Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!
Prof. Dr. Baskın ORAN ile Özel Röportaj
Özel Röportaj
Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (emekli) Öğretim Üyesi, “hocaların
hocası” Sayın Prof. Dr. Baskın ORAN ile “Türkiye’de Uluslararası İlişkiler” konusu
ve şahsı ile ilgili olarak merak edilen hususlar üzerine güzel bir sohbet
gerçekleştirdik. Değişen Türk Dış Politikasından ziyade Türkiye’de Uluslararası
İlişkiler Bölümüne yaklaşık 40 yıl emek vermiş bir “efsane” ile böyle bir
röportaj ilk kez gerçekleştirildi.
Sayın
Hocam, öncelikle çok değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için teşekkür
ederiz. Bodrum’da tatildesiniz ama Dalavera Mehmetsiz. Yaklaşık 7 yıl geçti,
özlüyor musunuz?
Özellikle sabahları. Dalavera çoğu sabah
gelirdi, bahçede otururdu. Bakardı yukarı, bizim yatak odasının kepenkleri
açılmış mı diye. Ben de açınca ona seslenirdim, kahvaltıya gel Memet Abi,
derdim. Kalmış birkaç dişiyle kahvaltısını ederken, bir yandan da Bodrum’da dün
gece neler olmuş, kimler kimleri naapmış, bütün dedikoduları sıralardı.
Basardık kahkahaları.
Zaten Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi
kitabı buradan kaynaklandı. Bir sabah dedim ki, “Memet Abi, sen ne hoş, ne
matrak şeyler anlatıyorsun. Kimseden duymadım bunları Aynı zamanda da tarih
bunlar. Bunları bir kitap yapalım” dedim. “Yapalıııım” dedi, dünyanın en normal
şeyiymişçesine. Ondan sonra da öğleden sonraları geldi, tam üç ay konuştuk. O
anlattı, ben banda aldım. Sonra anlamadığım yerleri Feyhan’a sordum, o
tamamlayıcı bilgi verdi. Çünkü mübarek hem Bodrumca konuşuyor, hem de kimsenin
bilmediği, önceden bilinmesi şart olan bir sürü şeyler anlatıyor, anlamıyorum.
Neyse, o kitap öyle yazıldı.
Kahvaltıda sıralardı, kimler doğmuş,
kimler ölmüş, falan. Çünkü Dalavera Bodrum’un erkek ölü yıkayıcısıydı aynı
zamanda; karısı da kadınların ölü yıkayıcısı. Memet Abi çok yoksul olduğu için
hiç kimsenin yapmak istemeyeceği işleri yaparak hayatını kazanmıştı. Fosseptik
boşaltmak, dam aktarmak, mezar kazmak… Böyle onurlu bir hayat yaşadı; uzun uzun
anlattım kitapta. Çıkınca çok mutlu oldu, görecektiniz. Zaten hemen onun
oturduğu sokağa adı verildi, sağlığında. Havalara uçtu Dalavera. Halikarnas
yokuşundan çıkarken soldaki son sokaktır.
O gidince, çok ama çok büyük bir boşluk
oldu içimde. Birçok şeyin arasında bu sohbetlerden de yoksun kaldık. Ben
onlarla haftalık yazılar da yazıyordum her yaz. Şimdi kurudum. Zaten Türkiye’de
ortam çok tatsız, artık Bodrum yazmak içimden gelmiyor.
Emekli
olalı uzun bir süre oldu ama başta Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi öğrencileri olmak üzere Türkiye’deki üniversitelerimizde eğitim gören
Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencileri için siz hala bir “efsane” siniz. Sadece
akademi dünyasında değil Dışişleri Bakanlığı stajımda da bizzat şahit olduğum
olaylar neticesinde Bakanlık diplomatları için de öylesiniz. Gerek
akademisyenlik gerek “akillik” döneminizde gerekse hâlihazırda birçok kişi sizi
olumlu ve olumsuz anlamda eleştirdi ve eleştirmeye de devam ediyor. Ancak sizinle
alakalı olarak herkesin buluştuğu bir nokta var: “Her şeye rağmen o, hocaların hocası”. Yetiştirdiğiniz on binlerce
öğrenci şu anda en başta akademi dünyası ve Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere
Türkiye ve dünyanın birçok noktasında hayatlarını ikame ettiriyorlar. Örneğin,
1999 yılında size “Hocam” diyen öğrencinize (Dr. Nefise Ela GÖKALP ARAS) bugün ben
Gediz Üniversitesi’nde “Hocam” diyorum. Sanırız emeklilik dönemindeki bir hoca
için bundan büyük bir gurur yoktur? Bu dâhilde, ilk sorumuz 1970’lerde
başladığınız bu mesleğe geri dönüp baktığınızda unutamadığınız, sizi derinden
etkileyen an(lar) nelerdir?
Teker teker cevap vereyim. Bir kere, her
hocanın hem seveni hem sevmeyeni vardır. Önemli olan, hocalığı öğrenci
tarafından takdir ediliyor mudur, odur. Çünkü öğrenci bol not vereni sever, ama
takdir etmeyebilir. Benimki umarım takdir edilmiştir. Çünkü ben sadece hocayım
ve öğrenci ne not alırsa onu veririm, verirdim.
Benim bütün hayatım hocalıktır. Hatta
bunu abartıyorum galiba. Mesela arkadaşlarımla yiyip içerken kendimi bir
yakalıyorum, konferans vermekteyim. Ayıp oluyor bazen ama engellemesi güç.
Zaten benim hayatım sadece iki şey
arasında asimetrik olarak taksim edilmiştir: Eşim ve çalışmalarım. Asimetrik
dediğimin sebebi, eşime daha az zaman ayırıyor oluşum. Yaşlandıkça bu asimetri
tersine çevrilir diye umuyorum.
Tabii ki bir hoca için bundan daha büyük
iftihar vesilesi asla olamaz. Asistanlığa
1969’un ilk günü başladım. Tabii ki
anlatacak çok an ve anı var. Hem tatlı, hem acı. Çok sevindiğim durumlar oldu,
çok da üzüldüğüm/utandığım. Boş ver. Uzun işler bunlar.
Dışişleri özel bir bakanlıktır. En azından,
son zamanlara kadar. Düşün ki, ben orada, Dışişleri Akademisi’nde başka
derslerin yanı sıra 5’er saat Kürt Meselesi ve Ermeni Meselesi dersi verirdim
yeni girenlere. Genç diplomatlar yurt dışına atandıklarında gümmm diye beton
duvara kafalarını toslamasınlar, kendilerini neyin beklediğini öğrensinler,
aşılansınlar diye onlara gerçekleri öğretirdim. Şimdi artık istemiyor Bakanlık.
Bu konuları MİT’ten gelenlerin anlattığını söylediler, doğruysa. Belki de hiç
anlatılmıyordur artık. Tabii ki sormuyorum ne yapıyorsunuz diye.
Bugün
internete “Baskın Oran” yazdığımızda karşımıza birçok biyografik metin çıkıyor
ama hepsinde standart bilgiler var. Bu röportajı okuyan birisine yönelik olarak
Baskın Oran’ın bilinmeyen yönleri nedir? Örneğin, boş zamanlarınızda ne
yaptığınıza dair bir bilgi yok internette?
Benim boş zamanım olmaz ki. O açıdan
bakarsan can sıkıcı bir adamım. 12.00-18.00 ve 22.00-02.00 arası çalışırım.
Ha, olur tabii; iki elim kanda olsa
Feyhan’la oturur, kışları 18.30, yazları da 19.30’dan itibaren yemek saatine
kadar bir veya iki duble içeriz. Çene yaparız. Happy Hour, gerçekten. Kışın
haftada bir, yazın haftada iki dışarı yemeğe gitme dışında konuşabildiğimiz ve
gerçekten dinlenerek eğlendiğimiz tek zaman budur.
