesela.
Tasarlayıp, yönettiğiniz son oynunuz Merhaba’dan biraz bahsedermisiniz?
Merheba
baştan benin projem değil. Destar Tiyatronun iki kurucusundan biri olan
Mirza Metin’in Galisyalı yazar Sechu Sende’nin Rüyalarında Bile dilimi
Kaybetmeyeceğim kitabından genç yazarlara uyarlattığı bir konseptin ilk
oyunu. İkincisini Aslı Öngören yönetti, üçüncü e dördüncüyü de Ayşenil
Şamlıoğlu ve Orhan Alkaya yönetecek. Mirza ve Berfin (Zenderlioğlu)
teklif getirdikleride, ki Reşe Şewe, Gor, Disco 5nolu gibi oyunlarını,
tiyatro yolcukları sevdiğim bir grup ve sevdiğim insanlar olduğundan
“meselem olacak, temas edeceğim bir oyun çıkar ve re-write yapmam sizin
için ilkesel problem değilse evet” demiştim. Sıfır bütçeyle ve kimisi
Sevin Okyay, Nalan Özübek, Aslı Erdoğan, Gülsüm Ekinci, Fatmagül
Berktay, Kamer Yıldız, Çetin Ok, Yazı Köz, Güler Kazmacı, Suzan Kardeş,
Kawa Nemir gibi önceden tanıdığım, kimisi Merheba serüveninde tanıştığım
Erdem Kaynarca, Nagihan Gürkan, Burcu Eken, Martha Montecevhi, Can
Bora, Adar Bozbay, Ahmet Aslan, Şirin Pancaroğlu, Hilal Polat, Felat
Erkozan, Sadin Yeşiltaş, Alan Ciwan, İrfan Güler, Pepa Baamonde, Gonca
Gümüşayak, Emrah Hamşioğlu, Vakvak Kardeş, Cihan Güngör gibi kırktan
fazla insanın temasıyla ortaya çıktı Merheba. Sande’nin hikayeleri ana
dil hakkı üzerineydi. TC’de Kürtçe, Ermenice, Rumca, İbranice, Zazaca,
Çerkez dilleri vbnin kamusal alanda yasaklı olması gibi, İspanya’da da
Franco diktatörlüğünün sonuna kadar Baskça, Katalanca, Galisyanca
yasaklıymış. Beni egemen dilin tahakkümü kadar, tüm dillerin eril ve
militarist inşaı, her dilin kendini merkeze aldığında faşistleşmesi de
ilgilendiriyordu. Re-write’da bunu öne aldık. Bir de anlattığı kadar,
nasıl anlattığı da önemli benim için tiyatronun. Bir kere Bonapartist,
Stalinist ya da Jakobenist bir tavırla, Aydınlanmanın modernist
hastalığıyla öğreten olmamalı tiyatro benim için. Simülasyon sürecinde
bir temas, dertleşme, her seyreden insanın kendi meşrebi ve
biyografisiyle yegane alakalar kurabileceği olmalı. Tiyatro serüvenimin
son döneminde lineardan, klasik piyesten ve onun sahnelenme
alışkanlığından gittikçe daha ihtimamla kaçıyorum, Roland Barthes’ın
yazının dikeyliği dediği gibi bir tiyatro dili, kurgusu peşindeyim.
Deleuze ve Guattari’nin “minor edebiyat” dediğinin bir tarz tiyatro
hısımı. Burada kastedilen minor bir dilde edebiyat değil, korkunç
yabancılaşma içinde, ona karşı kendini “öteki” olarak inşa eden bir
edebiyat, tiyatro. Post-modern ertesinin tiyatrosu. Metin ya da
oyuncunun başat unsur olmadığı, genelde destek unsuru kabul ettirilmiş
unsurların bazen tek başına sahneyi sırlandığı bir tiyatro karanlıkta,
bir ışıkta ya da br enstalasyonda oyuncu ya da söz olmadan sadece
müziğin tek başına sahnede kalabildiği mesela. Ocak başından beri
sahneleniyor, son gösteri 28 Mayıs’ta Şermola Peformans’ta. Seneye devam
eder mi? İspanya, Finlandiya, Danimarka, İsveç gibi bazı ülkelerden ön
çağrılar geldi ama gidebilir mi? Başka şehirlere turne yapar mı? Bunları
bilmiyorum. Bir de şunu ekleyeyim, Merheba’dan kısa süre önce çok
sevdiğim arkadaşlarımdan Kenan Işık bir kaza geçirip bizim algı
düzlemimizden çıkmıştı. Ben, Merheba’ya başlarken, “bu oyun meşrebimce
Kenan’a bir dua olsun” demiştim, bu duygum oyun boyunca devam etti,
bitimine kadar da devam edecek.
Merhaba adlı oyundan sonra sahnelemeyi düşündüğünüz, sahneleyeceğiniz oyun var mı?
Şu
an Esra Alkan’ın yürütücü yapımcılığında iki ayrı ekiple iki proje
üzerinde çalışıyoruz. Şimdilik ismi “aslında…? / Kadın Kırımı” olanı
Aslı Erdoğan, Hande Çayır, Melisa Vittek, Burcu Eken, Gülsüm Ekinci ve
Martha Montecevhi ile, şimdilik ismi “Mutfak Diyalogları” ya da “Mutfak
Sohbetleri” olanı ise Derem Çıray, Nevin Cangür ve Sevin Okyay’la
çalışıyoruz. İlki Aslı Erdoğan edebiyatıyla içiçe, liearı iyice kıracak,
farklı görsel unsurlar, tiyatro dilleri, kakofonik koralar deneneceği,
Aslı Erdoğan’ın da performansçı ve oyunun bir bölümünde yazar kimliğiyle
interaktif yer alacağı, alternatif bir sahnede ayda bir oynanacak bir
oyun. Ayrıca Aslı’nın kitaplarının basıldığı 23 ülkeye de oradaki yayın
evleri aracılığıyla gidilebilir belki. İkincisi Zorlu gibi büyük
konvensiyonal bir sahne için uyarlanan, Serra Yılmaz üzerine kurduğumuz,
her performasta sahnede yemek pişirilecek bir oyun. Daha pek çok
özelliği olacak ama şimdiden söylemeyeyim, olur olur a birileri daha
önce bir oyunda kullanır, sürprizi kaçar vaz geçmek zorunda kalırız. Ve
tabii neticede nasip, yarın ölmeyeceğimin bir garantisi yok.
Mehmet Atak‘a teşekkür ederiz.
Burçin Bordanacı
Yorum Yazın