Dünyanın En Vahşi Sporu, Modern Çağ Gladyatörleri: "CALCIO STORICO"
Calcio Storico isimli sporu muhtemelen duymamışsınızdır. İtalyanca 'Tarihi Futbol' anlamına geliyor ve muhtemelen dünyada hala icra edilen en vahşi sporlardan birisi. Kickbox, UFC, Futbol ve Rugbynin tek spor dalında birleştiğini düşünün... Kökenleri 16. yüzyıl İtalya'sına dayanan sporun kuralları oldukça ilginç. Her takımda tam 27 kişi var ve arenada oynanıyor. Amaç elleri ve ayakları kullanarak en fazla golü atmak
Gazze'de Balıkçı Ağına Takılan Apollo Heykeli Kayıplara Karıştı
Gazze'de geçtiğimiz yaz bir balıkçının ağına takılan 2 bin 500 yıllık, paha biçilemeyen ve Yunan şiir ve aşk tanrısı Apollo'yu betimlediği düşünülen bronz heykel kısa süre eBay'de görülmesinin ardından ortadan kayboldu. Cevdet Ebu Gurab eskiden inşaat işçisiydi. Ama 2007'de İsrail'in Gazze Şeridi'ne inşaat malzemeleri sokulmasını sınırlandırmasından sonra, o da babası gibi balıkçılık yapmaya başladı. Cevdet'in küçük bir sandalı var. Bu yüzden asla çok uzaklara açılmıyor. Hep küçük balık avlıyor. O gün Cevdet'in amcası da kendisiyle balığa çıkmış, ama kıyıya erken dönmüş. Cevdet ise avlanmaya devam etmiş. 'Küçük sandalım ve küreğimle denizde yapayalnızdım. Saatlerce bekledim. Denizin derinliklerinde kaderin bana ne sürprizler hazırladığını hayal bile edemezdim.' diyor. 'Bazen dalgalar denizin dibini karıştırırlar. Küçük balıklar da yemek aramak için oraya giderler. Balıkların kıyıdan 100 metre kadar açıktaki bir noktada toplanmaya başladıklarını gördüm. Oraya doğru kürek çekmeye başladım ve denizin dibinde bir insan bedeni gördüm. Bedeninin yarısı kumun altında kalmıştı.' Cevdet ilk anda bu gördüğü manzara karşısında ürkmüş. Suya uzun uzun bakmış ama adamın yüzünü tanımamış. Sonra dalınca ve bedene dokununca bunun 'taş gibi' olduğunu fark etmiş. 'Hareket ettirmeye çalıştım, heykel olduğundan emin olmak için. Ama çok ağırdı.' diyor. 'Altın rengindeydi, altın bir heykel bulduğumu sandım.' Cevdet, yeri işaretlemiş ve akrabalarını yardıma çağırmak için kıyıya çıkmış. Bir süre sonra hep birlikte geri dönmüşler, denize dalmışlar. Heykel yaklaşık dört metre derinlikte duruyormuş. 'Heykeli bir iki metre hareket ettiriyor, sonra suyun yüzeyine çıkıp, nefes alıp, tekrar dalıyorduk.' diyor. Dört saat uğraştıktan sonra heykeli suyun dışına çıkarmayı başarmışlar. Bunun çıplak bir insan heykeli olduğunu görmüşler. Bir at arabasına yükleyip, Cevdet'in evine götürmüşler. Cevdet, 'Karım çırılçıplak heykelin salonun ortasında öylece durduğunu görünce yüzünü kapadı. Üzerini örtmem için yalvardı.' diye anlatıyor gülerek. Cevdet'in amcası Atıf, heykeli birkaç parçaya bölüp, parçaları ayrı ayrı satmayı önermiş. 'Heykelin başındaki renge bakınca altın olduğunu sanmıştım. Oğullarımdan biri heykelin parmaklarından birini kesip kuyumculara göstermeyi önerdi. 'Sonra aklımıza altın satış işleriyle uğraşan bir akrabamız geldi. Onu eve çağırdık. Heykele baktı ve bronz olduğunu söyledi. 'Ama bronz bir heykelin altın bir heykelden daha değerli olabileceğini söylemeyi de ihmal etmedi.' Cevdet heykeli Mısır'a kaçırmayı, burada satmayı düşündü. Ancak Hamas'ın iktidara gelmesinin ardından yürürlüğe sokulan ablukayı delmek için kazılan bu yeraltı kaçakçılık tünelleri Mısır ordusu tarafından önceki yaz kapatılmıştı ve artık kullanılmıyordu. Komşular sorular sormaya başlayınca, Cevdet Hamas'ın askeri kanatı İzzettin el Kassam tugayında komutan olan bir akrabasından heykeli saklamasına yardım etmesini istedi. 