Görüş Bildir
Haberler
Prof. Dr. Baskın ORAN ile Özel Röportaj

Prof. Dr. Baskın ORAN ile Özel Röportaj

Mehmet
21.08.2014 - 16:58 Son Güncelleme: 21.08.2014 - 18:49

Özel Röportaj

Ankara

Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (emekli) Öğretim Üyesi, “hocaların

hocası” Sayın Prof. Dr. Baskın ORAN ile “Türkiye’de Uluslararası İlişkiler” konusu

ve şahsı ile ilgili olarak merak edilen hususlar üzerine güzel bir sohbet

gerçekleştirdik. Değişen Türk Dış Politikasından ziyade Türkiye’de Uluslararası

İlişkiler Bölümüne yaklaşık 40 yıl emek vermiş bir “efsane” ile böyle bir

röportaj ilk kez gerçekleştirildi.

Sayın

Hocam, öncelikle çok değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için teşekkür

ederiz. Bodrum’da tatildesiniz ama Dalavera Mehmetsiz. Yaklaşık 7 yıl geçti,

özlüyor musunuz?

Özellikle sabahları. Dalavera çoğu sabah

gelirdi, bahçede otururdu. Bakardı yukarı, bizim yatak odasının kepenkleri

açılmış mı diye. Ben de açınca ona seslenirdim, kahvaltıya gel Memet Abi,

derdim. Kalmış birkaç dişiyle kahvaltısını ederken, bir yandan da Bodrum’da dün

gece neler olmuş, kimler kimleri naapmış, bütün dedikoduları sıralardı.

Basardık kahkahaları.

Zaten Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi

kitabı buradan kaynaklandı. Bir sabah dedim ki, “Memet Abi, sen ne hoş, ne

matrak şeyler anlatıyorsun. Kimseden duymadım bunları Aynı zamanda da tarih

bunlar. Bunları bir kitap yapalım” dedim. “Yapalıııım” dedi, dünyanın en normal

şeyiymişçesine. Ondan sonra da öğleden sonraları geldi, tam üç ay konuştuk. O

anlattı, ben banda aldım. Sonra anlamadığım yerleri Feyhan’a sordum, o

tamamlayıcı bilgi verdi. Çünkü mübarek hem Bodrumca konuşuyor, hem de kimsenin

bilmediği, önceden bilinmesi şart olan bir sürü şeyler anlatıyor, anlamıyorum.

Neyse, o kitap öyle yazıldı.

Kahvaltıda sıralardı, kimler doğmuş,

kimler ölmüş, falan. Çünkü Dalavera Bodrum’un erkek ölü yıkayıcısıydı aynı

zamanda; karısı da kadınların ölü yıkayıcısı. Memet Abi çok yoksul olduğu için

hiç kimsenin yapmak istemeyeceği işleri yaparak hayatını kazanmıştı. Fosseptik

boşaltmak, dam aktarmak, mezar kazmak… Böyle onurlu bir hayat yaşadı; uzun uzun

anlattım kitapta. Çıkınca çok mutlu oldu, görecektiniz. Zaten hemen onun

oturduğu sokağa adı verildi, sağlığında. Havalara uçtu Dalavera. Halikarnas

yokuşundan çıkarken soldaki son sokaktır.

O gidince, çok ama çok büyük bir boşluk

oldu içimde. Birçok şeyin arasında bu sohbetlerden de yoksun kaldık. Ben

onlarla haftalık yazılar da yazıyordum her yaz. Şimdi kurudum. Zaten Türkiye’de

ortam çok tatsız, artık Bodrum yazmak içimden gelmiyor.

Emekli

olalı uzun bir süre oldu ama başta Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler

Fakültesi öğrencileri olmak üzere Türkiye’deki üniversitelerimizde eğitim gören

Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencileri için siz hala bir “efsane” siniz. Sadece

akademi dünyasında değil Dışişleri Bakanlığı stajımda da bizzat şahit olduğum

olaylar neticesinde Bakanlık diplomatları için de öylesiniz. Gerek

akademisyenlik gerek “akillik” döneminizde gerekse hâlihazırda birçok kişi sizi

olumlu ve olumsuz anlamda eleştirdi ve eleştirmeye de devam ediyor. Ancak sizinle

alakalı olarak herkesin buluştuğu bir nokta var: “Her şeye rağmen o, hocaların hocası”. Yetiştirdiğiniz on binlerce

öğrenci şu anda en başta akademi dünyası ve Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere

Türkiye ve dünyanın birçok noktasında hayatlarını ikame ettiriyorlar. Örneğin,

1999 yılında size “Hocam” diyen öğrencinize (Dr. Nefise Ela GÖKALP ARAS) bugün ben

Gediz Üniversitesi’nde “Hocam” diyorum. Sanırız emeklilik dönemindeki bir hoca

için bundan büyük bir gurur yoktur? Bu dâhilde, ilk sorumuz 1970’lerde

başladığınız bu mesleğe geri dönüp baktığınızda unutamadığınız, sizi derinden

etkileyen an(lar) nelerdir?

Teker teker cevap vereyim. Bir kere, her

hocanın hem seveni hem sevmeyeni vardır. Önemli olan, hocalığı öğrenci

tarafından takdir ediliyor mudur, odur. Çünkü öğrenci bol not vereni sever, ama

takdir etmeyebilir. Benimki umarım takdir edilmiştir. Çünkü ben sadece hocayım

ve öğrenci ne not alırsa onu veririm, verirdim.

Benim bütün hayatım hocalıktır. Hatta

bunu abartıyorum galiba. Mesela arkadaşlarımla yiyip içerken kendimi bir

yakalıyorum, konferans vermekteyim. Ayıp oluyor bazen ama engellemesi güç.

Zaten benim hayatım sadece iki şey

arasında asimetrik olarak taksim edilmiştir: Eşim ve çalışmalarım. Asimetrik

dediğimin sebebi, eşime daha az zaman ayırıyor oluşum. Yaşlandıkça bu asimetri

tersine çevrilir diye umuyorum.

Tabii ki bir hoca için bundan daha büyük

iftihar vesilesi asla olamaz. Asistanlığa

1969’un ilk günü başladım. Tabii ki

anlatacak çok an ve anı var. Hem tatlı, hem acı. Çok sevindiğim durumlar oldu,

çok da üzüldüğüm/utandığım. Boş ver. Uzun işler bunlar.

Dışişleri özel bir bakanlıktır. En azından,

son zamanlara kadar. Düşün ki, ben orada, Dışişleri Akademisi’nde başka

derslerin yanı sıra 5’er saat Kürt Meselesi ve Ermeni Meselesi dersi verirdim

yeni girenlere. Genç diplomatlar yurt dışına atandıklarında gümmm diye beton

duvara kafalarını toslamasınlar, kendilerini neyin beklediğini öğrensinler,

aşılansınlar diye onlara gerçekleri öğretirdim. Şimdi artık istemiyor Bakanlık.

Bu konuları MİT’ten gelenlerin anlattığını söylediler, doğruysa. Belki de hiç

anlatılmıyordur artık. Tabii ki sormuyorum ne yapıyorsunuz diye. 

Bugün

internete “Baskın Oran” yazdığımızda karşımıza birçok biyografik metin çıkıyor

ama hepsinde standart bilgiler var. Bu röportajı okuyan birisine yönelik olarak

Baskın Oran’ın bilinmeyen yönleri nedir? Örneğin, boş zamanlarınızda ne

yaptığınıza dair bir bilgi yok internette?

Benim boş zamanım olmaz ki. O açıdan

bakarsan can sıkıcı bir adamım. 12.00-18.00 ve 22.00-02.00 arası çalışırım.

Ha, olur tabii; iki elim kanda olsa

Feyhan’la oturur, kışları 18.30, yazları da 19.30’dan itibaren yemek saatine

kadar bir veya iki duble içeriz. Çene yaparız. Happy Hour, gerçekten. Kışın

haftada bir, yazın haftada iki dışarı yemeğe gitme dışında konuşabildiğimiz ve

gerçekten dinlenerek eğlendiğimiz tek zaman budur.

Ben her gün farklı bir içki içerim. Bir

gün hafif (şarap falan), bir gün sert (rakı falan). Ama en sevdiğim içki,

Feyhan’ın Mülkiyeli bir emekli diplomat abimizin eşinden yıllar önce öğrendiği

Margarita’dır. Her gün hazırlar, buzluğa koyar. Ben kaşık kaşık alıp margarita

kadehine koyarım, elimin sıcaklığıyla eridikçe içerim. İki ölçü tekila, bir

ölçü portakal likörü, bol limon suyu, donması için de biraz su. Enfes-ül

âlâdır.

Bu aperatif seansından sonra Feyhan

yemeği hazırlamaya kalkar, ben yarım saat kadar uyurum. Bu beni 02’ye kadar

ayakta tutar. Yemekte içmeyiz; belki ikimiz ortak bir kadeh şarap; yemek

cumburlop yenmesin diye. Yemek sonrası duble bir espresso, sonra çalışmaya.

Ha, bir de kışları haftada üç gün birer

saat havuzda, yazları da her gün yarım saat denizde yüzerim, dizlerim ve belim

için, İzmir tabiriyle metazori. Feyhan ise zevk için yüzer. Sabahları yine

metazori biraz jimnastik…

Dile

kolay, 4 kez meslekten atıldınız… Ama yılmadınız. Hep mücadele ettiniz. Her dönemde

zorluklar yaşadınız. Neden hep “Resmi İdeoloji Dışı” çalışmalar yaptınız?

Atılmalarım, benim onurumdur. Başımın

tacıdır. Nasıl çoğu akademisyen için aldığı ödüller, kazandığı burslar vs.

onursa, benim için de bu. Herkesin kafayı buluş şekli farklı. CV’mde esas

yazacak şeyimdir.

Neden resmî ideoloji dışı? Çünkü sabah

aynaya bakınca utanmamak lazım. Ezilmiş-dışlanmışlar için yazmayacaksın da

kimin için yazacaksın?

1980

süreci sizin için çok önemli idi. İçinizde o kadar şey kaldı ki bir kitap bile

hazırladınız (Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları). 1980’den bugüne Türkiye’de ne

tür değişiklikler oldu acaba?

Yazmaya kalkarsam bitmez tabii ki. Ama

şu oldu ki, 1980 askerî darbesi 1930’ları taklit etme konusunda işin bilmem

nesini çıkardı, bu da başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’deki iç

dinamikleri önce öldürdü sonra muazzam hızlandırdı; diyalektik dediğimiz

şeydir. Türkiye’de gerçek STO’lar 1980 tarafından ezildikten sonra dirildi. Eh,

İslamcı akım da. PKK’yı yaratan 12 Eylül faşizminin mezalimidir.

Önceki

soruyla bağlantılı olarak editörlüğünü yapmış olduğunuz “Türk Dış Politikası,

Cilt 1 – 2 – 3” bugün alandaki dev bir boşluğu dolduruyor. Son cilt 1980 – 2012

arasını kapsıyor. 2012’den bugüne Türk Dış Politikasında neler değişti acaba?

Şöyle söyleyeyim: Yazarlarımızdan bir

tanesi kendi bölümünü fevkalade geç verdi, iki yıl falan geç. Ama şerden hayır

doğarmış, eğer zamanında verseydi ve biz planladığımız gibi o cildi 2010

sonunda bitirseydik, AKP’nin dış politikasının övgüsünden ibaret olacaktı.

Ondan sonra kolaysa dert anlat. Bu politika o tarihe kadar çok başarılıydı,

bunu kimseye anlatamazdın.

AKP’nin dış politikası 2010 sonuna kadar

hiç olmadığı kadar iyiydi, ondan sonra tam bir felaket oldu; evlere şenlik.

Hani ne derler, ossa ossa bu kaa olur. Dünya âleme reziller olduk. Ortadoğu’dan

kovulduk, Batı’da aşağılanıyoruz. Orta Asya bitti, Balkanlar tükendi.

Uluslararası

İlişkiler disipliniyle ilgili olarak bu mesleğe 40 yılınızı verdiniz. Bugün

gelinen noktada hemen hemen her üniversitede “Uluslararası İlişkiler” Bölümü ya

tek başına ya da bir başka bölüm ile (Avrupa Birliği, Siyaset Bilimi, Kamu

Yönetimi, v.b.) okutuluyor. Her yıl binlerce öğrenci bu bölümden mezun oluyor

olmasına ama belli başlı üniversiteler dışında çok da kaliteli eğitim

verilmiyor. Sizce bölümün bu kadar çok üniversitede okutulması doğru mu?

Kalifiye akademisyen ve asistan açığı olduğunu düşünüyor musunuz?

Uluslararası İlişkiler, Türkiye için

lüks bir eğitimdir. Bu bölüm mezunlarına çok az ihtiyaç var. Bankalara falan

giriyorlar, mezun olunca. Bu bölümlere çok az öğrenci almak lazım. Ama nerdeee?

Türkiye’de eğitimin hangi safhası planlanmış ki bu planlanacak.

İlkokuldan üniversiteye toptan ele almak

lazım. Hele, üniversiteleri baştan ikiye ayırmak lazım: Eski, köklü olanlar.

Bunları a’dan z’ye özerkleştirmek lazım. Yeni kurulmuş, çok eksiği olanları da

bir süreliğine birincilerin vesayetine almak lazım; zaten bunlar asistan

doktoralarını falan birincilerde yaptırıyorlar. Bu ikincilerde eğitim

genellikle sanal. Bir kere, hoca yetersiz. Hoca olmadan hiç bir şey olmaz.

YÖK’ü de sadece bir eşgüdüm kurulu

olarak muhafaza edip, tamamen özerkleştirmek şart. Neyse, ben bir emekli olarak

karışmayayım böyle şeylere. Emekliyim, şükür.

En

son “Kürt Barışında Batı Cephesi: Ben Ege’de Akilken…” isimli kitabınız

okuyucularla buluştu. Kitaba yönelik olumlu ve olumsuz eleştiriler hangi

eksende acaba? Herkesin malumu sizin “akil adam/ insan” döneminiz biraz

çalkantılı bitti.

Fazla bir eksende değil. Ülkede her şey

cumhurbaşkanı seçimine odaklandı, Erdoğan’ın tek adam olmasına kilitlendi. Kürt

meselesi bilmem ne durumda. Canlanınca, o kitap da okunur. Çünkü meseleyi

belgesel olarak anlatan tek kitap. Tutanaklarıyla. Orada sizin üniversitede

yaptığımız toplantıyı aziz bir anı olarak uzunca anlattım. Beni çok mutlu etmişti

o toplantı. Çok kaliteliydi.

Sorun şurada: 1) AKP’den başka, bu

soruna el atan olmadı; 2) Bu sorun Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası

ve AKP ile demokrasi kelimesi Erdoğan nedeniyle aynı cümlede geçemez. Umarım

anlaşılmıştır. Bu kadarla özetleyeyim.

Bu

kitabın hemen ardından yeni bir kitaba başladığınızı belirttiniz. Şu anda

yazmış olduğunuz kitabın içeriği nedir? Okuyucularınızla ne zaman buluşturmayı planlıyorsunuz?

Ayrıca, “Ben Siyasal’da Akademisyenken” isimli bir kitap yazmayı düşünüyor

musunuz?

Ben Akademisyenken diye bir kitap

düşünmem. Ben merkezli şeylerden hoşlanmıyorum. Hoşlansam, 2007’deki Bağımsız

Sol Aday Kampanyası’nı yazardım; elinde birincil kaynaklar olan bir tek ben

varım. Eğer ciddi bir doktora adayı çıkarsa, kendisine memnuniyetle veririm

bunları. Ama çok ciddi olduğuna inanmam gerek.

Şu anda yazdığım yeni bir kitap değil

ama yeni bir kitaptan çok uğraştırıyor. Türkiye’de Azınlıklar’ı yeniden

yazıyorum. Çok genişleterek ve 2008’den bu yana güncelleştirerek. Çok

uğraştırıyor derken, ben biraz fazla titiz davranıyorum çünkü kitabın ilk

yazılışı kanımca aceleye gelmişti. Önemli ayrıntılara girememiştim azınlıklar

tarihi açısından.

Üstelik benim çocukluğumda terziler

vardı, babanın ceketini bozup oğula yaparlardı çünkü herkes çok dar bir

bütçeyle yaşardı o zamanlar. Ama terziler bunu hiç sevmezlerdi. Yeni kumaştan

yapmak isterlerdi. Eski bir kitabı çok dönüştürerek yazmak da böyle bir şey.

Meşakkatli. Ama Türk Dış Politikası ciltleri gibi bir boşluk dolduracağını

tahmin ederim. Hem azınlıklar tarihi açısından, hem Türkiye’deki azınlık

sorunları açısından.

Uzun

zamandır Afrika ve Çatışma Çözümleri ile ilgileniyorum. Ancak fark ettiğim ciddi

bir sorun var. Afrika ile tarihi bağlarımız olmasına rağmen hem politik hem

bürokratik hem de ciddi anlamda akademik açığımız var. Örneğin, sizin “Afrika

Milliyetçiliği” kitabınız sonrasında çok uzun zaman Afrika ile ilgili bir kitap

yazılmadı. Türkiye ve Afrika arasındaki bu açıklar nasıl kapanabilir?

Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği - Kara

Afrika Modeli’ni yazdığım zaman Türkiye’de Kara Afrika üzerine tek bir kitap

vardı: Hıfzı Topuz’unki. Hiç unutmuyorum, millet benimle dalga geçti böyle bir

konu aldığım için. Hem milliyetçilikle uğraştığım için çünkü o tarihlerde

(70’lerin başı) Türkiye’de yalnızca Türkçü ve Turancılar milliyetçilikle

uğraşırdı, solcular uğraşmazdı, hem de Kara Afrika gibi Allah’ın unuttuğu bir

yerle ilgilendiğim için. “Yarın öbür gün Afrika’ya deterjan satacağız, önemli

olacak” dedim, bu sefer de deterjan lafıyla dalga geçtiler. Bir şey sana

objektif olarak mantıklı ve yararlı geliyorsa, çok bakmayacaksın etrafa.

Açık dediğin, Türkiye’nin bu ülkelerle

ekonomik ilişkileri arttıkça kapanır. Yayınlar da az çok var zaten.

Hocam,

son soru olarak 40 yıllık birikim dâhilinde biz Uluslararası İlişkiler

disiplini öğrencilerine yönelik tavsiyeleriniz nedir? Kalın kalın kitapları

okumak artık yeterli değil galiba?

Yeterli mi bilemem ama şart. Okumayıp de

nereden öğreneceksin; gidip dolaşarak mı? Evet, araştırma konusu yeri gidip

görmek çok önemli ama yeterli teorik bilgiyi edindikten sonra. Mesela ben

atıldığım dönemlerde (80’ler) Batı Trakya kitabını yazdım, Sonuç’u yazmadan

önce de gidip gördüm, Sonuç’u öyle yazdım. Belgeleri-bilgileri hatmetmeden

gitseydim, turistik gezi olurdu; boş kafa gezdirirdim. Neye baktığın değil,

nereden baktığın önemliymiş. O da ancak teorik bilgiyle olur.

Uluslararası ilişkiler disiplini, birkaç

ana bilim dalını bilmeden öğrenilemez: 1) Sosyoloji; 2) Siyasi Tarih (diplomasi

tarihi); 3) Uluslararası Hukuk; 4) Siyaset Bilimi. Uluslararası ilişkiler işte

bütün bunların kesiştiği noktadadır. Bunları öğrenmeden olmaz.

Bir de, tabii, İngilizce bilmeyen hiç bu

işe girişmesin. Dedik ya, bu iş Türkiye için biraz lükstür, diye.

Sayın

Hocam kitabınızı yazma aşamasında bize vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız

için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Hacı Mehmet BOYRAZ

Kaynak: https://www.academia.edu/8037737/Prof...
İçeriğin Devamı Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0