Görüş Bildir

Bu haber taslak halindedir!

Haberler
Tutuculuk, Yaratıcılık Ve Hazcılığın Mükemmel Karışımı: Sergen Yalçın

Tutuculuk, Yaratıcılık Ve Hazcılığın Mükemmel Karışımı: Sergen Yalçın

Onedio Spor
23.01.2021 - 14:07

Sergen Yalçın'ın takımı, Beşiktaş'ın yakın dönemindeki en özel iki takımın tüm karakteristik özelliklerini bünyesinde toplamış gibi görünüyor.

Beşiktaş’ın 2000’li yıllarda geçirdiği sezonlar birkaç biçimde tasnif edilebilir. Birincisi; değerini tam bulamamış sezonlar. Örneğin, Christoph Daum’un 2001-02 sezonu, Jean Tigana’nın 2006-07 sezonu ya da Slaven Bilic’in 2014-15 sezonu. İkincisi, sonu iyi ya da kötü bitse de sürecin nasıl geliştiği tam olarak anlaşılamayan, tuhaf sezonlar. Örneğin, Mircea Lucescu’nun 2003-04 sezonu, Mustafa Denizli’nin 2008-09 sezonu ya da Şenol Güneş’in 2017-18 sezonu. Üçüncüsü ise hedefe her anlamda ulaşılan, beraberinde büyük bir tatmin duygusu getiren, yani değerini tam olarak bulabilmiş, özel sezonlar. Örneğin, Lucescu’nun 2002-03 sezonu ve Güneş’in 2015-16 sezonu.

Bu iki özel sezondaki birbirinden apayrı anlayışlara, değerlere ve alışkanlıklara sahip olan iki şampiyon takımın ise iki ortak yanı vardı. Birincisi; iki dönem öncesinde de 7-8 yıllık bir şampiyonluk hasreti vardı ve iki takımdan bunu bitirmeleri beklenmişti. İkincisi; iki takım da üstünlüklerini ligin geri kalanına net olarak kabul ettirerek ipi göğüslemişlerdi. Ama elbette farklı şekillerde.

Lucescu’nun Beşiktaş’ı, taktiksel olarak Süper Lig’in açık ara en iyi takımıydı. İzleyenlere çok gollü maçlar, yüksek bir tempo ve büyük bir temâşâ vâdetmiyordu belki. Ama rakipleri için çekilmez bir takımdı. Rakip kim olursa olsun, ister içerde ister dışarda, maç boyunca neredeyse hiçbir fırsat vermiyorlar, oyunun her ânını kontrol ediyorlardı. Bu yüzden çok fazla risk almalarına da gerek kalmıyordu. Sabırları ve sakinlikleriyle rakiplerini âdeta bıktırıyorlar ve en ufak bir fırsat bulduklarında da maçı kazanmalarını sağlayacak darbeyi indiriyorlardı.

Beşiktaş o sezon tam dokuz maçı 1-0 kazanmıştı. Bazen golü erken buluyorlar ve maç boyunca rakip takıma bir fırsat vermeden o golle kazanıyorlardı. Bazen de golsüz eşitlik uzun süre bozulmuyor, ama sabırlarından hiçbir şekilde ödün vermiyorlar ve maçın sonlarına doğru aradıkları fırsatı bulup, yine kazanıyorlardı.

Süper Lig’de şampiyon olacak takımın, mutlaka maç başına iki gol ortalamasını yakalaması gerektiğini söyleyen yazısız bir kural vardır. Lucescu’nun Beşiktaş’ı o kuralı da delmiş ve toplam 63 golde kaldığı sezonda maç başına 1.85 gol ortalamasıyla şampiyon olmuştu, ama elbette kalesinde yalnızca 21 gol görerek (üç tanesi şampiyonluğun garantilendiği, sezonun son maçı olan Samsunspor deplasmanında yenmişti).

Güneş’in Beşiktaş’ı ise apayrı bir futbol anlayışına sahipti. Futbolu çirkinleştiren bir tarzı olmasa da, Lucescu nihayetinde sonuç almak isteyen, tüm stratejisini buna göre kuran ve planını rakipten rakibe esnetebilen bir antrenör. Buna karşın Güneş ise “güzel futboldan” kolay kolay taviz vermeyen biri. Hatta bu katı prensipleri yüzünden 1996’da Fenerbahçe’ye bir şampiyonluk da kaptıran, ama yine de kendi yolundan şaşmayan biri.

O yolun 2015 yazında Beşiktaş’a çıkması ise iki taraf için de mükemmel bir zamanlamaydı. Bilic’in sıkı yönetimi altında iyi bir takım olmayı başarsalar da hedefe ulaşmak için biraz özgürleşmeye ihtiyaç duyan Beşiktaşlı oyunculara aradıkları serbestliği Güneş vermiş, bunun neticesinde onlar da Güneş’e antrenörlük kariyerindeki ilk lig şampiyonluğunu kazandırmışlardı. Ortaya çıkan sonuç ise belki de Süper Lig’de 2000’lerin en parıltılı ve göze hoş gelen futbolu olmuştu.

Arsene Wenger, insanı bu oyuna çeken şeyin topla oynamanın verdiği keyif olduğunu söyler ve ekler; “Profesyonel oldunuz diye bu keyiften ödün vermeniz gerekmez”. Güneş’in ilk sezonundaki Beşiktaş’ını en iyi tarif eden şey de buydu: Keyif.

Orta yuvarlakta top döndürülmeye başlanır ve bu gözünüze ilk bakışta sıradan paslaşmalar olarak görünürdü. Sonra birkaç saniye içinde bir şey olur, Beşiktaş’ın üç pasla rakip ceza sahasına indiğini ve topun ağlarda olduğunu görürdünüz. Yerleşik bir hâlde topun arkasına geçen rakip savunmalar, bu golü nasıl yediklerini, tam olarak nerede hata yaptıklarını anlayamazlardı bile. Beşiktaş ise bu gollerden bir tane atınca, hemen akabinde bir tane daha atmak isterdi. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. Bir şeyden haz duyduğunuzda, o hazzın sürebildiği kadar sürmesini istersiniz. Güneş’in o sezonki takımı da kendini bir akışa kaptırır ve devam ederdi.

Sergen Yalçın’ın bu sezonki Beşiktaş’ı ise birbirinden çok farklı olan bu iki özel takımın bir karışımı gibi. Tutuculuk, yaratıcılık ve hazcılığın mükemmel karışımı.

Tutucu; çünkü tıpkı Lucescu’nun takımı gibi rakibe alan ve zaman tanımıyor. Hâliyle kalesinde çok az tehlike görüyor. Nitekim son sekiz maçlarının altısında gol yemediler. Üstelik bu takımın Antonio Carlos Zago ve Guiaro Ronaldo gibi büyük savunmacıları ya da Oscar Cordoba gibi büyük bir kalecisi de yok. Ama nasıl 2003’teki takım Tayfur Havutçu ve Federico Giunti’nin takımıysa, bu takım da Josef de Souza ve Atiba Hutchinson’ın takımı. Onların olduğu yerde savunma her zaman güvende.

Yaratıcı; çünkü Yalçın, tıpkı Lucescu gibi her oyuncudan farklı şekillerde verim alıyor ve bu arada hemen her oyuncu başka bir şeye dönüşüyor. Kaan Dobra’nın santrfordan 3-5-2’nin sağ kanadına dönüşmesi ne kadar absürt ise, Cyle Larin’in tembel ve sıradan bir 9 numaradan hem çalışkan hem de skorer bir sol kanada dönüşümü de o kadar absürt. Ya da 37 yaşındaki Atiba’dan sürekli topsuz koşularla ceza sahasında cirit atan bir ikinci forvet yaratmak. Veya topsuz oyunu neredeyse sıfır olan Kevin N’Koudou’yu, topu kaybettiği yerde düzenli olarak pres yaparken görmek. Aklınıza gelir miydi?

Ve hazcı; çünkü özellikle ilk gol geldikten sonra, Beşiktaş’ın tıpkı Güneş’in takımı gibi keyiften başı dönmeye başlıyor. Dün, Vincent Aboubakar’ın ilk golünden sonra olan buydu. Her oyuncu, büyük bir uyum içinde birbirini tamamlamaya başladı. Maç sonunda sezonun isabetli pas rekorunu kıran siyah-beyazlılar, topla birlikte aralarında giderek büyüyen keyifi de paylaştılar. Ve son düdük çaldığında en baskın duyguları, herhâlde büyük bir tatmin hissi olsa gerekti.

Maçın ardından Atiba’nın “evimizden uzakta bir ev” olarak betimlediği Olimpiyat Stadı’na beş sene sonra yeniden çıkan Beşiktaş, eski evini bir hayli değişmiş buldu. Sahanın zemini hiç olmadığı kadar güzeldi ve iki kale arkasına dev rüzgâr panelleri yerleştirilmişti. Olimpiyat Stadı ise eski ev sahibini tıpkı bıraktığı gibi buldu: Futbol oynamanın tadını çıkarırken.

Kaynak: https://www.goal.com/tr/haber/yorum-t...
İçeriğin Devamı Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın