Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Ara Güler: 'İstanbul'da Fotoğraf Değil Istırap Çekiyorlar'
Usta fotoğrafçı Ara Güler’in “Ara’dan 77 Yıl Geçti” kitabı beşinci baskısını yaptı. Usta’ya yayımlanmış 56 kitabını hatırlatınca, “56 kitap yapan adamı döverler be!” diyor. Kitabı vesilesiyle görüştüğümüz Güler’in fotoğrafçılığa ve İstanbul’a dair ezber bozan sözleri var. Bir de Picasso ve Salvador Dali'nin de yer aldığı ilginç hatıraları…
Son günlerde Ara Güler adının geçtiği bir dolu etkinlik var, sizin için yapılanlardan hâlâ keyif alıyor musunuz?
Alırım ama uzarsa kızarım, hafakanlar basar. Berlin'de retrospektif bir sergi var 240 fotoğrafımın olduğu, renkli siyah beyaz karışık. Günde bin kişi geziyor. Spiegel'de bir yazı çıkmış, hem Leica'da hem sergiden bahsediyor. İsveç'te bir sergi vardı. Bundan sonra Kore'de bir sergi olacak. Koreliler buraya iki kere geldi, fotoğraf seçtiler, benim Kore umurumda değil, 14 saat tayyareye binip gidemem, zaten tayyareye binmekten korkuyorum.
Adınıza çıkan 56 kitap var, bunlar şu daha iyidir diye ayrım yapıyor musunuz?
56 kitap yapan adamı döverler be! Olur mu 56 kitap ama fotoğrafta olur neden? Her an değişen bir şeyin karşısındasın ve ondan bir şey yakalıyorsun. Bunları yan yana getirdiğin zaman yeni bir dünya oluşturuyorsun, bu oluşturduğun dünya senin dünyan oluyor. Ve sen onu mecburen seviyorsun zaten. Ben aslında bütün kitaplarımı seviyorum. Tabii ki bu daha iyidir dediğim vardır, ama mühim olan o değildir, mühim olan fotoğraf nedir sorusunun cevabıdır.
Ara Güler'in gözünden fotoğraf nedir?
Fotoğraf bir kere sanat falan değildir. Fotoğraf görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv; kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.
Biz eski İstanbul'u sizin kadrajınızdan gördük, Ara Güler'in hafızasında kalan İstanbul nasıldı?
Benim yaşadığım İstanbul zaten İstanbul değildi. Aslında ben de İstanbul'u görmedim. İstanbul zaten bitmişti. İstanbul Pera'da bitti. Bizanslılar 1917'de Rus İhtilali olduğunda buraya beyaz Ruslar geldi, o Asmalı Mescit kuruldu, orada bohem hayat oldu, herkes oraya daldı, Markiz açıldı falan ama onda bitti hayat. Bugüne baktığında Limon diye sadece pastane kalmıştır. İnsanlar zamanla kendilerini bitiriyorlar, onun için biz İstanbul'un ölüsünü görüyoruz, ölü İstanbul'un üstünde geziyoruz ve neredeyse öyle kokacak. Zaten İstanbul'un kokuları gelmeye başladı pislikten. Benim bildiğim İstanbul, fotoğrafçı Abdullah Biraderler'in zamanındakinden hemen biraz sonrasındır. Gerisi bir şey değildir. Bir de benim dediğim gözle İstanbullu adam yok. İstanbul'da fotoğraf çekmiyorlar ıstırap çekiyorlar. İstanbul ıstırabı çekiyorlar. Çünkü kaçırdıkları İstanbul'u bulamıyorlar.
Ucundan yakaladığımız İstanbul'a özlem duyuyor musunuz?
Sokağa çıktığım zaman o eski İstanbul'u arıyorum ben ama yok. Nerede bu İstanbul, denize düşmüş. Sevdiğin İstanbul nedir? Salacak'ta bir apartman veya bir bahçe var onun arkasında bir konak var oradan kör kedi çıkar veya ufak bir kedi yavrusu çıkar camdan atlar aşağıya. İnsan neye memleketim der? Çünkü orada camdan gördüğü kıza âşık olmuştur, bütün bu hatıraların yan yana gelişiyle memleket doğar, onun için herkes memleketinde doğduğu yerde ölmek ister. Çünkü hatıraları oradadır yani, orada var olacağını düşünür, ben de şimdi fotoğraf çekmeye giderken o var olmasını istediğim şeyleri arıyorum ve bulamıyorum. Hayatın temposu değişti.