'Heykeli benden alanlar, sattıklarında bana yüklü bir para vereceklerini söylediler. Ama şimdiye kadar bize bir ödeme yapılmadı.' diyor. Heykel eBay'de satışa çıkarıldığında 500 bin dolarlık bir fiyat biçilmiş. Ancak sonra eBay'den de kaybolmuş. Heykelin durumuyla ilgili olarak kaygılandığını, renginin solmaya başladığını, tek gözünün çıkarıldığını anlatıyor. Paris'teki Louvre Müzesi'nden 500 kilogram ağırlığında, 1,75 metre boyundaki bu heykelin satın alınması için verilen teklifi değendirdiklerini söylüyor. Hamas, BBC'nin heykeli görme talebini reddetti. Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yaşayanlar, heykelin halen militanların elinde olduğunu, militanların heykeli Hamas hükümetine vermeyi reddettiğini söylüyor. Ancak heykelin kimin elinde, ne durumda olduğunu kimse tam olarak bilmiyor.BBC Türkçe
Türkiye'ye İlk Otomobil Ne Zaman Geldi?
Avrupa’da otomobil üretiminin endüstri haline gelmeye başladığı 19’uncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı İstanbul’un Arnavut kaldırımı sokakları, henüz otomobil denen atsız arabayla tanışmamıştı.Her türlü yeniliğe kuşkuyla bakan Padişah II. Abdülhamit, otomobilden özellikle çekiniyordu. Saraya suikast amacıyla sessizce yaklaşmalarını önlemek için at arabalarının lastiklerini sökecek kadar evhamlı olan padişah, Sadrazam Avlonyalı Ferid Paşa’nın kendi şahsına otomobil alma isteğini de sert bir şekilde önlemişti. Ferid Paşa böyle bir arzusu olmadığını kesin bir şekilde belirtmesine rağmen, ağır bir şekilde azarlanmış, arabasının tekerlekleri sökülerek Babıâli’ye Maliye Nazırı’nın arabasıyla gitmek zorunda kalmıştı. İlginizi çekebilir: Anadol otomobillerin hikayesiAT ARABASIYLA SUİKAST Padişahın korkuları bir ölçüde doğru çıktı. Ancak suikast aracı bir otomobil değil, at arabası olacaktı. 21 Temmuz 1905 Cuma günü, Sultan İkinci Abdülhamit camiden saraya dönerken, bir arabaya konan bombanın patlamasıyla, 23 kişi öldü, 58 kişi yaralandı. Yapılan araştırmada tahrip olan arabaların sahipleri bulundu ancak 17’nci arabanın kayıt numarası ve sahibine ulaşılamadı. İşin ilginç yanı, araba lastik tekerlekliydi. Gümrük memurları ilk gelen otomobile “zatü’l-hareke” adını vermişti. Devamı: İLK OTOMOBİLİN GELİŞİ
Amerika'daki Özgürlük Anıtı Bir Osmanlı Malıdır
Özgürlük (Liberty) adası üzerinde yükselen Özgürlük Heykeli, ABD’nin en büyük sembollerinden biridir. 1886’da Fransız halkı tarafından, kuruluşunun 100. yılı nedeni ile (10 yıl gecikmeli olarak)ABD’ye hediye edilen heykel, bol elbiseler ile sarınmış, elinde meşale taşıyan bir kadını resmeder. Kadının başında 7 kıtayı veya 7 denizi simgeleyen 7 dikenli taç vardır. Sol elinde ise, üzerinde Amerika’nın Bağımsızlık Günü olan 4 Temmuz 1776 tarihinin kazılı olduğu kitabe vardırPeki tüm dünyanın Amerika’ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük heykeli’nin aslında, Osmanlı’nın parası ve emri ile Mısır’daki Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açılan kıyısı için yapıldığını biliyor muydunuz?Tarih 30 Kasım 1854, Sultan Abdülmecid dönemi, Mısır, içişlerinde bağımsız, dışişlerinde Osmanlı Sultanına bağlı bir eyaletti. O dönemde Mısır Hıdivi (valisi)olan Said Paşa, Kızıldeniz ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesini hazırlatıp onaylaması için Sultan Abdülmecid’e sunuyorSaid Paşa, Abdülmecid’den tasdik gecikince projenin gerçekleşmesi için gerekli şirketin kurulmasını emretti. 30 Kasım’da Fransız mühendise gereken izni verdi.Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Osmanlı’ya baskılarını daha da artırdı. Sultan Abdülmecid vefat ettiğinde proje hala onay bekliyordu. Ancak onaylanmasa da ağır aksak ilerlemeye devam ediyordu. İki sene sonra Said Paşa da aniden vefat etti. Yerine geçen İsmail Paşa ise İngiliz taraftarıydı. Fakat bu kanalın Mısır için hayati önemini fark etmekte gecikmedi ve işe dört elle sarıldıSultan Abdülmecid’in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz’e de İngiliz baskıları devam etti. Ama Sultan Abdülaziz, denizciliğe önem verdiği için zaten başlamış olan proje için gerekli onayı hemen verdi. Bununla da kalmayıp, Mısır’ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça yüklü paralar yatırdıSaid Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında 1854’de yapılan anlaşma maddelerinde, Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açılan sahillerinde bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev bir kadın heykeli projesi de vardı. Bu heykel, hem Osmanlıyı hem Mısırı temsil edecektiMısır’ı temsilen firavunlar dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelin başında;7 iklimin padişahı olan Osmanlı Sulatanı’nı temsil eden 7 kıta ve 7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı.Heykelin elinde bir meşale olacaktı.Sultan Abdülaziz , heykelin yüzünün batıya dönük olmasını istedi.Zira elindeki ışığı doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın, doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini istiyorduParası bizzat Sultan Abdülaziz Han tarafından ödenen heykelin siparişi, Fransa’nın ünlü heykeltraşlarından Frederic Augusta Bartholdi’ye verildi.Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer’in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik etti.Frederic Bartholdi, heykelin bakır ve çelikten oluşan iskeletini, Paris’te Eiffel Kulesi’ni yapan Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı.Heykel tamamlandı ama konulduğu yer Mısır olmadı.Said Paşa’nın sipariş ettiği, parası Osmanlı hazinesinden çıkan bu heykeli, yeni vali İsmail Paşa Müslüman bir ülkede kadın heykelinin yerel huzursuzluk çıkaracağı endişesiyle istemedi.“Asya’nın Işığı” bu karar üzerine Fransa’daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye başladıO yıllar, Amerika ile Fransa’nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı hediyeleşmeler sırasında Fransız - Amerikan dostluk grubunun başkanı Edouard René Lefebvre de Laboulaye’den, Fransız hükümetine “Amerika’ya bir heykel hediye edilsin” teklifi geldi.İkna olan Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi’yi görevlendirdi. Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı. Fransa hükümetinden gelen talimata göre heykel, sol elinde bir kitap tutacak, sağ elinde de, “Dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü olan meşale” olacaktı. Yani neredeyse Fransa tarafından istenen heykel, Mısır için hazırlanan heykelin ta kendisiydi.Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirerek annesi Charlotte’nin yüzünü işledi ve heykel kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle Amerika’ya 10 yıl gecikmeyle hediye edildi.Heykeltıraş heykeli, 350 parçaya bölerek, Isere adındaki bir Fransız gemisiyle özgürlük adasına taşıdı.Bartholdi, kaidesini Richard Morris Hunt’un hazırladığı, New York kentinin liman girişindeki Özgürlük Adası olarak adlandırılan yere, 4 ay içinde monte etti ve, 28 Ekim 1886 da açılışını bizzat kendisi yaptı.Heykelin sol elindeki kitap üzerinde Bağımsızlık Bildirgesi’nin ve Amerika’nın kuruluşunun tarihiHeykel 1886’dan beri de New York’da bulunuyor .
