Kökü Olmayan Büyüme, Hafızası Silinmiş Gelecek: Atatürk’ü Yok Sayan İlerleme Modellerinin Epistemolojik Çöküşü
Tarihin büyük kırılma anlarında, toplumlar ya içlerindeki sesi dinleyerek ortak bir bilinç geliştirirler ya da o sesi susturup günübirlik reflekslere teslim olurlar. Türkiye Cumhuriyeti, varoluşunu sadece askeri bir zaferin değil, çok daha önemlisi, zihinsel bir devrimin üzerine inşa etmiştir. Bu devrim; eğitimde, hukukta, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde, bilimde ve kültürde derin bir yeniden inşayı beraberinde getirmiştir. Ancak bugün, bu temel harcın yani Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünsel ve ideolojik mirasının sistematik biçimde yok sayıldığı bir dönemin eşiğindeyiz. Peki, soralım: Bir ülke, kendisini var eden fikri yok sayarak, var olmaya devam edebilir mi?
Bu sorunun cevabı, yalnızca politik değil, aynı zamanda felsefî, sosyolojik ve epistemolojik boyutlar taşır. Çünkü Atatürk’ü önemsememek; yalnızca bir siyasi pozisyon değil, aynı zamanda bir epistemik kopuş, bir ahlaki geri çekilme ve toplumsal hafıza kaybıdır. Bu hafızasızlıkla sürdürülen her gelişim iddiası, temeli olmayan bir gökdelen gibi, yükseldikçe kendi ağırlığıyla çökme riskini artırır.
Atatürk, Bir Dönemin Değil, Düşünmenin Adıdır: Tarihsel Bir Zihinsel Arketipin Görmezden Gelinmesi

Mustafa Kemal Atatürk’ü yalnızca belirli bir tarihsel döneme sıkıştırmak, onun liderliğini savaş başarılarına indirgemek, esasen onun kurduğu entelektüel sistematiği inkâr etmektir. Oysa Atatürk, dönemin koşulları içinde değil, zamanın ötesinde bir düşünsel organizasyonla hareket etmiştir. Bugün Atatürk’ü anlamak; bir şahsiyeti değil, bir zihniyeti anlamaktır. Ve bu zihniyet; bilimsel düşüncenin üstünlüğünü, laikliğin özgürleştirici gücünü, halk iradesinin yüceliğini ve çağdaşlaşmanın vazgeçilmezliğini savunur.
Ne var ki günümüzde, Atatürk’ün adı geçtikçe ‘geçmişe takılı kalmak’ suçlamasıyla susturulan bir entelektüel iklim oluşmuştur. Bu atmosfer, bireyin değil; popülizmin büyümesini besler. Oysa Atatürkçülük, bir nostalji değil; bilakis, geleceğe açılan tek gerçekçi projedir. Çünkü onun açtığı yol, duygularla değil; düşünceyle, reflekslerle değil; ilkeyle yürünmesi gereken bir yoldur. Onu yok saymak, sadece geçmişi silmek değil; geleceği belirsizleştirmektir.
İdeolojik Tabanı Olmayan Toplumlar, Duygusal Tepkilerle Yönetilir: İdeolojisizlik, Krizleri Kronikleştirir
Modern ulus-devletlerin gelişim süreçleri, ideolojik bir temel olmadan mümkün değildir. İdeoloji, yalnızca siyasi bir inanç sistemi değil; aynı zamanda bir toplumun neyi neden yaptığını açıklayan akıl yürütme biçimidir. Bugün Türkiye’de ‘ideolojisizlik’ adına yükselen eğilim, aslında bir tür yönsüzlük ve kimliksizliktir. Kimi çevreler bunu bir özgürlük belirtisi olarak sunmakta, ancak bu durum esasen derin bir savrulmayı temsil etmektedir.
İdeolojik tabanı olmayan bir toplum; yalnızca duygusal tepkilerle yönlendirilen, manipülasyona açık, tarihsel hafızası silinmiş, reflekslerle yaşayan bir kitleye dönüşür. Bu tür toplumlarda, eğitim politikasından dış siyasete kadar her alanda sürdürülebilirlik değil, geçici çözümler hüküm sürer. Oysa Atatürk’ün ideolojisi; akıl, bilim, özgürlük ve eşitlik temelinde kurulan sağlam bir felsefi sistemdir. Bu sistem dışlandığında, ortaya çıkan boşluk radikalizme, popülizme ve sistemsizlik krizine davetiye çıkarır.
Atatürk’ün Yokluğunda Büyüyen Sessizlik: Kurumsal Boşluklar, Etik Çöküntü ve Tarihsel Körlük
Mustafa Kemal’in düşüncesi, yalnızca bir liderliğe değil, bir yönetim felsefesine karşılık gelir. Onun modernleşme projesi, bireyin zihinsel dönüşümünü hedef alırken, aynı zamanda kurumsal hafızayı da inşa eder. Bugün bu hafızanın dışlandığı birçok kurumda; liyakat değil sadakat, özgürlük değil kontrol, eğitim değil ezber, bilim değil dogma hâkim hale gelmiştir.
Özellikle eğitimde, Atatürk’ün “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” idealinden uzaklaşıldıkça; düşünmeyen, sorgulamayan, sadece itaat eden kuşaklar yetişmektedir. Bu durum, yalnızca pedagojik bir sorun değil; ulusal güvenlik meselesidir. Çünkü düşünmeyen bireyler; demokrasiyi içselleştiremez, bilimi üretemez, ekonomik model kuramaz, sosyal adaleti sağlayamaz.
Kurumsal yapının içinin boşaltılması, yalnızca yönetimsel değil, aynı zamanda etik bir çöküntüye de sebep olur. Atatürk’ün öğretisinde ise etik, siyasetin ve toplumsal yapının temelidir. Onu yok saymak, yalnızca bir lideri değil, bir ahlak sistemini yok saymaktır.
Sonuç Yerine Değil, Başlangıç Niyetine: Atatürk'ü Yok Sayanlarla İnşa Edilen Hiçbir Gelecek Sürdürülebilir Değildir

Bugün Türkiye, küresel ölçekte yeniden şekillenen güç dengeleri içinde kendine yeni bir yer ararken, bu arayışı yalnızca stratejik değil, aynı zamanda kültürel, tarihsel ve zihinsel bir düzlemde yürütmek zorundadır. Bu düzlemde, Atatürk'ü dışlayan her perspektif eksiktir. Çünkü Atatürk, yalnızca bir geçmiş değil, bir yön duygusudur. O yön, kaybedildiğinde; gelişme rastgele, kalkınma yüzeysel, başarı kırılgan hale gelir.
Bu nedenle açıkça ifade etmek gerekir ki:
Atatürk’ü önemsemeyenlerle, ideolojik kökleri olmayanlarla, tarihsel hafızayı reddedenlerle sürdürülebilir bir kalkınma ve anlamlı bir gelecek inşa edilemez.
Siyaset stratejiyle değil, ilkeyle var olur. Eğitim ezberle değil, vizyonla büyür. Toplumlar ise liderlerle değil, liderlerinin fikirleriyle ilerler.
Türkiye, eğer gerçekten 'küllerinden yeniden doğmak' gibi bir iddiada bulunuyorsa; önce hangi yangının küllerinden doğacağını iyi tanımlamak, sonra o küllerin içinde hâlâ yanan fikir kıvılcımlarını bulmak zorundadır.
O kıvılcım, hâlâ Atatürk’ün düşünce sisteminde saklıdır.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio'nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio
Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!