Görüş Bildir
Haberler
Ertürk Akşun Yazio: Bilinç Akışı Tekniği ve Toplumsal Sonuçları

etiket Ertürk Akşun Yazio: Bilinç Akışı Tekniği ve Toplumsal Sonuçları

Ertürk Akşun
23.03.2021 - 16:46 Son Güncelleme: 26.03.2021 - 08:49

Her çağ kendi dilini ve kültürünü, buna ek olarak da kendi ahlakını oluşturur.  

Tabi ki her çağ kendi dilini ve kültürünü oluştururken, toplumlarda ayrı ayrı kendi kültürlerini ve ahlakını oluşturur, bu ahlak ve kültüründe kendine has dili oluşur. Yozlaşma dilde başlar diye bir söz hatırlıyorum şimdi, çok haklı bir söyleyiş…  

Toplumlar kültür ve ahlakını oluştururken kullandıkları araçlar resim, müzik, bilim, üretim biçimleri ve tüketim biçimleri ve en önemlisi de edebiyattır. Sözlü veya yazılı edebiyat toplumların kültürünü ve ahlakını oluşturmada ve yaymada kullandıkları en önemli araçtır diyebiliriz.  

Edebiyatın kullandığı araçlar ise, biçem, hikâye ve dildir. Bizim bu gün üzerine konuşacağımız konu ise edebiyatın anlatım biçimleri.  

(Elbette seçtiği konular ve hikayeler çağına ve ideolojisi çok uygun ve başat bir roldedir ama bu ayrı bir konu başlığı) 

Toplumların, kültür ve ahlakını oluşturan en önemli araçlardan bir tanesi edebiyatsa; 

İşte tam da bu yüzden edebiyat, ideolojik bir hegemonya aracıdır.  

Peki, ideolojik hegemonya nasıl sağlanır?  

Kısaca tarif edecek olursak, egemen ideolojinin, dil, bilim, kültür, edebiyat, sinema gibi araçları kullanarak, kimi zaman gözüne sokarak kimi zaman hissettirmeden, her türden görüşü kendine benzetmesiyle sağlanır. Bu süreç çok uzun da olsa meyvelerini verir. Bir müddet sonra güçlü olan ideolojik aygıtlardan dolayı renkler arasındaki fark ortadan kalkar ve vasatta birliktelik kurulur.  

Sonda söyleyeceğimi baştan söylemem gerekirse, meseleyi şöyle özetleyebilirim;  

Edebiyat, kendini artık adına “postmodern edebiyat” denen, ne idüğü belirsiz ve mistik, anlaşılmaz ve kavranamaz bir çehrenin hegemonyasına teslim etmiştir.  

Peki bu nasıl oldu. 20. Yüzyılın ilk yarısında edebiyat bireyi aramak, bulmak ve bireye yeni özgürlük yaratmak adına bilinç akışı tekniğini buldu. 20 yüzyılın son çeyreğinde ise dünyaya postmodern felsefe ve neoliberalizm hâkim olunca bu teknik kötü ellere düşmüş bir yeniyetme gibi çamurun içine çekildi ve bir süre sonra çamurun kendisi oldu.  

Hep tekrarladığım gibi 1970’lerin sonuna doğru dünya yeni bir ortaçağa girmeye başladı. İktisadi anlamda neoliberalizm, felsefi anlamda postmodernizm, siyasal anlamda da kontgerilla taktiğiyle batının yoğun çabalarıyla dünya yeni ortaçağa girmiş oldu. Şimdi bu günlerde bu yeni ortaçağın sonunu yaşarken zifiri bir karanlık altındayız.  

Postmodern edebiyat ilk olarak bize insandan uzaklaşmayı büyük gerçekçiliği yok saymayı, yani ormana bakmayı değil, ağaçlara bakmayı, hatta hatta ağaçlara bile değil, ağaçların en ince ayrıntısına bakmamızın bir zorunluluk olduğunu söyledi. Ormanı görmeyi söyleyen hiçbir ideoloji ayrıntının önemsizliğinden bahsetmiyordu oysaki, bir bütünden o bütünü oluşturan parçalara doğru incelemek gerektiğini söylüyordu. Ama postmodern felsefe ve edebiyat bizi ayrıntının çıkmaz sokaklarında öyle bir kaybettirdi ki, ormanın varlığını, hatta var olabileceğini dahi unuttuk.

İşte büyük gerçekliği kaybetmek bu şekilde oldu. Gerçek bir kez kaybolduğunda da neler olabileceğini ancak 40 yıl sonra görebildik. Gördüğümüz mü ne, tüm dünyanın yeni bir ortaçağa girmesi. Karanlık, bilimin yerine kişisel gelişim zırvaların konması, tüm dünyada yükselen yeni faşizm, cemaatlerin yeniden hortlaması vs. Çünkü ortadan akıl denen olguyu çıkarırsanız başınıza gelecek budur. Bunu başka bir yazıya bırakıp konumuza dönelim isterseniz.

İçeriğin Devamı Aşağıda

Postmodern edebiyat oluşturulurken karşımıza yoğun şekilde çıkan yazım biçimi ise “bilinç akışı”dır.

Postmodern edebiyat oluşturulurken karşımıza yoğun şekilde çıkan yazım biçimi ise “bilinç akışı”dır.

Burada ağırlıklı olarak irdeleyeceğimiz konu bilinç akışıdır. 