Türklerin "Robin Hood'u Köroğlu"
Abant İzzet Baysal Üniversitesi (AİBÜ) Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Halit Karatay, Robin Hood’un sadece İngilizlere ait olduğunu belirterek, “Köroğlu, tüm Türk dünyasına ait ve zulmün ortaya çıktığı her yerde ve zamanda milletimizin kurtarıcısı olmuştur” dedi.Doç. Dr. Halit Karatay, Türk halk şairi Köroğlu karakterinin, ünlü ingiliz halk hikayesi kahramanı Robin Hood ile benzer özellikler gösterdiğini söyledi.Robin Hood’un kral olan babası ile annesinin öldürüldüğünü ve kendisine bir köylünün sahip çıktığını anlatan Karatay, Köroğlu’nun da benzer Hayat hikayesine sahip olduğunu dile getirdi.Karatay, hem Köroğlu’nun hem de Robin Hood’un ailelerinin öcünü almak için otoriteye karşı çıktığını kaydederek, “Köroğlu, gözlerine mil çekilen babasının öcünü almak üzere’Çamlıbel’ dediğimiz, sulak ve ormanlık alan kaçma eğilimi gösterir. Orada 40 yoldaşıyla haksızlığa uğrayan insanların koruyucusu durumuna geçer. Robin Hood’da da aynı şekilde derebeyler köylerini basar, üvey anne ve babasını öldürür. Bu da aynı şekilde üvey anne ve babasının ile gerçek anne babasının öcünü almak üzere mücadele verir” şeklinde konuştu.Ortaçağ’da savaş nedeniyle kral ve hükümdarların sık sık saraydan uzaklaştığına dikkati çeken Karatay, otorite boşluğu nedeniyle derebeylerin halka zulüm ettiğini savundu.Köroğlu veya Robin Hood’un derebeylerin veya kralların zulmüne karşı mücadele eden halkı ve toplumu koruyan insanlar olduğunu dile getiren Karatay, şöyle devam etti:“Köroğlu ve Robin Hood, zalimin karşısında ve mazlumun yanındadır fakat anlatılan klişe vardır. Zenginden alıp fakire verir. Öyle bir şey yok. Zengin, hakkıyla ticaret yapıp kazanmışsa ondan bir şey almıyor. Hem Köroğlu hem de Robin Hood gibi kahramanlar, genellikle haksız kazanç edinen yani başkasının malını zimmetine geçiren kişilerden alıp gerçek ya da ihtiyaç sahiplerine veren, dağıtanlardır. Bu tarz kahramanlar hem batıda hem de doğuda genelikle savaş, göç, afet, gibi zamanlarda haksızlığa uğrayan insanların hakkını korumak veya onları himaye etmek amacıyla ortaya çıktı.YENİ ŞAFAK
Mustafa'nın İdamı Gerçeğe Ne Kadar Yakındı?
Şehzade Mustafa’nın boğulması olayının ardından konuyla ilgili nerdeyse konuşmayan kalmadı. Tarihciler olayı farklı yorumlarken bambaşka bir yorum da Zaman yazarı Mustafa Armağan’dan geldi. Armağan, köşesinde Mahvidevran Sultan’ın hayat öyküsüne değindi.. İşte o yazı Tam tersi de olabilirdi ve Şehzade Mustafa Türbesi’nin önüne şiş gözlerle gelenler Mahıdevran yerine Hürrem’e, Mustafa yerine Bayezid ve erkek kardeşlerine ağlıyor olabilirlerdi. Bu bir iktidar mücadelesiydi ve bir cihan devletinde yaşanıyordu. Geçtiğimiz perşembe günü Bursa’daydım. Muradiye’de gencinden yaşlısına Şehzade Mustafa’nın türbesine tuhaf bir akın vardı. Akşam seyrettikleri idam sahnesinden gözleri şişmiş hanımlar ve kızlar, asırlar sonra olsun bu bahtsız şehzadeye bir Fatiha okumaya koşuyorlardı. Türbe restorasyona alınmıştı. Kapısı kontrplakla kapalıydı. Lakin kimin umurunda? Önünde cep telefonuyla bir hatıra resmi çektirmek yetiyor da artıyordu bile insanımıza. Tabii şişirile pişirile çekilmiş bol hırıltılı idam sahnesinin etkisi gözleriyle türbe arasında asılı kalıyordu. Türbeye bakarken onu görüyorlardı. Peki Mustafa’nın idamı sırasındaki olaylar dizideki gibi mi cereyan etmişti? Batılı kaynaklar ile tarihçi Müneccimbaşı, Kanuni’yi o çadırda gösterseler de, güvenlik bakımından ve faciaya şahit olmamak için Kanuni’nin diğer oğullarıyla birlikte uzaktaki bir çadıra geçtiğini düşünmek daha doğru olur. Belki Mustafa’nın babasının otağın 4. bölümünde olduğunu düşünüp oraya iltica etmeye kalkmasından kaynaklanmış olabilir bu algı. Fakat içeriye girebilseydi de babasını orada bulamayacaktı. (bkz. Danişmend, II, 284.) 1- Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Şehzade Mustafa içeriye girdiğinde çadır boştu ve bu yüzden telaşlanmış ve tuzağa düşürüldüğünü anlamıştı. Babasıyla da asla bir görüşmesi olmamıştı. Fakat dizide babası “tefhim”de bile bulunuyor, yani kararı yüzüne okuyor. 2- Malum dizide Kanuni, oğlu Mustafa’nın işini göremeyen cellatları güya içerideki çadırından dışarıya çıkarak uyarıyor, onlara bağırarak emir veriyor! İyi de bu cellatlar sağır ve dilsiz değiller miydi? Onu nasıl duyacaklardı? Dahası Kanuni de bunu bilmeyecek kadar saf mıydı? Temel hata Dizinin en başından beri işlenen –ama bu diziye mahsus olmayan- hata, senaryonun Hürrem-Rüstem-Mihrimah üçlüsünün bütün bu melanetleri işlediği kabulüne dayanmasıdır. Bu, olayın bir yorumudur ve kesinlikle tek yorumu değildir. Gelibolulu Mustafa Âli’den kaynaklanan bu hikâye, Batılı kaynaklar ve Topkapı Sarayı’ndaki bazı belgelerle desteklenerek modern zamanlara ulaştı ve 1916’da basılan Ahmed Refik’in “Kadınlar Saltanatı” gibi popüler tarih kitaplarıyla bildiğimiz kıvamına erişmiş oldu. Böylece bir tarafta ‘masum’ ve ‘bahtsız’ Şehzade Mustafa (iyi adam) ile onun baş düşmanları Hürrem-Rüstem-Mihrimah troikası (kötü adamlar) “cast”ı kurulmuş oluyordu. Bundan sonra gelsin senaryolar…
İstanbul Boğazı’nı Yürüyerek Geçen İlk İnsan