Ben her gün farklı bir içki içerim. Bir
gün hafif (şarap falan), bir gün sert (rakı falan). Ama en sevdiğim içki,
Feyhan’ın Mülkiyeli bir emekli diplomat abimizin eşinden yıllar önce öğrendiği
Margarita’dır. Her gün hazırlar, buzluğa koyar. Ben kaşık kaşık alıp margarita
kadehine koyarım, elimin sıcaklığıyla eridikçe içerim. İki ölçü tekila, bir
ölçü portakal likörü, bol limon suyu, donması için de biraz su. Enfes-ül
âlâdır.
Bu aperatif seansından sonra Feyhan
yemeği hazırlamaya kalkar, ben yarım saat kadar uyurum. Bu beni 02’ye kadar
ayakta tutar. Yemekte içmeyiz; belki ikimiz ortak bir kadeh şarap; yemek
cumburlop yenmesin diye. Yemek sonrası duble bir espresso, sonra çalışmaya.
Ha, bir de kışları haftada üç gün birer
saat havuzda, yazları da her gün yarım saat denizde yüzerim, dizlerim ve belim
için, İzmir tabiriyle metazori. Feyhan ise zevk için yüzer. Sabahları yine
metazori biraz jimnastik…
Dile
kolay, 4 kez meslekten atıldınız… Ama yılmadınız. Hep mücadele ettiniz. Her dönemde
zorluklar yaşadınız. Neden hep “Resmi İdeoloji Dışı” çalışmalar yaptınız?
Atılmalarım, benim onurumdur. Başımın
tacıdır. Nasıl çoğu akademisyen için aldığı ödüller, kazandığı burslar vs.
onursa, benim için de bu. Herkesin kafayı buluş şekli farklı. CV’mde esas
yazacak şeyimdir.
Neden resmî ideoloji dışı? Çünkü sabah
aynaya bakınca utanmamak lazım. Ezilmiş-dışlanmışlar için yazmayacaksın da
kimin için yazacaksın?
1980
süreci sizin için çok önemli idi. İçinizde o kadar şey kaldı ki bir kitap bile
hazırladınız (Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları). 1980’den bugüne Türkiye’de ne
tür değişiklikler oldu acaba?
Yazmaya kalkarsam bitmez tabii ki. Ama
şu oldu ki, 1980 askerî darbesi 1930’ları taklit etme konusunda işin bilmem
nesini çıkardı, bu da başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’deki iç
dinamikleri önce öldürdü sonra muazzam hızlandırdı; diyalektik dediğimiz
şeydir. Türkiye’de gerçek STO’lar 1980 tarafından ezildikten sonra dirildi. Eh,
İslamcı akım da. PKK’yı yaratan 12 Eylül faşizminin mezalimidir.
Önceki
soruyla bağlantılı olarak editörlüğünü yapmış olduğunuz “Türk Dış Politikası,
Cilt 1 – 2 – 3” bugün alandaki dev bir boşluğu dolduruyor. Son cilt 1980 – 2012
arasını kapsıyor. 2012’den bugüne Türk Dış Politikasında neler değişti acaba?
Şöyle söyleyeyim: Yazarlarımızdan bir
tanesi kendi bölümünü fevkalade geç verdi, iki yıl falan geç. Ama şerden hayır
doğarmış, eğer zamanında verseydi ve biz planladığımız gibi o cildi 2010
sonunda bitirseydik, AKP’nin dış politikasının övgüsünden ibaret olacaktı.
Ondan sonra kolaysa dert anlat. Bu politika o tarihe kadar çok başarılıydı,
bunu kimseye anlatamazdın.
AKP’nin dış politikası 2010 sonuna kadar
hiç olmadığı kadar iyiydi, ondan sonra tam bir felaket oldu; evlere şenlik.
Hani ne derler, ossa ossa bu kaa olur. Dünya âleme reziller olduk. Ortadoğu’dan
kovulduk, Batı’da aşağılanıyoruz. Orta Asya bitti, Balkanlar tükendi.
Uluslararası
İlişkiler disipliniyle ilgili olarak bu mesleğe 40 yılınızı verdiniz. Bugün
gelinen noktada hemen hemen her üniversitede “Uluslararası İlişkiler” Bölümü ya
tek başına ya da bir başka bölüm ile (Avrupa Birliği, Siyaset Bilimi, Kamu
Yönetimi, v.b.) okutuluyor. Her yıl binlerce öğrenci bu bölümden mezun oluyor
olmasına ama belli başlı üniversiteler dışında çok da kaliteli eğitim
verilmiyor. Sizce bölümün bu kadar çok üniversitede okutulması doğru mu?
Kalifiye akademisyen ve asistan açığı olduğunu düşünüyor musunuz?
Uluslararası İlişkiler, Türkiye için
lüks bir eğitimdir. Bu bölüm mezunlarına çok az ihtiyaç var. Bankalara falan
giriyorlar, mezun olunca. Bu bölümlere çok az öğrenci almak lazım. Ama nerdeee?
Türkiye’de eğitimin hangi safhası planlanmış ki bu planlanacak.
İlkokuldan üniversiteye toptan ele almak
lazım. Hele, üniversiteleri baştan ikiye ayırmak lazım: Eski, köklü olanlar.
Bunları a’dan z’ye özerkleştirmek lazım. Yeni kurulmuş, çok eksiği olanları da
bir süreliğine birincilerin vesayetine almak lazım; zaten bunlar asistan
doktoralarını falan birincilerde yaptırıyorlar. Bu ikincilerde eğitim
genellikle sanal. Bir kere, hoca yetersiz. Hoca olmadan hiç bir şey olmaz.
YÖK’ü de sadece bir eşgüdüm kurulu
olarak muhafaza edip, tamamen özerkleştirmek şart. Neyse, ben bir emekli olarak
karışmayayım böyle şeylere. Emekliyim, şükür.
En
son “Kürt Barışında Batı Cephesi: Ben Ege’de Akilken…” isimli kitabınız
okuyucularla buluştu. Kitaba yönelik olumlu ve olumsuz eleştiriler hangi
eksende acaba? Herkesin malumu sizin “akil adam/ insan” döneminiz biraz
çalkantılı bitti.
Fazla bir eksende değil. Ülkede her şey
cumhurbaşkanı seçimine odaklandı, Erdoğan’ın tek adam olmasına kilitlendi. Kürt
meselesi bilmem ne durumda. Canlanınca, o kitap da okunur. Çünkü meseleyi
belgesel olarak anlatan tek kitap. Tutanaklarıyla. Orada sizin üniversitede
yaptığımız toplantıyı aziz bir anı olarak uzunca anlattım. Beni çok mutlu etmişti
o toplantı. Çok kaliteliydi.
Sorun şurada: 1) AKP’den başka, bu
soruna el atan olmadı; 2) Bu sorun Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası
ve AKP ile demokrasi kelimesi Erdoğan nedeniyle aynı cümlede geçemez. Umarım
anlaşılmıştır. Bu kadarla özetleyeyim.
Bu
kitabın hemen ardından yeni bir kitaba başladığınızı belirttiniz. Şu anda
yazmış olduğunuz kitabın içeriği nedir? Okuyucularınızla ne zaman buluşturmayı planlıyorsunuz?
Ayrıca, “Ben Siyasal’da Akademisyenken” isimli bir kitap yazmayı düşünüyor
musunuz?
Ben Akademisyenken diye bir kitap
düşünmem. Ben merkezli şeylerden hoşlanmıyorum. Hoşlansam, 2007’deki Bağımsız
Sol Aday Kampanyası’nı yazardım; elinde birincil kaynaklar olan bir tek ben
varım. Eğer ciddi bir doktora adayı çıkarsa, kendisine memnuniyetle veririm
bunları. Ama çok ciddi olduğuna inanmam gerek.
Şu anda yazdığım yeni bir kitap değil
ama yeni bir kitaptan çok uğraştırıyor. Türkiye’de Azınlıklar’ı yeniden
yazıyorum. Çok genişleterek ve 2008’den bu yana güncelleştirerek. Çok
uğraştırıyor derken, ben biraz fazla titiz davranıyorum çünkü kitabın ilk
yazılışı kanımca aceleye gelmişti. Önemli ayrıntılara girememiştim azınlıklar
tarihi açısından.
Üstelik benim çocukluğumda terziler
vardı, babanın ceketini bozup oğula yaparlardı çünkü herkes çok dar bir
bütçeyle yaşardı o zamanlar. Ama terziler bunu hiç sevmezlerdi. Yeni kumaştan
yapmak isterlerdi. Eski bir kitabı çok dönüştürerek yazmak da böyle bir şey.
Meşakkatli. Ama Türk Dış Politikası ciltleri gibi bir boşluk dolduracağını
tahmin ederim. Hem azınlıklar tarihi açısından, hem Türkiye’deki azınlık
sorunları açısından.
Uzun
zamandır Afrika ve Çatışma Çözümleri ile ilgileniyorum. Ancak fark ettiğim ciddi
bir sorun var. Afrika ile tarihi bağlarımız olmasına rağmen hem politik hem
bürokratik hem de ciddi anlamda akademik açığımız var. Örneğin, sizin “Afrika
Milliyetçiliği” kitabınız sonrasında çok uzun zaman Afrika ile ilgili bir kitap
yazılmadı. Türkiye ve Afrika arasındaki bu açıklar nasıl kapanabilir?
Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği - Kara
Afrika Modeli’ni yazdığım zaman Türkiye’de Kara Afrika üzerine tek bir kitap
vardı: Hıfzı Topuz’unki. Hiç unutmuyorum, millet benimle dalga geçti böyle bir
konu aldığım için. Hem milliyetçilikle uğraştığım için çünkü o tarihlerde
(70’lerin başı) Türkiye’de yalnızca Türkçü ve Turancılar milliyetçilikle
uğraşırdı, solcular uğraşmazdı, hem de Kara Afrika gibi Allah’ın unuttuğu bir
yerle ilgilendiğim için. “Yarın öbür gün Afrika’ya deterjan satacağız, önemli
olacak” dedim, bu sefer de deterjan lafıyla dalga geçtiler. Bir şey sana
objektif olarak mantıklı ve yararlı geliyorsa, çok bakmayacaksın etrafa.
Açık dediğin, Türkiye’nin bu ülkelerle
ekonomik ilişkileri arttıkça kapanır. Yayınlar da az çok var zaten.
Hocam,
son soru olarak 40 yıllık birikim dâhilinde biz Uluslararası İlişkiler
disiplini öğrencilerine yönelik tavsiyeleriniz nedir? Kalın kalın kitapları
okumak artık yeterli değil galiba?
Yeterli mi bilemem ama şart. Okumayıp de
nereden öğreneceksin; gidip dolaşarak mı? Evet, araştırma konusu yeri gidip
görmek çok önemli ama yeterli teorik bilgiyi edindikten sonra. Mesela ben
atıldığım dönemlerde (80’ler) Batı Trakya kitabını yazdım, Sonuç’u yazmadan
önce de gidip gördüm, Sonuç’u öyle yazdım. Belgeleri-bilgileri hatmetmeden
gitseydim, turistik gezi olurdu; boş kafa gezdirirdim. Neye baktığın değil,
nereden baktığın önemliymiş. O da ancak teorik bilgiyle olur.
Uluslararası ilişkiler disiplini, birkaç
ana bilim dalını bilmeden öğrenilemez: 1) Sosyoloji; 2) Siyasi Tarih (diplomasi
tarihi); 3) Uluslararası Hukuk; 4) Siyaset Bilimi. Uluslararası ilişkiler işte
bütün bunların kesiştiği noktadadır. Bunları öğrenmeden olmaz.
Bir de, tabii, İngilizce bilmeyen hiç bu
işe girişmesin. Dedik ya, bu iş Türkiye için biraz lükstür, diye.
Sayın
Hocam kitabınızı yazma aşamasında bize vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız
için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Hacı Mehmet BOYRAZ