Orayı bulduğumda insanlar 21. yüzyılda Roma'yı yaşıyordu
Sizin meraklarınız arasında arkeoloji de var. Antik kent Afrodisias'ı bir tesadüf sonucu buldunuz değil mi?
Afrodisias'a gittiğimde insanlar adeta 21. yüzyılda Roma'yı yaşıyordu. Sonra oraya arkeoloji geldi, bahçe haline soktu, çiçekler dikti, taş yığını yaptı. Yaşayan Afrodisias öldü. Müzeye bağladı, müze zaten ölü demektir. Adnan Menderes'in baraj açılışını çekmeye gitmiştim. Sonra kaybolduk. Yolu bulmaya çalışırken koca koca kayaların içinden geçtik sonra bir ışık gördük meğer kahveymiş, saat on birdi, lüks aydınlatmasında iki üç insan, odun sobası var, pişpirik oynuyorlar. Roma şapitoları, sütunları üzerinde almışlar masa diye kullanıyorlar kahvede. Romalılar bezik oynuyor, düşünsene bundan daha enteresan ne olabilir. O Romalılarla röportaj yaptım. Afrodisias röportajı diye yaptım. O gece orada kaldık. Dedim burada muhakkak bir şey var. Şapitoları falan kahvenin içinde görünce, nasıl bir yer burası diyerek her tarafı gezmeye başladım. Çocuklar arkama takıldı, abi gel burada da taş var, bir bakıyorsun boynuna kadar gömülü heykel toprakta kalmış kafası dışarıda. Evde bir tane sütun üstünde Afrodit'in bir şeyi var. Bir adam, ineğin yanında sigara içiyor. Oturduğu yer bir şapito. Sokakta yürüyorsun kocaman bir lahit, insanlar lahidin içinde çamaşır yıkıyordu, lahidin altını delip arkasına bir leğen koymuşlar oradan şarap yapıyor.
Heyecan verici, yaşayan bir Roma kasabası gibi…
Bunları çektim. Hayat mecmuasına götürdüm. Hepsi birden, “Gider dağın taşın fotoğrafını çekersin, Türkan Şoray'ın fotoğrafını falan çek de kapak yapalım.” dedi. Türk basınının hali budur. Bugün de böyle. Sebahattin Eyüboğlu'na söyledim, İpsiroğlu'na söyledim, kimse yazmadı yazı. Adam bulamıyoruz, röportaj çıkmıyor. Ben de röportajı dünyanın en büyük mimari mecmuası var, patronu arkadaşımdı, oraya gönderdim. Orada on sayfa çıktı, bizim gazeteler de; “Gavur nasıl yapıyor röportajı.” dedi. Ama altına bakmıyor ki imza Ara Güler diye. Gittim Amerikan servisine Horisen dergisi sana on sayfa ayırdık renklisi varsa gönder, yerin hazır diyor. Rüstem Doyuran vardı müzeler genel müdürü ona gittim, bir sürü fotoğraf var, yazacak adam yok. Dedi ki; “Bir akrabam var Türk ama Amerikalı oldu artık, adı Kenan Erimdir, meşhur arkeolog. Belki yazar.” O da bir üniversitede arkeoloji hocası. Talebelerini aldı, benim dediğim yere getirdi. Orada kocaman şantiye yapıldı misafirler gelip gidiyor.
Ben olmasaydım Türk Edebiyatı yüzsüz kalırdı
Edebiyatçıların çoğu benim arkadaşımdı, her gece Sabahattin Eyüboğlu grubu vardı. Entelektüel bir hayat vardı. İnsanlar birbirlerinin evine gider edebiyat konuşurlardı. Şimdi futbol maçı konuşuyorlar.
Necip Fazıl Kısakürek, dünyada gelmiş geçmiş en büyük şairdir, fakat çok tehlikeli biridir. Orhan Veli Kanık arkadaşımdır, sarhoşken belediyenin açtığı lağım çukuruna düşüp öldü. Orhan Kemal de arkadaşımdı. 6-7 Eylül günü sokakta yürüdüğümüz babası Güney'in İstiklal Mahkemeleri başkanıydı. Atatürk'ten kaçıp gitmiştir. Bedri Rahmi Eyüboğlu da haftanın üç günü birlikte olduğum adamlardan. Fikret Mualla, dünyanın en iyi adamıdır. Sabahattin Eyüboğlu hocamızdı bizim. Onların içinde yaşadım. Onlara gidip de röportaj yapmama gerek yoktu.
Dali'nin fotoğraflarını çektim, bir hafta sonra öldü
Picasso'nun da fotoğrafını çektim. Benim avantajım Time'ın muhabiri olmamdı. Ama Picasso ile çok uğraştım. Önce arkadaşını sonra oğlunu araya koysam da olmadı. Picasso yok dedi mi bitti. Resim kitapları yapan bir kitapevinin sahibi arkadaşım Picasso'nun Metamorfoz kitabını yapacaktı. Çalışmak için yanına gidecekti. Gittik ve çektim. Salvador Dali de otelde kalıyordu. Time'daki arkadaşlara sordum; “Dali ile röportaj yapmak istiyorum ne yapar?” Hiç deneme dediler. Oteline gittim, 101 numarada kalıyormuş. Oraya çıktım. Kapısını açtım ve bana bakıyor; “Niye benim fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” dedi. “Çok meşhursun da onun için.” dedim. “Benim dakikam 25 bin dolardır.” dedi. “Güzel ama ben bir dakikada fotoğraf çekemem ki!” dedim. Beni tuttuğu gibi dışarı attı. İşte o an, hah dedim bu adamın fotoğrafı çekilir. O akşam bir Yahudi arkadaşımla yemeğe gittim. Dali beni dışarı attı dedim, “O benim vaftiz babam.” dedi. “Ama sen Yahudi'sin o Hıristiyan nasıl olur?” dedim. “Sen karışma.” dedi, gitti konuştu. Ertesi sabah saat 11'de gittik. Dali bana bakıyor ben ona. Bir gün evvel kovduğu adamım. ‘Ben seni bir yerden tanıyorum.” dedi. “New York'taki basın toplantısından tanıyorsun.” dedim. “Sen benim filmi biliyor musun?” dedi. “Hangi film?” dedim, “Benim yaptığım bir film var nasıl bilmezsin? Bir Endülüs Köpeği'ydi ismi.” Hemen aklıma geldi. Onu al gel, akşam sinema oynatacağım size dedi. Aldım, izledik, konuştuk. Dali, her gün bütün sarhoş, esrarkeş ve serserileri topluyordu. O atmosferi seviyordu. Ben de o serserilerden biri oldum, baktım ki Dali hep yanımda. Öğlenleri işim Şanzelize Caddesi'ne düştüğü zaman gidip orada yemeklerimi yiyorum. Günün birinde dedim, “Senin fotoğrafını çekmeliyim. Adamakıllı bir fotoğrafın yok.” Tam fotoğraf çekeceğim, kılıç çeker bana. Kılıçla dolaşıyordu, kesecek beni. Dedim, “Duracaksın, ansiklopedi Britannica gibi, bana bakacaksın.” “Kimse yokken gel.” dedi. Ertesi gün saat onda gittim, üç gazeteci daha geldi. Hani dedim benden başka kimse olmayacaktı dedim. Dur dedi ben onları hemen salarım dedi. Elinde de gümüş saplı bir baston var. “Bilin bakalım, ziftin formülü nedir?” dedi. Kimse bilmedi. Formülü kafadan attı. “Benim adım Salvador Dali, bu bastonu ziftin içine sokar çıkarırım. Beş kuruşluk baston olur 50 bin dolar. Sen bunu yaparsan deli derler. Şimdi dediğimden ne anladınsa git onu yaz.” dedi. Üçünü birden toplayıp dışarı attı. O fotoğrafları o gün çektim. “Kılıçla oynuyorsun hep, ben seni matador olarak görüyorum.” dedim. Sonra perdeyi çekip aşağı indirdi, “Bak bu pelerin.” dedi. Sonra bana, evimde fotoğraf çekelim diye teklif etti ama o hafta öldü.
Gülen, ‘Daha önce neden tanışmadık’ dedi
Time'dan dediler ki git Fethullah Gülen'in röportajını yap. Yazar arkadaşım James ile gittik. Altunizade'de bir mektebin dördüncü beşinci katları Fethullah Hoca'nın, orada röportaj yaptık. Yanımızda tercüman yok, Fethullah Gülen konuşuyor, ben bunu İngilizceye nasıl çevireyim, neyse tercüman bulundu. Röportaj yaptık bende arada bir sürü fotoğraf çektim. Bana “Seninle niye daha evvel tanışmadık.” dedi, “Valla abi, olmadı da ondan.” dedim. Sonra bana birkaç kitabını imzaladı. “Ne zaman istersen veririm fotoğraf.” dedi. İyi adamdır öyle düşündükleri gibi değil. Zihnimde iyi bir adam olarak kaldı.
- Nalan Kaya / Zaman