Suyun üzerinde yürümenin imkansız olduğunu mu düşünüyorsunuz? O bunu başardı... O her İstanbullu gibi bir boğaz sevdalısı idi. Boğazın eşsiz havasını solumayı herkes gibi o da severdi. Fakat o İstanbul Boğazı’na olan sevgisini herkesten çok farklı bir şekilde göstermek istiyordu. Leonardo Da Vinci‘nin tasarlamış olduğu bir ayakkabıdan haberdar olduktan sonra başlamıştı Atilla Hülagü’nün hikayesi. Eğer bu ayakkabı doğru kullanılırsa suyun üzerinde yürümeni sağlayabiliyordu. Bu ayakkabı Deniz Subayı olan Atilla Hülagü’nün ilgisini çekmişti. Farklı bir şeyler yapmayı arzulayan Atilla Hülagü eşini de yanına alarak bir ayakkabı yapımına başlamıştı. Yapacağı şey bir ayakkabıdan ziyade sanki kayığı andırıyordu. Yapım aşaması bile çok uzun sürmüştü bu ayakkabının. Öyle ki tam 2 yıl sürmüştü. Atilla Hülagü ve eşi çok zorlanmalarına karşın bu deniz ayakkabısını yapmışlardı. Beylerbeyi Astsubay Okulu’nun önünde yaptığı deniz ayakkabılarını denemeye başlayan Atilla Hülagü, aylar süren hesaplar ve çizimler sonucunda kendisini başarıya götürecek olan ayakkabıları yaptığına ikna olmuştur. Vapurların ve boğazın üzerine köprünün gölgesinin bile düşmediği 1963 yılında İstanbullular su üzerinde yürüyen birini görürler. Balta Limanı’ndan başladı Anadolu Hisarı’na kadar 56 dakika boyunca yürüdü. O gün, kaç kişinin ve kaç martının şaşkınlıktan birbiriyle çarpıştığı bilinmemektedir. Evet İstanbul Boğazı’nı yürüyerek geçen ilk insandır Atilla Hülagü. İstanbul Boğazı’na olan sevgisini bizim gibi elimize geleni atarak değil, üzerinde yürüyerek göstermiştir. Ancak Atilla Hülagü ismi tarihin bilinmeyen sayfalarında kaybolmuştur. Bu konuyla ilgili araştırma yaparken şöyle bir habere daha rastladık bunu da ek olarak paylaşmak istiyoruz. Ne kadar üzücü bir halde olduğumuzu, tarihimize ne şekilde sahip çıktığımızı çok açık bir şekilde gösteren bir haberdir bu... SUDA YÜRÜMEK ARTIK MÜMKÜN Çinli bir lise öğrencisi olan Wang Wenting’in icadı olan ayakkabı sayesinde artık su üzerinde yürümek mümkün olabilecek. Çin’in Chengdu kentinde yaşamakta olan Wenting’in icadıyla İstanbul Boğazı’nı yürüyerek geçmek isteyenlerin hayalleri gerçek oluyor. Hem de yorulmadan ve ıslanmadan. Wenting, icadını mümkün olduğunca az enerji harcayacak şekilde su üzerinde kalabilen ördeklerden ilham alarak geliştirdiğini söylüyor. Dört yıl sürdü... Wenting’in su üzerinde yürümeyi sağlayan ayakkabılar için çok farklı malzemeler denemesi ve geliştirme süreci dört yıldan uzun sürmüş. 180 cm uzunluğundaki ayakkabılar bir çift ördek yüzgecine benziyor. Ayakkabılar yaklaşık 500 yuana yani yaklaşık 85 TL'ye mal oluyor. Wenting, daha şimdiden bir firmanın kendisine ürünü daha da geliştirmek ve pazarlamak için teklifte bulunduğunu söylüyor.
Dizisi Yapılsa Çok Ağlatacak 13 Osmanlı Hikayesi
Muhteşem Yüzyıl dizisi ile bir kere daha gördük ki halkımız tarihe aç, 500 yıl önce yaşanan olayları bugün olmuş gibi içinde hissediyor ve gözyaşlarını tutamıyor. Koca padişaha 'ellerin kırılsın...' diye beddua edebiliyor. İşte sizin için halkımızın Tarihimiz hakkında bilinçlenmesine yönelik Osmanlı'da yaşanmış göz yaşartıcı belli başlı olayları derledik. Her biri asgari 3-4 sezon sürecek dizi konuları ve dizilere isim önerileri için sizi şöyle alalım.
