geçen el elime ulaşan bir mektupla sarsılmıştım. el yazısından ve kağıdı kullanış biçiminden sahibinin uzun zamandır eline kalem kağıt almadığı hemen anlaşılıyordu. mektup okunaksız, imlası kötüydü ve belki de bana bile yazılmamıştı ama hiç şüphe yok ki sarsıcıydı. alıcı kısmında zarfın üzerinde ümit sarıkaya yazıyordu.
mektubun anlattığı şeyin benle hiçbir alakası yoktu, amacı ise tek kelime ile çirkindi. mektubu kaleme alan yaşlı kadın oğlu için duyduğu endişelerini uzun uzun anlattıktan sonra ne alakası varsa benden yardım istiyordu. birisi, bir kadın, zavallı oğlu göykan'ın bütün parasını çatır çatır yiyordu ve göykan salağı bunu görmüyordu bile. yuvalarına dadanan ve hiç acımadan göykan'ın kredi kartının beline beline vuran vu süslü musibet, bu bedavacı, bu rujlu zararlı, er veya geç defolup gitmeliydi. açık seçik, sözünü sakınmadan yapılan bir yuva yıkma teklifiydi bu mektup. 'klasik bir istenmeyen gelin hadisesi' diyip mektubu buruşturup attım. hem ne alakam vardı benim böyle bir konuyla. yuva yıkma konusunda bilmediğim bir ünüm mü vardı? bu yaşlı kadının benim hangi mesleği bile yaptığımı bildiğini sanmıyordum. adımı bile yanlış biliyordu ayrıca. zarfın üzerindeki isim olmasa mektubun bana yazıldığı bile şüpheliydi. önlü arkalı tam dört sayfa mektubu boşu boşuna okumuş, zaman kaybetmiştim. bir ara yaşlı kadına bir cevap yazıp; oğlu ve kendisi için ne kadar üzülsem de bu konuda kendisine yardımcı olamayacağımı, bu gibi işlerden hiç anlamadığımı basit bir karikatürist olduğumu, elti görümce gibi akraba bir kadından yardım talep etmesini söylemeyi düşündüm ama sonra mektubu çöpe attım.
mektup ve yaşlı kadın bir türlü aklımdan çıkmıyordu. gün boyu 'neden ben?' diye düşünüp durdum. en sonunda buruşturup, üzerine çay döktüğüm mektubu çöpten çıkardım. dergi arkadaşlarımdan biri gelip çöpüme tükürmüştü. mektubun üzerinde sarı-yeşil köpüklü bir balgam sallanıyordu ve üstü külle kaplanmıştı. iğrenç ıslak kağıtları bir daha okudum, sonra bir daha ve bir daha. bu zehirli metinlerde beni derinden etkileyen bir şeyler vardı. amacından ve sebebinden ziyade mektubun dili ve anlatım tekniği müthiş etkileyiciydi. dil yalın akıcı ve içtendi. cümleler gereksiz yere uzatılmamış, yerinde ve vurucuydu. verdiği örnekler, benzetmeler değme yazara taş çıkaracak düzeydeydi. insanı sıkmayan yormayan , konuşur gibi yazılmış türkçe'nin bütün zenginliğinin, dil oyunlarının kullanıldığı bir mektuptu bu. hele ki, bir yılkı atına binip dörtnala istinye park'a doğru gidişini, atla beraber ikinci kata çıkıp börberiyiz mağazasına nasıl girdiğini, elinde kızın çantası ile oturmuş zil zibili gibi bekleyen zavallı göykan'ı atının terkisine alıp götürdüğünü anlattığı bir rüya bölümü vardı ki hayal göücüne hayran olmamak elde değildi. deneme kabininden 'aşkım bakar mısın nasıl durdu üzerimde' diye seslendiğinde zilli perdenin arkasından kabine giren dev toynak da cabasıydı. o toynak ne güzel bir toynaktık, o at ne güzel bir attı. al atlılarımız para yiyen'in göbeğini nallıyordu.
lanet olsun bu kadın benden daha iyi yazıyordu. hem de hiç sigara, kahve içmeden, yıllarca dizi izleyip eline hiç kalem almadan. onu kıskanmamak mümkün değildi. 'peki hangi duydu?' diye düşündüm, hangi duyguydu eline yıllardır kalem almamış bir kadını bu kadar iyi yazdıran. bu nasıl bir konsantrasyondu böyle, belli ki çok dolmuş, çok bilenmişti. hani bazı yazarlar yazmasaydım çıldıracaktım derler ya işte öyle bir durumdaydı bu yaşlı kadın.
otuz üç yaşıma kadar birçok para yiyenle ve yedirenle karşılaşmıştım, para yiyen'in tek bir tip insan olmadığını kendi içinde bir çok türe ayrıldığını biliyordum. acaba hangi tür bir para yiyendi karşıdaki kişi? az mı çok mu? zira biliyordum ki jip aldıran da bir para yiyendi, karnını doyurtsa üstüne bir kola bir kahve içse öpüp başına koyan da. 'aa manyak mısın be benim senin parana ihtiyacım mı var, benim babam var,abim var. senin parana mı kaldım köpek herif!' diye konuşan onurlu bir para yiyen miydi,yoksa 'ödeyeceksin tabi, hakkım bu benim, hakkım!' diye alenen açıkça ve arsızca bir para yiyen miydi? para yendikten sonraki tavrı da önemliydi bir anda mutlu olup 'ayyy şu an çok mutluyum biliyor musun!' diye yedirenin yanaklarına öpücükler mi konduruyordu, yoksa onurlu gururlu tavrını sürdürüyor muydu, o para sanki hiç yenmemiş, ekonomiye hiç can verilmemiş gibi mi davranılıyordu? hem kız nasıl biriydi? sevimlilik dünyasında yaşayan bir şirinlik abidesi miydi yoksa 'gör bak, nasıl sıçıyorum ben o kızın bacağına' diyen dobra-ayı karışımı bir kız mıydı? mektupta bu önemli konuların hiçbirinden bahsedilmemişti. belli ki yaşlı kadın bütün para yiyenlere aynı nazarda bakıyordu. onun için neyin nasıl olduğu değil, netice önemliydi. peki, bütün bunlarla ne alakam vardı? yaşlı kadının yardım çağrısını kabul etmesem bile en azından bunu sormak için ya da hiç olmadı bu güzel satırların yazarı kişinin elini sıkmak için zarfın üzerindeki adrese gitmeye karar verdim.
dumankaya leopardistanbul konutları adlı siteye girip apartmanı buldum. 14. katta oturuyorlardı. zile bastım, diyafondan küçük bir çocuk sesi geldi. ben açıcam ben açıcam diye biriyle kavga ediyordu. bir yandan da 'alooo' 'kimsin sen' diye diyafona bağırıyordu. şimdi düşünüyorum da bütün bunlar geri dönmem, o eve hiç girmemem için birer uyarıymış. asansörden çıkarken gergindim. site orta halliydi ama biz mahalleden çıkanlar için sitede oturan herkes zengindir. mahallede oturup burada oturanlardan daha varlıklı bir sürü insan tanıyordum, bunun böyle olduğunu biliyordum ama içimden gelen 'zenginmiş lan bunlar' sesini de bir türlü engelleyemiyordum. kapıyı diyafonda konuştuğum minik kız çocuğu açtı. eğildim, annen nerde evde mi dedim. bebek tırnakları ile suratımı sever gibi cırmaladı. 'babanne nerde?' 'nerde babaanne' diye sordum salyalı, ıslak elini yüzümde gezdirirken. içerden yaşlı kadının inleme sesiyle karışık 'nisaaa nurrr kim gelmiş kızım ıhhh... kim gelmiş' dediğini duydum. çocuğu kucağıma alıp sese doğru gittim. buz gibi holde fayansların üzerinde yaşlı kadın yatmış inliyordu. ayakları çıplak, nasırları kalındı. tam hayalimdeki gibiydi. benigörünce hemen tanıdı. 'ümit sen mi geldin... ümiiiittt.' dedi. düzeltmedim. yaşlı bi kadın size 'ümit' diyorsa ümitsinizdir işte. ayağa kalktı başörtüsünü kopladı. içeri geçtik. 'elim ayağım her yerim yanıyor' diyip geğirdi. yolda gelirken kendisine kornet dondurma ve yaşlılar için yazılmış dev bir yasin-i şerif almıştım. kadınları, özellikle olgun kadınları nasıl etkileyeceğimi onların gönlüne nasıl gireceğimi çok iyi biliyordum. tabii ki çok sevindi. beni sımsıkı öpüp yanağımı yanağına uzun uzun bastırdı. dondurmalarımızı açıp karşılıklı oturduk. kornetin götünü ısırırken 'kusura bakmayın teyzeciğim size anne diye hitap edicem, çünkü siz de benim bir annemsiniz' dedim. 'doğrudur' dedi. hemen konuya girdim; 'teyzeciğim elinize yüreğinize sağlık, müthiş bir mektup yazmışsını ve aynı zamanda büyük geçmiş olsun başınıza böyle bir bela gelmiş' dedim. mağrur, üzgün, kırık onaykladı. derin bir iç çekip 'kurban olduğum allah' diyerek ellerini havaya açtı sonra dizine koydu. bu arada minik nisa nur bütün sevimliliği ile kafamda geziyor, çıplak ayaklarıyla yüzüme basıyor, elimdeki korneti almaya çalışıyordu. 'vereyim mi' gibi bi işaret yaptım kafamla. 'verme ümit verme onun maması ayrı' diyerek içeri gitti. bi bardak süt ve kasenin içinde birkaç tane makaron'la geldi. renk renk makaronları sütle yumuşatıp, sapı renkli plastik çocuk kaşığı ile iyice eze eze gözümün önünde yovita çocuk mamasına iki dakkada çevirdi. ardından sütlü bulamacı biraz da kendi ağzında yumuşatıp yeniden kaşığa koydu ve kucağına aldığı nisa nur'un ağzına koydu. sütlü, nene ağızlı makaron bulamacı nisa nur'un minik çenesinden aktıkça çeneyi kaşıkla sıyıra sıyıra çıkanları geri koyuyordu. bir betün, bir ceren, bir cansu o makaronların bu şekilde tüketildiğini görseydi eminim 'ula can gidiyor, ula kan gidiyor' diye sol yanını çürüte çürüte ağlardı. 'teyze makaronu nerden buldun sen' diye ister istemez sordum. 'başını yiyesice getirdi' dedi. kızdan bahsediyordu. 'aklı sıra beni kaymaklı püsküüyle kandıracak' diye ekledi. 'göykan'a kaymaklı püsküü aldır, paketle getir bana yedir. ben de minnettar kalayım. iyi iş valla herkes aptal sanki bi tek o akıllı.' dedi. teyze gerçek bir çetin cevizdi. içimden 'ölmez bu' diye geçirdim.
sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki ama önce günahı üzerimden atmalıydım. bu yuva yıkma işini şimdiden kabul etmiş miydim ne? 'yahu teyzeciğim sonuna kadar haklısın. gel bu yuvayı yıkalım sen de rahat et, göykan abim de... ama minik nisa nur'a yazık değil mi. olan bu yavruya olacak' dedim. 'yoksa gelini sokağa atalım, ben şimdiden varım' dedim. 'ah oğlum daha evli değil ki göykan, nisa nur abisinin kızı, ben ona bakıyorum' dedi ve sorularıma bir bir cevaplar verdi.
aile giyim işiyle ilgileniyormuş yani yenilecek meblağ çok büyükmüş. göykan ve abisi serdal, göktürk'teki lüks konutlarda oturuyormuş. anneyi de buraya leopardistanbul konutlarına atmışlar. göykan benim eski bir okurummuş. sonra 'bozdu yaaa' diye okumayı kesmiş. teyzenin de benden bu vesiyleyle habeir olmuş. 'göykan senin yazıları bana hep okurdu, o zamanlar sen bizim ailemizden biri gibiydin ümit. gel kardeşini bu kızın elinden kurtar. al o kızı onun elinden senin olsun. ne yaparsan yap sonra.' dedi. 'aman teyzeciğim ben kim göykan adlı bi tekstilcinin elinden manitasını almak kim' diye tevazuda bulundum. 'sen bi takım giysen, bi de saçına su vursan var ya fiyuuuuuuu... alamıycan kız yok' dedi eliyle mis işareti yaparak. utanıp, gülümseyerek ve elimle kafasını iterek 'ya teyze deme öyle. öyle deme' dedim. gidip göykan'ın ve kızın resimlerini getirdi. kız inanılmaz taştı. göykan da bir o kadar tıknaz. ortada para yendiği çok belliydi. 'ben bu yuvayı yıkarım aga' dedim içimden.
soner sarıkabadayı'nın parlak dar takımının aynısından almıştım ve gittiğim bir düğünden sonra aylardır giymemiştim. takım huysuzdu, takım işkilliydi, takım giyilmek istiyordu. gardırobu açtım ve takımımın altına aldığım hotiç ayakkabılarımı okşadım.
Yorum Yazın