Edebiyatta dili ve biçimleri her ne kadar yazarlar belirliyor olsa da tüketici olarak okurun tercihlerinin de belirleyici büyük  bir etkisi var. Mesela niteliksiz edebiyat eserlerinin daha çok sattığı nitelikli edebiyat eserlerinin hiç satmadığı “tantanasının” yazarlardan ziyade okurun seçimiyle ilgili bir sonuçtur. Sadece okur da değil aslında aradaki eleştirmen kısmı da çok önemli. Bakın Asım Bezirci bu konuda ne diyor. 

“Çoğu kez unutuluyor şu gerçek: Eleştirmek büyük bir sorumluluk altına girmektir. Yalnızca sanatçıya karşı değil, okura (dolayısıyla topluma), esere, hattâ kendine karşı da sorumludur eleştirmen. Bu dört yanlı sorumluluğun kötü kullanılması ağır sonuçlar doğurur. Yanlış bir eleştiri sadece okuru yanıltmakla kalmaz, esere ve öncü sanatçıya da zarar verir aynı zamanda. Birçok haksızlıklara yol açar.”Ama eleştirmen konusu da detaylı bir konu yüksek affınıza sığınarak bu konuyu da başka bir yazıya bırakıyorum. Ama tüketici yani bir meta olan edebiyatın alıcısı olan, tüketeni olan, okuyucu. 

Tüketici sanıldığı gibi edebiyatın edilgen bir parçası değil belirleyen bir parçasıdır da.  

“İzleyici edilgin alıcılığı ölçüsünde değil, etkin değerlendirici kavrayıcılığı ölçüsünde izleyicidir. İzleyici önemlidir:  İktisadi etkinlik gibi sanatsal etkinlik de ancak tüketicisiyle vardır. Üreticisi olmayan bir alanın tüketicisi, tüketicisi olmayan bir alanın da üreticisi olmaz. Tüketicinin istemi üreticiyi belirler. En azından üreticinin istemiyle tüketicinin istemi şu ya da bu ölçüde uyuşmalıdır” diyor Afşar Timuçin. Çok da haklı olarak bu saptamaya ben de katılıyorum.  

O vakit öncelikle yaşadığımız çağın üretim ve tüketim modellerinden söz etmemiz gerekir. Sonrasında yine postmodern edebiyat ve bilinç akışı tekniğine geri döneceğiz. 

Kaygı Çağı, Endişe Çağı, Yeni Ortaçağ, Korku Çağı, Yalnızlık Çağı, Yabancılaşma Çağı...  

Adına ne dersek diyelim, yaşadığımız çağla ilgili en güçlü ortak hakikat, insanın yalnızlaştığı, kendine bile yabancılaştığı ve bundan dolayı korkunç bir çıkmaza girdiğidir.  

20.yüzyılın hemen başında insanoğlu önce emeğine yabancılaşmaya başladı. Emeğe yabancılaşma meselesi aslında  19. yüzyılın büyük düşünürü Karl Marx tarafından zaten öngörülmüş, tespit edilmişti. Marx’ın konuyla ilgili düşüncelerinin üzerine atfedilerek çekilen Charlie Chaplin’in makineleşmeyi ve bant sistemini anlattığı Swallowed By a Factory Machine- Modern Times (Asri Zamanlar) filminde robota dönüşen insan figürü, beyaz perdede çıktı karşımıza.  

Artık her şeyi otomasyona bağlanmış, ne ürettiğini bilmeyen (yani ürettiği ürünün sadece bir parçasını gören ama bütüne dair bir bilgisi olmayan), ürettiği ürüne yabancılaşan insan tasvir ediliyordu bu filmde... İnsan ürettiği ürünün çıktısını gördüğünde yaşadığı büyük doyum bant sistemiyle, ürünün sadece bir parçasını üreterek, büyük doyumdan mahrum kalarak yabancılaştı. Emeğine yabancılaşan insanın, artık bir robottan farksız olduğunun altı çiziliyordu bu filmde.  Üretimde bant sistemine geçilmesiyle birlikte artık seri üretimler gerçekleştirilmeye başlandığında, insanlık da ölmüştü aslında. Daha fazla üreten daha fazla tüketen insana ihtiyacı vardı. İhtiyacı olamayanı tüketen insana geçişe de az kalmıştı. 

İlk yabancılaşma sürecini kendi ürettiğine, yani emeğine yabancılaşarak yaşayan insan, sonrasında yine kendi yarattığı kamusal alanın çöküşüyle, kamu içindeki insan olma özelliğine de yabancılaştı.  

İlişkilerine, evliliğine, sevgisine ve en nihayetinde de kendine yabancılaştı. İnsan bugün üretimin zorunlu kıldığı bir yabancılaşma ve aynı zamanda bunun çok üstünde, sistemin ürettiği ideolojinin de katmerlediği bir tek başınalığa mahkûm edildi. Tek bıraktırıldı. Bu tek başınalığında kendinden daha da uzaklaştı maalesef. 

İnsan bir tarifler bütünüdür ve kendini tarif ederken bile kendinin zıddına, kendi olmayan diğer insanlara ihtiyaç duyar. 

Birçok bilim insanının ortak görüşü, geçmiş yüzyılın ortasından itibaren hâd safhaya çıkan yabancılaşmanın, giderek günümüz insanının temel sorunu olduğu yönündedir. Yabancılaşma birçok psikiyatr ve düşünüre göre kaygının önemli sebeplerinden birisi haline geldi ve birçok bilim insanı yaşadığımız bu günleri “Kaygı Çağı” diye anar oldu.  

Peki nedir “yabancılaşma” meselesi?  