İtalya'da bir Türk Köyü
Türkçe bilmiyorlar ve Türkiye'yi hiç görmemişler ama 323 yıldır Türk gibi yaşıyorlar. İtalya'nın Moena Köyü'ne sığınan bir Yeniçeri oraya yerleşip, bir de kahraman olunca köyün adı La Turchia olarak anılmaya başlamış. Moena Köylülerinin en büyük isteği ise mehter takımını görmek. Kasaba halkının 'Il Turco' adını verdiği asker Bu ilginç öykü tam 323 yıl önce başlar. 2. Viyana kuşatması ardından bir Osmanlı askeri, İtalya'da küçük bir kasabaya sığınır. Ölmek üzere olan bu Yeniçeri askeri, kasaba halkı tarafından tedavi edilir. İyileştiğinde de köylü bir kızla evlenir. Kasaba halkı tarafından Il Turco adı verilen asker, o zamanlar dükalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köy halkını ayaklandırır ve korur. Kendisini ve Türk adetini bu yörenin insanlarına öyle sevdirir ki ölümünden sonra dahi bu Türk gelenekleri yaşatılır. 323 YILLIK EFSANE Yaz aylarında nüfusu 2 bin 600, kışın aylarında ise 14 bine çıkan İtalya'da Manzori Dağları'nın eteğindeki Moena Köyü, 323 yıldır hoşgörünün en güzel örneğini sergiliyor. Halk arasında kahraman ilan edilen bu Yeniçeri askerinin bir heykelinin de bulunduğu Moena'ya halk La Turchia adını vermiştir. Bir Türk'e inanarak asırlardır bunu koruyabilen Moenalılar, 'Moena'daki bizim Türkiyemizde doğduk,' diyorlar, ama tek bir kelime bile Türkçe bilmiyorlar. Hiçbiri de Türkiye'ye gelmemiş. Sokaklarda İtalyan bayrağı değil, Türk bayrakları dalgalanıyor. Kitaplardan ve televizyonlardan görebildikleri kadar Türkiye'yi takip etmeye çalışıyorlar. Kahraman olarak gördükleri yeniçeri anısına her yıl ağustos ayının ilk haftasında düzenlenen 'Moena Türk Festivali'nde belediye başkanı dahil herkes Türk gibi giyiniyor, yeniçeri kıyafetli askerler etrafta dolaşıyor. Festivallerde, topluluğun en yaşlısı Sultan oluyor ve Il Turco'yu temsil ediyor. Yeniçeri askerinin heykelinin de bulunduğu meydanda festival iki gün boyunca sürüyor.
Vikingler Romantik Çıktı
900 yıllık bir Viking oymasının üzerinde yazan mesaj herkesi şaşırttı. Uzmanların çok uzun zamandır üzerinde çalıştığı eski Germen yazısıyla yazılmış 900 yıllık Viking oyması üzerinde yazan yazının kodu nihayet çözüldü. Oslo Üniversitesi eski Germen yazıları uzmanı Jonas Nordby’nin yaptığı açıklamaya göre bu tahta parçasında “Beni öp” yazıyor. ‘Jötunvillur’ olarak bilinen 11. ve 12. yüzyıllara ait olduğu düşünülen bu Viking oymalarından 80 adet bulunmuştu. Şimdiye kadar çözülebilenler arasında en ilginç mesaj ise bu tahta parçasına ait. Jonas Nordby’nin açıklamalarına göre; bu oymalardan Vikinglerin tarihine yönelik çok kritik bilgiler edinebileceklerini düşünenler yanılıyor. Şimdiye kadar çözülebilenlerden anlaşıldığı kadarıyla, tıpkı ‘beni öp’ yazılı bu oyma gibi, diğerleri de oyunsu amaçlar içeriyorlar.
Mersin'de Yol Çalışmasında Tarihi Eser Çıktı!
Mersin'in merkez Mezitli İlçesi'nde yol çalışmaları sırasında 2 bin yıl öncesine ait olduğu sanılan sütun ve çeşitli tarihi eserler çıktı. Menderes Mahallesi Barbaros Hayrettin Paşa Caddesi mevkiinde çalışma yürüten Mezitli Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü'ne bağlı ekipler, mermer sütunlar ve çeşitli kalıntıların ortaya çıkması üzerine çalışmayı durdurdu. Tarihi kalıntıların çıktığı yerin etrafı güvenlik şeridiyle çevrilirken müze yetkililerine de bilgi verildi. Toprak altından titizlikle çıkartılan tarihi eserler müze yetkilileri tarafından incelemek üzere Mersin Müzesi'ne götürülürken, eserlerin M.S. 2'nci ve 3'üncü yüzyıllara ait olduğu sanılıyor. Kazdıkça tarih çıkıyor İlçede son birkaç yıl içinde inşaat temel kazıları, yol ve altyapı çalışmaları sırasında bugünden yaklaşık 2 bin 500 yıl öncesine ait kayaya oyma mezarlar ortaya çıkmış, mezarların içerisinde çok sayıda kemik ve kafatasının yanı sıra yağdanlık ve tencere kapakları bulunmuştu. Topraktan çıkarılan çeşitli eserler, Mersin Müzesi'nde ziyaretçilere açıldı. Gizemini koruyor Arkeolojik açıdan Kilikya tarihinin önemli hazinelerden biri olan Soli Pompeipolis Antik Liman Kenti'nde yaklaşık 10 yıldır yürütülen kazılarda bugünden 3 bin yıl öncesine ait yüzlerce muhteşem eser bulundu. Kazılarda; liman, sütunlu cadde, tiyatro, Roma hamamı, kent duvarları, Nekropol Su Kemeri gibi yapılar ortaya çıkarıldı. Roma imparatoru ile üst düzey yöneticilerinin büstlerini taşıdığı Sütunlu Cadde'de; Sağlık Tanrısı Asklepios ve Tanrıçası Hygeiea, Tanrıların Kralı Zeus, Adalet Tanrıçası Nemesis, Bereket Tanrıçası Demeter, Şarap Tanrısı Dionysos heykelleri bulundu. Höyük'te ise; antik çağda ölünün öbür dünyada kullanılması inancıyla bırakılmış olan, mezar hediyesi gibi işlevleri bulunan kandiller, Bizans dönemi baskı mühürleri, tabak ve kaseler ele geçti. Efes'e rakip olacak Çalışmaların tamamlanmasıyla, Neolitik, Helenistik, Roma dönemleri gibi birçok dönemi bünyesinde barındıran ve yapısıyla hayranlık uyandıran Soli'nin Efes kadar ilgi göreceği belirtiliyor.CNN Türk
Eskilerden miras: Vazgeçmediğimiz 10 âdet:
Uzun yollarda sadece atlar, çadırlar ve erzak taşınmadı. Alışkanlıklar ve ritüeller, kökleşmiş davranışlar da beraberinde geliyor. İnsanlarla beraber göç etmeyi başarmış bu alışkanlıkların izleri gündelik yaşamımızda hâlâ oldukça büyük bir yer tutuyor. Anadolu'ya göç, İslamiyetin kabul edilmesi, değişen dinin toplumsal yapıdaki etkileri ve yansımaları gibi tarihsel ve sosyolojik detaylarda boğulmanın bir anlamı yok şimdilik. Örnekler çoğaltılabilir ama aşağıda sıraladıklarımız, ister batıl inanç deyin ister bir bildikleri vardır deyin hepimizin alışkanlıklarından, belki de farkında olmadan yaptıklarından.