Biraz kanat çırpıp hızlanıyorum, sonra süzülmeler, dalmalar, taklalar falan. Acayip. Olmayan saçlarımı bile hissediyorum, hızımı düşünün. Epey bir süre dolaştım kuş diyarında, sağa sola, aşağı yukarı.
Sonra yavaş yavaş sıkılmaya başladım -insanoğlu nankör işte- ve birden yukarıda parlayan güneş dikkatimi çekti, havada asılı durup bana bakıyordu. Çok güzeldi, kanatlarım gibi hafif, yumuşak, kaygan ve parlak. Mutlaka yanına gitmem lazımdı, alacaktım o turuncu topu. Kanada kuvvet yükselmeye başladım. Yaklaştıkça işler zorlaşıyordu, hem yorulmuştum, hem de malum, kanatlar eriyen cinstendi.
Olsun kafaya takmıştım, güneşin zaptı yakındı. Derken olanlar oldu, bal mumu bal mumluğunu yaptı güneş de güneşliğini. Düşüyordum... Aksi gibi güneşe doğru da değil, bizim Ikarus’un üstünde nefeslendiği kayaya doğru. Neyse uzatmayalım, yere çakıldım. Rüya bu ya, oram buram paralanmıştı ama kırık çıkık yoktu. Kalkıp üstümü silkeledim, kanat kalıntılarını temizledim söylenerek, bir de gülme tutmuştu.
Daedalus’un uçarakıl oğlu yanıma geldi koşmadan, yanında bir de sakin ve hınzır bir gülümseme getirmişti. ”Ne o kardeş” dedi, 'Yetmedi mi uçmak, zorun neydi?' “Ulan”, diye başladım, “Güneşe gitmeyeceksem, kanadı ne….” Sonra durdum, “Boş ver.” dedim, “Boş ver, sen bir çay ver bana.” Gülmemi de tutamıyordum. Çay gelmeden uyandım.
Uyanmıştım uyanmasına da rüyadan sıyrılamamıştım. Biraz tavana baktım, sonra “Tamam.” dedim “Gün başlasın.” -Sanki o da beni bekliyordu başlamak için-. Kalktım, bir adım attım, ayağıma bir şey yapıştı. Tuhaf, yumuşak, kaygan, parlak bir şey. “Hay Allah!” dedim, “Doğru düzgün temizlememiş bu hafta R. Hanım, yapmazdı böyle şey.” Kafamı salladım, odadan çıktım. Yürüyerek.
Ecmel Ayral
Facebook
Twitter
Instagram
Linkedln
YouTube
Yorum Yazın