Yakın zamanda kaybettiğimiz değerli hocamız psikiyatr Engin Geçtan, konuyla ilgili aynen şöyle yazar Hayat adlı kitabında: 

“Yabancılaşma, insanın üzerine çöken en ağır duygu olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla. Panik atağın ölüm agonisini andıran çaresizliğinden ya da depresyonun iflah olmayacağına inanılan karamsarlığından da ağır. Panik atağa dünyaya yönelik bir imdat çağrısı, depresyona dünyaya yönelik bir öfke eşlik eder, yabancılaşmada ise dünya silinir. Ölmekten korkmamızın temelinde dünyamızı kaybetme korkusu bulunur, çünkü insan ve dünyası bir bütündür. Bu, yaşamazlık sonucu duyulan semptom niteliğindeki ölüm korkularından farklı, hepimizde var olan içgüdüsel bir korkudur, hayatta kalmamızı sağlar. Yabancılaşma ağır bir duygu, çünkü dünyasından kopma süreci bir kez üzerine çökmeye başladığında, insanın dünyasıyla yeniden buluşması mümkün olmayabilir. İlişkisizlikle, beklentilerin tükenmesiyle, anlamsızlıkla ve boşluk duygularıyla başlayan yabancılaşma, uç durumlarda intihar eğilimine de neden olabilir. İnsan ancak dünyasıyla birlikte var olabildiğinden, böyle bir durum, doğal olarak, insanın kendi benliğinden kopmasıyla sonlanabilir.” 

Yine aynı kitap üzerinde durmaya devam edersek, Engin Geçtan’ın konuya şöyle devam ettiğini görürüz;  

“Uyuşturucu madde bağımlılığının yaygınlaşması ile yabancılaşma arasındaki doğrudan __ilişki oldukça açık, ancak görünürde uyuşturucu olduğu fark edilmeyen uyuşturucular da var. Giderek artan sayıda insan, kişisel değerlerinin yaratıcısı olma konusunda artık tek başına bırakılmış durumda. Bunun bedeli, kişisel ve kültürel köksüzleşme olarak ödenmekte. Ortak değerlerin yerini, herkesin kendi normlarını ve değerlerini kendi bildiğince yaratma çabalarının alması, birbirimizi anlamamızı ve birbirimize ulaşabilmemizi gitgide zorlaştırıyor. İnsanlar, birbirlerine kendi senaryoları doğrultusunda roller verip, karşılarındakilerden bu rolleri gerçekleştirmesini bekler oldular. Sonuç, düş kırıklıkları, kızgınlıklar ve kendimizden kaynaklandığını bir türlü kavrayamadığımız yalnızlık.” 

“Kaygı Çağı”nın bir sebebini yabancılaşma olarak tarif ettikten sonra Renata Salecl’in Kaygı Üzerine kitabının hemen ilk paragrafına bakmamız bile çok şey ifade edecek.  

“Kaygı çağında yaşadığımızı işitiyoruz sık sık. Yeni binyılın gelişimiyle birlikte, öyle görünüyor ki kamusal denetimin yeni medya, bilimsel araştırmalar, ekonomik gelişim ve askeri müdahaleler üstündeki gücü günbegün azalıyor ve gelecek için her türlü felaketi tasavvur edebilir hale geliyoruz. 

İlerleyen sayfalarda konuyla ilgili başka tespitler de çıkıyor karşımıza;  

“Günümüz kültüründe de kaygının birincil nedeni ekonomik belirsizlik değilmiş gibi görünmektedir, zira kaygı daha ziyade insanların toplumsal rollerine ilişkin yaşadığı problemlerle, sürekli kimlik değiştirmek istemeleriyle ve eylemleri için herhangi bir rehber bulmalarının imkânsızlığıyla bağlantılıdır.” 

Yazıda geçen “rehber” kavramı çok önemli... Rehberlik kavramı, gerçekliğin yok oluşuyla birlikte kaybedilmiş görünüyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu rehberlik kavramı da orman gibi. Yeni rehberler o kadar çok ve o kadar ayrıntıda gizlenmiş vaziyetteler ki, büyük bir fikrin etrafında oluşan rehberlikten daha ziyade, her minik gurubun kendi rehberini araması diye düşünebiliriz konuyu. Birçok rehberin olması aslında rehberin olmadığı  anlamına geliyor. 

Çoğu insan özgürlükten, özgür olmanın erdemlerinden dem vurur ama gerçekte kimse özgürlüğü istemez. Çünkü özgürlük sorumluluk almak demektir ve kimse sorumluluk almak istemez. 

“Kaygı...” diye yazmış Kierkegaard. “Aşırı özgürlüğün verdiği baş dönmesidir.”

Gerçek bilgiye ulaşabilmek için yapmamız gereken ilk şey doğru soruları sorup, sağlıklı cevaplar aramaktır.

Gerçek bilgiye ulaşabilmek için yapmamız gereken ilk şey doğru soruları sorup, sağlıklı cevaplar aramaktır.

Yalanın kısa hazlarına sığınmadan, acı ve zor da olsa gerçekliği aramak zorundadır insanlık. Lafebeliği lüksünü kaybetmiş bir çağdayız artık. Doğru bilgiye ancak doğru yönelimler ve doğru bir bilinçle ulaşabiliriz. Uzun bir ortaçağ sonucunda yeniden aydınlık günlere çıkmanın yolu, gerçeği aramak, bütünü yakalamaya çalışmaktır. 

Postmodernizm gericiliği hem edebiyatta hem de sanatın tüm kollarında, en çok da düşünce alanında insanın algısını bozmuştur. 

Postmodernizmin en klişe sözü olan “büyük anlatıların sonu” tezi artık tarihin çöplüğünde yerini almak zorundadır. Tamamen gerçeklikten kaçan postmodern bakış, insan aklını gerçekliğin doğru bilgisi yerine, olur olmaz bilgi kırıntılarıyla doldurmak istemiştir. Postmodernizmde kavramlar ya içi boşaltılmış ya da silikleştirilmiştir, büyük düşünceler ise korkulacak hale getirilmiştir ve çoğu zaman gerçeklik gerçekdışılıkla kamufle edilmeye çalışılmıştır. 

Çağımız tekrar, aklın egemenliğine kavuşmak istiyorsa büyük anlatıların kapısını aralamak zorundadır. Hem düşünür ve aydınların hem de sanatçıların önündeki yegâne kurtuluş budur. Aşırı bireycilik insanlığı yalnızlığa doğru hızlı bir şekilde sürüklerken kurtuluşun yeniden ortaklık fikrinde olduğunu Goethe bize şu cümlelerle muştular: 

“Çürümüş, yıkılmaya ya da çözülmeye yüz tutmuş bütün tarihi dönemlerde, çok belirgin bir öznelcilik göze çarparken, bütün ilerici dönemlerde ise, dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir.” 

Çağımızın bu kısaca tanımını yaptıktan sonra -ki bu konuyla ilgili bölüm sonunda bir son sözüm olacak-  şimdi de edebiyattaki “bilinç akışı” tekniğinin kısa bir tarihçesine değinelim. Çünkü bilinç akışı tekniği ne kadar masum, insanın özünü arayan bir yöntem olarak çıkmışsa da, sonucunda bizi belki de (özellikle bunu söylüyorum, tartışmak gerekiyor, burada benim yaptığım sadece bir yorumdur) postmodern karanlığa sürükleyen bir teknik durumuna gelmiştir. 

Şimdi gelelim bu konuya; 

Bir olguyu tarihsel bağlamından koparttığımızda karşımıza çıkan şey gerçeklikten de bağını koparmış olur. O yüzden 1930’lardan itibaren edebiyata sirayet etmiş olan bilinç akışı tekniğinin izini sürmek için öncelikle bireyin serüvenini takip etmemiz gerekiyor. Çünkü bilinç akışı tekniği insanın birey olarak, kafasının içinde dönen ne kadar ayrıntı varsa bütün bunları aktarma çabasından doğuyor.  

Eric Hobsbawn “Felaketler Çağı diye tanımlar 1914 ile 1945 yılları arasındaki süreci... “Dünya insanlık tarihi boyunca böyle bir kıyım ve trajedi yaşamamıştır” Hobsbawn’a göre. Sadece milyonlarca insanın ölmesinden dolayı değil aynı zamanda en az ölen milyonlar kadar insanın da yer değiştirmesi, ülkesini, şehrini terk etmesini de ekliyor meselenin içine. Üstüne üstlük yeni yeni çocuk adımlarıyla gelişen birey kavramının karşısına “Nazizm” gibi bireyi yok sayan bir sistem de musallat olmuşken.  

Geldik birey kavramına… 

Birey kavramının yeniden ortaya çıkması için 1950’li yılları beklemek gerekiyordu artık.  

Kendi ülkemizden örnekler vermek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Genç Cumhuriyet kurulduğunda dahi, ülkemiz insanlarının büyük çoğunluğu birey kavramıyla tanışmamıştı. Başka bir memlekete gitmek orada ‘yaban’ olmak demekti. Yakup Kadri’nin “Yaban” romanını hatırlarsınız. İnsanların çoğunluğu, ya büyük bir aileye mensup, ya da bir cemaate üye olmak zorundaydı var olabilmek ve asgari müşterekte huzurlu bir hayat sürdürebilmek  için.  

1940’lara geldiğimizde bile en ağır cezalardan biriydi  ‘sürgün’ cezası... Çünkü sürgün edilen kişinin gittiği şehirde ya da kasabada yeni ilişkiler kurma şansı hiç yoktu. İlişkilerin çoğunluğu cemaat veya aile, aşiret düzeyindeydi.  

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir babasını öldürmek suçuyla idam cezasına çarptırılmak yerine daha ağır bir ceza olarak Bodrum’a sürgün edilmişti. Gerçi Cevat Şakir, sürgünde kendine yeni bir yaşam biçimi oluşturabilmişti ama, Aziz Nesin’ler, Kemal Tahir’ler, Abidin Dino’lar  için hayat fazlasıyla çekilmez olmuştu sürgünlerde.  

Liberal solcuların sevmediği ‘aydın despotizmi’ olarak gördüğü tepeden inmeci gelişimlerden bir tanesi, bireyin özgürlüğünün önünü açan, en azından seçme ve seçilme hakkı veren yasalar da genç cumhuriyetle yaşıttır. Birçok ülkenin kadınları seçme ve seçilme özgürlüğüne sahip değilken beğenilmeyen aydınlanmacı despot Mustafa Kemal bu hakları, halk istemese de vermişti.  

Birey kavramı aydınlanma çağının bir ürünüdür. İnsanın tanrının yeryüzündeki bir yansıması olmaktan çıkması, bir derebeyinin toprağının ya da imparatorluğun herhangi bir parçası olmaktan çıkması, “kendi” olmaya başlaması; ancak aydınlanma çağıyla başlamıştır.  

1700’lerin ortalarında Paris’te bile insanlar ait oldukları sınıfının nişanesini, perukasında veya yakasındaki bir şeritle tescillemek zorundaydı. 

1800’lerin ortasında, büyük sanayi devriminden sonra bile Londra’da hala insanlar bir grubun, bir cemaatin, bir mahallenin parçası olarak yaşam sürdürüyorlardı.  

