Arada başka lisanlar öğrenmem gerekiyor. Kedilerin, köpeklerin, kuşların dilini gözlerinden çözmem lazım geliyor. Bir çiçek boynunu büktüğünde neyi sevmediğini bilmem, başka kültürler, başka inançlar, başka yaşam şekilleri ile tanışıp bazen kendime başkalaşmam, karşımdaki ile aynı frekansı yakalayarak kendime yabancılaşmam gerekiyor.
Yeni arkadaşlar edinmek, mum ışığında bir ahşap masada otururken, farklı yerlerden gelen hayatlarımızın ortak noktasında isyanları, kalp kırıklıklarını, şefkatleri, taşıdığımız izlerin derinliğini usulca görüp üzerine bir bardak su içmek gerekiyor.
Bazen insanların bize açıkça söylemediklerini belki de söyleyemediklerini de duymamız gerekiyor. Herkesin kendine ait bir dünyası var, içine sığdırılamadığımız, içinde kendimiz olamadığımız, bir adım ileri atamadığımız o bireysel dünyalarla vedalaşmamız gerekiyor. Aksi halde kendi kendimizi adını toksik ilişki koydukları bir zorbalık içinde bilinçli ve gönüllü bir köle olarak buluyoruz.
Bu sebeple biraz bu konuya değinmek istedim. İlişkiyi toksik olarak adlandırırken kendimizi nasıl da sorumluluk almaktan muaf tutup tüm sorunu ilişkiye yüklüyoruz. Oysa toksik olan ilişkinin aktörleri arasındaki köle-efendi bağı değil mi?
Sürekli yönlendirilmeye çalışıldığınız, hesap verdiğiniz, nefes alma alanınızın daraldığı, önemsenmediğiniz, ciddiye alınmadığınız, aşağılandığınız, değersiz hissettirildiğiniz, kendini ilişkinin merkezine koyup sizi portmantonun yanına ayakkabılarını iliştirip, sürekli gitmeye hazır ve huzursuz bekleten insanların dünyalarına yolculuk değil mi toksik denilen ilişkiler? Oysa ilişki dediğimiz iki ya da daha fazla şey arasında oluşan karşılıklı bir bağ değil midir? Kedinizle ilişkiniz, çiçeğinizle ilişkiniz, ailenizle ilişkiniz, sevdiğinizle ilişkiniz, çocuğunuzla ilişkiniz en önemlisi de kendinizle ilişkiniz. Kendisi ile bağ kurmamış insanların başka canlılar ile kuracağı bağ ne kadar sağlıklı olabilir?
Dünya ile kurduğumuz bağ da bu anlamda toksik değil mi peki?
Kendini merkeze alan, bencilce enerji kaynaklarını daha ve hep daha fazlası için sömüren insan da dünya ile toksik bir ilişki kurup bu süreçte dünyaya hoyratça davranmıyor mu? Kendini tüm canlıların üzerinde görüp, yaşam haklarını daraltmıyor mu? Kendini daha gelişmiş ilan eden daha az gelişmesine izin verilmiş olan üzerinde hak iddia etmiyor mu? Tüm silahlanmalar ile hiç günahı olmayan insanlar gündelik hayatlarında endişe içinde ölümle burun buruna yaşamıyor mu? Dünyanın doğasını kölesi gibi sömüren insan zihniyeti dünyaya nefes alacak alan bırakmayarak asıl toksiğin kendisi olmuyor mu?
BM 2021 Emisyon Raporu’na bir bakalım. Devletler tüm vaatleri hayata geçirse bile küresel sıcaklıkların 2.7 derece artacağını söylüyor. Bu durum kitlesel kayıplar ve kaynakların tükenmesi anlamına geliyor. Seller, erozyonlar, Arktik buzulları kaybında artış, yeni salgınların hayatı tehdit etmesi, türlerin yok oluşu, asitlenme ve azalan oksijen ile okyanuslarda yaşanan değişimler, deniz canlı türlerinin azalması, orman yangınları, orta enlemdeki ülkelerin tropik iklime geçişi, hidrolojik, fizyolojik, ekolojik, tarımsal kuraklıklar gibi birçok olumsuz sonucu yaşayacağımızı söylüyor. Bu toksik ilişkinin bedelini hep birlikte hatta daha dünyaya gelmemiş olanlara miras bırakarak ödeyeceğimizi söylüyor.
Belki de kafamızı artık aklımızı başımızdan alan “akıllı” telefonlarımızdan ve kendi kurduğumuz, merkezine kendimizi ve duygusal ilişkilerimizdeki gönüllü zehirlenmelerimizi koyduğumuz bireysel dünyalarımızdan kaldırıp, kendimizle ve doğayla bağımıza, ilişkimize odaklanıp; asıl gezegenimizle kurulan toksik ilişkiyi düzeltmek için konuşmalıyız. Belki de kendi “ben”imizden daha duyarlı, daha bilinçli, bütünü algılayan bir “biz”e taşınmanın, köprüden son çıkışı kaçırmamak için artık kendimize değil yola bakmanın vakti gelmiştir.
Instagram
Twitter
Yorum Yazın