Tam “birey” kavramı gelişirken 1900’ların başlarında yukarıda sözünü ettiğim felaket çağı gelip çattı...  Ta ki 1950’lere kadar.  

Bu sürecin önemi temsilcileri olarak kocaman bir Beat kuşağı çıkar karşımıza... 

Beat kuşağı ne kadar içi boş görünse de, birey kavramının önünü açmıştır.  Önemi ilk olmalarındandır.   

Jack Kerouac, Alan Ginsberg ve Burroughs’lar bir döneme damgasını vurdular. Edebi açıdan içleri boş olsa da, cesaretleri ve ilk defa bireyciliğe güçlü şekilde vurgu yapmaları her birini toplumun gözünde öncü yaptı. Beat kuşağından etkilenenler arasında dünyaca ünlü müzisyenler ve müzik grupları da vardı... Beattles, Bob Dylan gibi... 

Beat kuşağı için, 1968 yılının çiçek çocukları akımının fikir babası bile diyebiliriz aslında.  

Beat kuşağı sanatçıları neler mi yaptılar?  

Kulağa caz gibi gelen şiiri, şiirsel düzyazıyı, mistik doğu felsefesini, yerli halkın (Kızılderili) sanatsal alt yapısını ve temalarını, eşcinselliği, uyuşturucuyu yani toplum tarafından tasvip edilmeyen ne kadar konu varsa hepsini sanatlarının içine almaya cesaret ettiler. Fakat ne kadar hızlı doğdularsa, o kadar da hızlı yok olup gidiverdiler... Arkalarında kocaman bir etki bırakarak.  

Beat çocukları kimsenin daha önce cesaret edemediği insana dair her alana girmek istediler. Uyuşturucuyu kutsallaştırdılar mesela. Kadın düşmanıydılar. Örneğin en önemli Beat temsilcilerinden birsi sayılan Burrougts suç dünyasının içine girmişti. İçlerinden biri sevgilisini öldürdü. 

İlginç bir bilgi vereyim konuyla ilgili... LSD olarak bilinen uyuşturucu da, sırf denenmek için CIA eliyle geceleri sokaklarda fahişelere dağıtıldı o dönem. 

Beat kuşağıyla birlikte bu kuşağın yakın takipçileri ve izleyicileri de uyuşturucuyla büyük imtihanlar verdiler. Amaçları insanın en karanlık, en iç, en ulaşılmaz yerlerine ve duygularına ulaşmaktı. Bir nevi kendinden geçerek bilinçaltına ulaşma yöntemi.  

İşte tam da bu dönemde edebiyatta bilinç akışı yöntemi daha fazlasıyla kullanılmaya başladı.

Sanırım artık bilinç akışı yöntemine giriş yapabiliriz.

Sanırım artık bilinç akışı yöntemine giriş yapabiliriz.

“İnsan zihninin hızlı akışı, bitmeyen çağrışım zincirleri, sırları, çıkmazları, yanılsamaları… Romanlarında insanın gerçekliğine yaklaşmaya çalışan modern/postmodern yazarların, en değerli yardımcılarından biridir bilinç akışı tekniği... 

Özellikle Sigmund Freud’un geliştirdiği “psikanaliz” ve “serbest çağrışım” tekniği, aslında bu edebi tekniğin çıkış noktasıdır. Hastalarının sesli ve hızlı düşünmelerini isteyen Freud’un “otobiyografik hafıza” dediği, insan bilincinde gerçekleşen bu teklifsiz yolculuklar, ilk defa çağdaşı Psikolog William James tarafından “bilinç akışı” ismiyle tarif edilmiştir.  

“Bilinç akışı tekniği, ‘zihinden geçen düşünce ve his çokluğunu resmetme arayışıdır.’ Romanın odağının olay örgüsünden çok bu olayların insandaki izlenimine kaydığı noktada, karakterlerin bir nevi sesli düşünmesi, edebiyata büyük bir özgürlük alanı kazandırmıştır. Yazar bu yolla karakterin fikirlerini, huzursuzluğunu, hayallerini, hayal kırıklıklarını, geçmişini, tutkularını, itiraflarını, sevgilerini, özgür çağrışım zincirleri üzerinden okura anlatır. Kimi zaman dil bilgisi kuralları ve noktalama işaretlerinin göz ardı edildiği, aralarında hiçbir mantıksal bağ bulunmayan düşüncelerin sıralandığı, samimiyeti ve gerçekliği hedefleyen bu teknikte hayaller ve gerçekler, kimi zaman diyaloglar da insanın zihni üzerinden okuyucuya aktarılmıştır.”  

Elbette postmodern felsefeye ve zararlarına da değinmek gerekiyor bu noktada. Aşırı derecede özgürlük ve gerçeğin tam anlamıyla parçalanması, yani her gerçekliğe kapı açma hali, diyebileceğimiz şeyin aslında nasıl safsatalar yarattığı ve sonucunda bizi gericiliğin sınırlarına nasıl taşıdığını anlamalıyız.  

Günümüzde bilim insanlarının ilgisini çok çeken konuların başında beyin araştırmaları geliyor. Elbette yeni peygamberlerimiz sayılan kişisel gelişim gurularının da ilgi alanına giriyor beyin araştırmaları.  

Kuantum fiziğinin belirsizlik yasasını kişisel gelişimcilerin elinde nasıl deforme edildiyse, şimdi de beyin hakkındaki bir parçacık gerçeğin peşine yerleştirdikleri binlerce safsatayla aynı şeyi bir kez daha yapıyorlar.  

Yakaladıkları küçücük bir bilgi kırıntısının üzerine, tanrıyı, evreni ve en olmadık saçmalıkları da ekleyerek insanları ve kitleleri kandırmaya devam ediyorlar. İzleyicinin önüne sürdükleri ilk gerçek bilgi kırıntısını hemen teyit ettikten sonra,  gerisini zaten halihazırda hep ceplerinde taşıdıkları saçmalıklarla besleyerek, kolaylıkla yutturuveriyorlor.  

Beynin muazzam karmaşıklığına karşılık yeni yeni keşfedilen bir alan olduğu için beyin hakkında kimse net bir şey söyleyemiyor. Tam da bu sayede kişisel gelişimci gurular, boş buldukları meydanda diledikleri gibi at koşturmaya başlıyorlar. 

Nöronlar, sinapslar, aksonlar... Aslında hiçbir kavramın mistik tarafı yok değil mi? Buna rağmen kişisel gelişim gurularının elinde her biri birer tarot kağıdına dönüşüveriyor. 

Çok popüler bir örnek vermek istiyorum.  

Meşhur Nick Sitzman hikayesi bu. Bir restoranın dondurucusunda kalan ama aslında dondurucunun çalışmadığını bilmeyen bir kişinin beyin gücüyle kendi kendisini dondurduğunun hikayesi. Elbette ne böyle bir kişi var ne de böyle bir olay var. Olayın gerçeklikle ilgisi bile yok. Evet beyin bir miktar etkisi var ama bu insan vücudunu donduracak kadar bir etki yapmasının bilimle hiçbir alakası yok. Peki bu hikayeyi bütün kişisel gelişim zırvalıkları kitaplarında bulabilir misiniz? Evet…   

Sanırım geçtiğimiz yıllarda bunun daha üst bir örneğini büyük Hollywood yapımı olarak da gördük. Beynimizin %100 yüzünü kullanırsak neler olur vs. Berbat kötü bir filmi, yine bize büyük bir keşifmiş gibi sundular.

Peki ama neden?

Bilimin durmak bilmez ilerleyişine rağmen neden hâlâ kocaman bir büyü pazarı var?

Bilimin durmak bilmez ilerleyişine rağmen neden hâlâ kocaman bir büyü pazarı var?

Toplumların çıkmaz bir sokağa girdiği karanlık çağlarda hep bu olur biliyor musunuz? Yaşamlarını ve kaderlerini kendilerinin dışında başka odakların ellerine bırakanlar, daima içe  dönme eğilimi gösterirler. Ne var ki insanın içi, tek başınalığın kuyusudur. Tek başına bırakılmış bir insanın yaratıcılığı ne kadarsa, üretimi ne kadarsa içine dönmüş insanın üreteceği çözüm de o kadardır.  

“Diyalektiğin diliyle, nicelikten niteliğe sıçrama, bütünün, parçaların toplamından çıkarılamayacak ya da ona indirgenemeyecek nitelikler taşıdığı anlamına gelir. Hiçbir nöron kendi başına bilinçli değildir. Ama tüm nöronların ve bağlantıların toplamı öyledir. Sinir ağları nonlineer (doğrusal olmayan) dinamik sistemlerdir. Bilinç dediğimiz olguyu doğuran, nöronlar arasındaki karmaşık faaliyet ve etkileşimlerdir” diyor Troçkist politika teorisyeni ve yazar Alan Woods...  

Fizikteki “Kesintisizlik İlkesi” maalesef birçok kişisel gelişim gurusu tarafından çok yanlış anlaşılmıştır. Hatta yanlış anlaşılmadı bile, bir ucundan tutulup mistisize edildi, hem de bile isteye...  

Kesintisizlik ilkesi her ne kadar belirsizlik ve bilinemezlikle ifade edilse de aslında çok da öyle değildir. Bir atomaltı parçacığın tam konumu ve hızını bilmek imkansızsa da çok büyük sayılarda parçacığın davranışını büyük bir kesinlikle öngörmek mümkündür.  

Alan Woods bunu bir örnekle açıklıyor;  

“Radyoaktif atomlar ayrıntılı bir öngörüyü olanaksız kılacak şeklide bozulurlar. Oysa çok sayıda atom istatistiki olarak o denli güvenilir bir hızda bozunur ki, bilimciler tarafından Dünya’nın, Güneş’in ve yıldızların yaşını hesaplamak için ‘doğal’ saatler olarak kullanılırlar. Atomaltı parçacıkların davranışlarına hükmeden yasaların, ‘normal’ düzeyde işleyen yasalardan farklı olması gerçeği, tek başına niceliğin niteliğe dönüşümünün bir örneğidir.” 

Max Planck tarafından ortaya konulan koşulların dizilişi, belirli bir noktada, inorganik maddenin organik maddeye yol açtığı ve nitel bir sıçramaya sebep olduğu tezi, ne anlamak istediğimize başka güzel bir örnektir.  

Aslında söylemek istediğim tam olarak şu;  

Bazı şeyler en küçük parçacıklarında bilinemez gibi görünse de bir bütün haline geldiğinde başka bir forma dönüşür ve bilinebilir hale gelir. 

Kel kafa ve tahıl yığını örneklerinden yola çıkabiliriz. Bir saç telinin eksilmesi gür saçlı birinin başını kel yapmaya yeter mi?  

Hayır.  

Peki bir tahıl tanesinin eksilmesi tahıl yığınını “yığın” olmaktan alıkoyar mı?  

Hayır...  

Peki bir tel saç ve bir adet buğday daha eksiltelim...  

Sonuç değişir mi?  

Hayır.  

Birer tane daha eksiltelim... Yine değişmez. Birer tane daha... Yine sonuç aynı...  

Küçük parça bir araya geldikçe başka bir forma kavuşur bu örnekte olduğu gibi. 

Bir insan yavrusu düşünün, bir ormana bırakılıyor ve nasıl olursa olsun bir şekilde bu insan yavrusu hayatta kalıyor. Büyüyor ve diyelim ki otuzlu yaşlara ulaşıyor. Bu insan yavrusunun bilincini düşünelim. Bir hayvandan sadece bir miktar farklı olabilir değil mi? 

Bu insan yavrularından binlercesini aynı koşullarda bırakalım. Bırakılan coğrafi ve o bölgenin ekolojik yapısına uygun farklılıklar göstereceklerdir. Ama binlercesini tekrar yan yana getirsek ortak birçok şey söyleyebiliriz.  

Evet insan çok özel bir yaratık. Hepsinin birbirinden farklılıkları var, parmak izi ve DNA yapısı gibi, ama bir araya geldiğinde üç aşağı beş yukarı nasıl bir davranış sergileyeceklerini bilebiliriz.  

Psikoloji de son yıllarda bu insanın benzersizliği üzerinden bol bol prim yapıp bizi daha da fazla bireyselliğin kucağına atıyor. Halbuki psikolojinin içerisinden, tarih ve sosyolojiyi çıkarttığınızda elinizde hiçbir anlam ifade etmeyen bir olgu kalır.   

Şimdi gelelim içe dönen insanın ürettiği edebiyata...  

Bilinç akışı tekniği, son yılların öne çıkan yazım biçimlerinden.  

Benim burada tartışmak istediğim nokta da tam olarak burası... İçe dönen, postmodern gericiliği içindeki  insanın edebiyatına bakmak... 

Yusuf Atılgan’da ve daha birçok edebiyatçıda bilinç akışı tekniğine rastlamak mümkün. Ancak tahıl yığını örneğinde olduğu gibi düşünelim bu meseleyi de.  

Bir miktar bilinç akışı tekniği kullanmak kafayı kel yapmaz ama binlerce bilinç akışı tekniği, yani eserin tamamının bilinç akışı tekniğiyle yazılması bizi bambaşka bir yere götürür ki, bu niceliğin, niteliğe dönüşmesi gibidir. Artık bilinç akışı tekniği başka bir forma kavuşur. O artık bir şey olmaktan çıkıp hiçbir şey olma yolundadır.   

Bilindiği üzere insan beyni bir dakikada binlerce düşüncenin akışına sahne olabiliyor. Düşünceler yeni sinapslar ve yeni yollarla beynimizde yeni ağlar örerler. Ama tüm bu yeni düşünceler ve yollar bizi çağımızın insanı yapan ön lobumuz sayesinde bir düzene sokulur ve en anlamlısını, en akla yatkınını kullanma eğilimi gösterir. Bir dakikada binlerce düşünceden belki de sadece bir tanesini seçer kullanırız.    

Buna karşılık, bilinç akışı tekniği, insan zihninin ürettiği her düşünceyi, düşüncesizce takip etmektir diyebiliriz miyiz peki?  

Olay örgüsünden ziyade insanın kullanmadığı halde ürettiği her düşüncesinin peşinden sürüklenip gidiyor olmak, kulağa önce çok cazipmiş gibi gelse de işin sonunda bütüne baktığınızda  bir anlamsızlıklar yığınına dönüşür.  

Yazan kişi veya anlatan veya gösteren sanatçı için bir miktar anlam ifade etse de, izleyici, okuyucu, dinleyici için takip edeceği, alıp kullanabileceği hiç bir durum oluşmamaktadır. Tek tek anlamlı gibi görünen düşünceler, bir araya geldiğinde anlamsızlıklar bütünü haline gelebilmektedir.  

“Ben yazdım oldu, ben böyle düşündüm böyle yazdım, bu benim kişisel düşüncem, bu benim kendi zihnimden geçenler sadece” gibi saçma, niteliksiz, dayanaksız argümanlar da yazık ki postmodern düşünceyle hayatımıza girmiş oldu. Bu postmodern saçmalık, yazana veya genel olarak sanatçıya istediği gibi saçmalama hakkı verdi. 1990’larda iyice hayatımıza giren postmodernizm, etkilerini şiir eleştirilerinde göstermişti. Bir şaire sorduğumda “Neden bunu yazdın, neden böyle yazdın, burada ne anlatmak istiyorsun?” gibi sorulara aldığım yanıt hep şu oluyordu; “Böyle hissettim, bu benim özel düşüncem, kimse bilmese de bu benim gizli hissim vb.” cevaplardı.  

Postmodern felsefenin saldırırsına uğrayan akıl, gerçeklik, bütünlük, evrensellik gibi çoğulcu yapıya büyük darbe indirmiştir. Bu kez tersi olmuş ve nitelik niceliğe dönüşmüştür. Bütünlük parçalara ayrılmış ve tek tek anlamsızlaşmıştır.  

Postmodern düşünce belirli bir bütünlüğe ulaşmış olan toplumları, düşünceleri, sistemleri, sanatı, küçük bireylere bölmüş, farklılıkları putlaştırıp, farklılıkların bir bütün oluşturmasını totaliterlik olarak sunmuştur.  

Aşırı bilinç akışı tekniği bizi postmodernizmin karanlık kuyularına götürmektedir. Anlamsızlığı anlamlandırma çabası bizi sadece daha yüksek bir anlam yitimine, olmadı mistisizme sürükler. Tanrı ve mistisizm önünde sonunda bilinemezlik üzerine kuruludur çünkü.  

Elbette bireyin yüceliğini alaşağı etmiyoruz ama yaşadığı toplumun ve evrenin bir parçası, o büyük bütünün bir parçası olduğunu insandan yenide ortaklaşmacılık fikriyle bütünü yakalamamız gerekiyor.  

Bütünün çıkarını düşünerek birey olmanın gücüne varmamız gerekiyor. Bütünden ayrı düşen her birey aslında yok olmuş bireydir. 

Edebiyatta son zamanlarda bilinç akışı tekniği kullanmak sanki bir zorunlulukmuş gibi tuhaf bir gerçek ortaya çıktı. Bir eserin sanat eseri olabilmesi için bilinmezliğe gitmesi gerekiyormuş gibi bir baskı söz konusu...  

Bunun sebebi ne dersiniz?  

Tabii ki yukarıda bahsettiğim gibi toplumun aklını kaybetmiş, bütünü parçalanmış ve gerçekliği kaybetmiş olmasıdır.  

Aşırı bilinç akışı tekniğiyle yazılmış bir esere samimi bir yaklaşımda bulunursak, sadece yazan kişinin anlayacağı ve sadece yazan kişiyi ilgilendiren gerçekliklerin peşinden giden bir edebiyat anlayışı da diyebiliriz. Sadece yazanı ilgilendiren gerçeklikler, okuru hiç mi hiç ilgilendirmeyebilir.  Okur pekala “Madem ki herkesin gerçekliği kendine, yazanın gerçekliğinden bana ne. Onun gerçekliği kendine, benimki bana”  diyebilir ve çok da haklı olabilir.  

Kaç kişi Vüsat O. Bener’in yazdıklarından kendine bir sonuç çıkarabilmiştir ya da bir şey almıştır?  

Bu soruyu korkusuzca sormak gerekiyordu ama artık kimse kusura bakmasın.  

Sayısız okur var ki “Sadece ben anlamıyorum galiba. Herkes bu kadar sevdiğine göre mutlaka anlaşılır ve iyi bir eser olmalı. Ben bunu anlamayı beceremeyen tek aptal kişi olarak göze batmayayım, Ben de anlıyor ve çok seviyor, çok beğeniyor gibi davranayım” diyor.  

Elbette sadece Vüsat O. Bener hakkında değil, daha pek çok postmodern fenomen yazar hakkında aynı düşünceler kol geziyor okurun zihninde. Kimse cesaret gösterip fikrini açıklayamıyor, sürüden ayılmayı göze alamıyor. Çünkü sürüden ayrılmanın bedeli çoğu zaman linç edilmek de olabiliyor.  

Hatırlarsanız Hasan Ali Toptaş sevmeyenler edebiyattan anlamayanlardı, cahillerdi, zevksizlerdi, onlar ne bilirlerdi iyi edebiyatı... Doğu’nun Kafka’sı Hasan Ali Toptaş’ı anlamak kim onlar kimdi? 

 Oysa şimdi Hasan Ali Toptaş’ın eserlerindeki anlaşılmaz, tahayyül bile edilemez tasvirlerinin kimse için bir şey ifade etmediği üzerine rahatlıkla konuşabiliyoruz.  

Şu örnek cümlelere bakar mısınız? 

“Kuşsuzmuş gökyüzü, yani mavisi eksikmiş kuşlar kadar.” 

“Kördüler üstelik kapılar gibi, sağırdılar duvarca.” 

'Bu güvercin resmini sen mi yaptın?' dedim berbere. 

'Ben yaptım,' dedi soğuk bir sesle; 'ama sen bunu daha önce de sormuştun.' 

'Hiç anımsamıyorum,' dedim; 'demek ki unutmuşum.' 

'Yine unutacaksın kuşkusuz, belki bir kez daha soracaksın.' 

'Desene yaşam tekrarlardan oluşuyor...' 

Yanıma oturmuş, gözlerindeki cellat gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. 'Tekrarlardan değil,' dedi; 'tekrarların tekrarından.'  /  Gölgesizler  

Zaten hayat çoğu zaman akıl gözenekleri geniş ve gevşek olanların ağzından  

konuşur. / Heba  

Cümlenin ahenkli kelimelerle yakaladığı ses fonetiği aldatıyor okuru sadece. Cümlenin içindeki anlam bozukluğu yeterince ortadadır mesela.  

Vüsat O. Bener’de ve bir ek daha yapayım Bilge Karasu’da olmayan şey sadece bu aforizmatik deyiş ve ses fonetiği sanırım. Adamlara yazık oldu ne Vüsat O. Bener ne de Bilge Karasu (gerçi Bilge Karasu tam 3 kez medya pazarlaması gördü) hiç okunmadı ama Hasan Ali Toptaş birilerinin pazarlamasıyla yüzbinlerce okundu.  

Gorki’nin söylediği gibi, ben Rusya’da bir bakkalı anlatırken aslında Rusya’daki 10.000 bakkalın ortak yönünü anlatıyorumdur. Peki sadece kendisinin anlayacağı şeyleri yazan edebiyatçı, edebiyatın neresinde durur? 

Bence onlar günlük yazıp sadece kendileri okumalılar.   

Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz demek ki; 

Edebiyat bir toplumun ahlakı ve kültürünü ve de dilini oluşturmada önemli bir araçtır ama edebiyatçıda neye hizmet ettiğini iyi bilmek zorundadır. 

Bilinç akışı tekniği çıktığında devrimci bir yaklaşım olabilir ama zamanla ve aşırı dereceleri onu karşıdevrimci bir duruma sokmuştur. 

Instagram

Twitter

Facebook

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
5
1
1
1
0
0
0
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın