Görüş Bildir
Haberler
“Haşmetli” Bir Devlet Neden Katırları Öldürür? Hakan Sandal

“Haşmetli” Bir Devlet Neden Katırları Öldürür? Hakan Sandal

06.07.2015 - 12:35 Son Güncelleme: 06.07.2015 - 14:16

“Haşmetli” Bir Devlet Neden Katırları Öldürür? Hakan Sandal

28 Aralık 2011 tarihinde Bujeh ve Roboskî’den 34 köylünün sınır ticareti dönüşünde Türk savaş uçaklarının bombardımanı ile katledilmesi, Kürtlerin homo sacer (1) -yani öldürülebilen ancak ölümü kutsal kabul edilmeyen hayatlar- olarak işaretlenmesinin son dönemden bir örneği idi. Katır sırtında taşınan ölü bedenler katliam anlatısının bir parçası olmakla beraber, katırların da katliamı takip eden dönemde bu anlatının bir ayrıntısı olmaktan fazlasını ifade ettikleri görülecekti.

Hegelci yaklaşımla, ulus-devletin kendi içinde eritemediği ve bu yüzden çatışmaya açık hale gelen Kürtler ile birincil olarak güvenlik alanından temas eden devlet, Kürtleri, onların dokunduğu mekânı ve dahi mekândaki tüm canlıları tehdit unsuru olarak görmekte ve göstermektedir. Bu bakış hem Kürdistan coğrafyasının, hem üzerinde yaşayan insan ve diğer canlıların “öldürülebilir/gözden çıkartılabilir” olarak düşünülmesine sebebiyet vermektedir. Nitekim modern dünyada egemen, “belirli bir grubu yaşatmak için”, tehdit oluşturduğunu iddia ettiği diğer bazı grupları imha etmesinin meşruiyetini bu yolla kurar (2). Ayrıca belirtmek gerekir ki şiddeti yönelten araçlar, sözgelimi devletin baskı aygıtları (ordu/jandarma/polis), ulus-devletin kurucu mitlerinde kodlanan “kahramanlık” imzasını taşıdıklarından tüm şiddet edimleri de bu “meşru” zemin üzerinden gerçekleşebilmektedir.

Belirli bir mekânda/alanda canlı-cansız ilişkilenimler bütünsellik içinde değerlendirildiğinde, bu alanın kendisine yönelen egemen şiddetinin tesadüfi veya anlamsız olmadığı görülecektir. Sözgelimi Roboskî’de yakın zamanda gerçekleşen ve devam etmekte olan katır katliamının son yüzyılda Kürdistan’da yapılan insana yönelik katliamlardan, doğa-ekoloji katliamlarından (3), güvenlikçi yapılaşmadan ve dolayısıyla sömürgeci pratiklerden ayrı düşünülmesi indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. 1938’de Dersim’de insanların yanı sıra bilinçli olarak doğal yaşam alanlarının bombalanması, aynı şekilde 1990’lar ile anılan köy yakmaları,  beraberinde “terörle mücadele yöntemi” olarak inşa edilen barajlar (4) ve “barış” söylemine rağmen yapımı devam eden çok sayıda karakol/kalekol Kürdistan’da mekânın esasen güvenlik politikaları doğrultusunda şekillendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bahsedilen bu pratikler ile Kürdistan, mekân dışında yaşayanlar için güvenlik bölgesinden, Kürtler ise güvenlik tehdidinden fazlasını ifade etmemeye başlamaktadır. Tam da bu noktada var olan şiddet “meşrulaşmakta” ve egemenin politikaları doğrultusunda şekil alarak canlı ve/veya cansızlara yönelmektedir.

Hükmedenin cezalandırma araçları ve bu araçların yöneldikleri ise konjonktüre bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Egemenin toplumsal sözleşme ile tekelinde bulundurduğu şiddet kimi zaman yaşamın kendisine, kimi zaman da yaşamsallığa içkin olacak şekilde yaşamı çevreleyen alana ve/veya yaşamsal kaynaklara yönelir. Savaş dönemlerinde silahlı mücadeleyi araçsallaştıran politik grupların yanı sıra belirli bir gruba mensup “gözden çıkarılabilir” olan sivil halka kolaylıkla ve bilinçli olarak yönelen şiddet, ateşkes veya müzakere süreçlerinde de biçim değiştirerek var olduğunu ispatlama çabasını sürdürür.

Roboskî’nin ve dolayısıyla Kürtlerin “sınır” ile kurdukları ilişki göz önüne alındığında sınıra dair “ihlâl” pratikleri ulus-devlete içkin kısıtları tartışmaya açar, ulus-devlete itiraz eder, meydan okur ve sınırın varlığını anlamsızlaştırır. Nitekim resmi tarih anlatısında ve devlet söyleminde keskin ve net bir hat olarak çizilen hudut, Kürtler için somut olduğu kadar aynı zamanda iradeleri dışında yerleştirilmiş ve ardı görülebilen bir temsilden ibarettir. Bu çelişkili muğlak alan, egemenin güç ispatı ihtiyacını beraberinde getirir ve burada yaşayanın “itirazlarını” dizginlemek, yok etmek üzere araçsallaşır, bir yandan da ulus-devletin varlık iddiasını yeniden üretmeye çabalar.

Genelde Kürtlerin, konu özelinde Roboskîlilerin doğa-canlılar ile kurdukları özdeşlik bağına ve Kürt mücadele tarihinde toplumsalın bilinçdışına bakıldığında, yukarıda belirtilen tahakküm ilişkileri ile son dönemde görünürlüğü artan katır katliamının geçişken yapısı daha net anlaşılacaktır. Kürdistan’da katırların gündelik hayattaki yeri, hem emeğe, hem ulaşıma hem de kültürel bağlama tekabül etmektedir. Apê Musa’nın hatıralarında anlattığı Bengo Dayı’nın katıra yüklenmiş cesediyle karşılaşması, düğün alaylarında gelinleri taşıyan, sınır ticaretinden başka gelir alanı bırakılmamış köylülerin emek eşlikçisi olan, Roboskî katliamında öldürülen ve öldürülmüş bedenleri taşıyan katırlar farklı duygular üzerinden bir noktada birleşmektedirler. Mekâna ihtiyacı olan ve mekânsallaştırma eğilimde olan belleğe (5) tutunan katır imgesi de bu yolla bir sembol olmanın ötesine geçmekte, kendine kolektif bellekte özel bir yer edinmektedir. Bu bağlam içerisinde yukarıda bahsedilen şiddetin katırlara yönelmesinin tesadüfi olmadığı da net olarak ortaya çıkmaktadır.

Elias Canetti hükümdarların nefretinin, çok sayıda kişinin öldüğü bir katliamın ardından hayatta kalarak dikkat çekmeye cüret eden kişilere yöneldiğini söyler. Bu nefretin üzerine acıma siyasetinden çıkıp hesap soran mücadelelerin oluşması özneleşmeye ivme kazandırdığından egemenlik alanında sarsılmaya yol açar. Canetti’nin sözü genelde baskı, haksızlık ve katliamlar tarihi karşısında durabilmiş olan Kürt Özgürlük Hareketi, özelde Roboskî katliamında öldürülmüş kişilerin yakınları üzerinden okunabilir. Katliamda öldürülenlerden biri olan 13 yaşındaki Bedran Encü’nün aynı katliamdan sağ kurtulan katırının son süreçte öldürülen katırlardan biri oluşu da bu duruma dair bir şeyler anlatmakta, Türk devletinin tutumunu özetlemektedir.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye Cumhuriyeti ile başlattığı süregelen ateşkes-müzakere sürecine ek olarak Kürtlerin Rojava’da IŞİD çetelerine karşı verdikleri onurlu mücadele, Kobani’de inşa ettikleri yeni yaşama artmakta olan beynelmilel ilgi ve itibar göz önüne alındığında devletin Kürtlere karşı alışıldık manevra alanının daralmakta olduğu ileri sürülebilir. Bu daralan alanda iktidarın yeniden üretilebilmesi için de ‘ikinci en iyi opsiyonlar’ devreye girmektedir. Bu bağlamda katır katliamı iktidarın şiddet ediminin bir yandan kışkırtıcı, bir yandan da varlığını ispatlar duruşunu sergilemektedir. Katırların katli ile sonuçlanan bu şiddetten dönemin iktidarının beklentisi egemenenlik ispatına ek iki işlev üzerinden değerlendirilebilir;

1) Hatırlatma işlevi: Şiddetin keyfi niteliğinin yerli yerinde durduğu, aynı şiddetin yakın tarihte Roboskî’de 34 canı aldığı gibi tekrar yaşamın kendisine yönelebilecek kadar yakında ve meşruiyette olduğunun hatırlatılması.

2) Beden hafızası şekillendirme işlevi: Egemenin, iktidarı bedene yazma gücüne erişme isteği. Nitekim katır eşliğinde aşılan sınır beden hafızasında yer almakta, sınırın reddi/anlamsızlığı bu yolla deneyimlenmekte ve yeniden üretilmektedir. Katırların katli bu hafızanın devamlılığını sekteye uğratarak bedende yeni iktidarın işlenmesini amaçlamaktadır (6).

Roboskî katliamı sonrasında faillerin cezalandırılmaması, yüzleşmenin sağlanmamasına ek olarak katledilenlerin yakınları keyfi gözaltılar, adli soruşturmalar ve devletin kayıplar politikasında da izlediği yas sürecine müdahale ile karşılaşmaktadırlar. Türk devletinin cezasızlık politikasının kendisi bir şiddet edimi olarak işkence sarmalına eklemlenmekte ve hak aramayı, itiraz etmeyi cezalandırmaktadır. Ana akım medyada ilgili öznelerin direniş pratikleri ve sözleri yer bulmadığı için de bu sarmal şiddetin yöneleceği yeni alanlar yaratarak varlığını sürdürmektedir. Roboskî bir anlamda son yüzyılın Kürt katliamlarının bütününü içine alarak karşı duruşun, itirazın sembollerinden biri olurken aynı oranda da baskının odağı hâline gelmiştir. Kürtlerin yaşamları Türkiye halklarına iktidarca belirlenmiş hiyerarşide alt katmanlarda sunulurken katırların katledilmesinin taşıdığı anlamlar da görünmez kılınarak aynı hiyerarşi hem yatay (Türkiye-Kürdistan ekseninde) hem de dikey (türler arasında) korunmaya çalışılmaktadır.

Meseleyi çeşitli analiz seviyeleri üzerinden okumak göstermektedir ki tekil perspektif ile kurulacak muhalif dil, pratik ve direniş yetersiz olmakla kalmayıp bazı hayati alanları da görünmez kılacaktır. Şüphesiz egemen tam da bu alanların görünmezliği ile manevra kabiliyeti kazanıp politikasını devam ettirmek, baskı pratiklerini de buradan kurarak iktidarını güçlendirmek istemektedir. Bu nedenle katır katliamına liberal müdahale alanında salt hayvan hakları söylemi üzerinden yaklaşmak -özgül kıymetine rağmen- ve “batı”yı buradan hareketle suskunlukla suçlamak hatalı olacaktır. Nitekim meselenin tek boyutlu ele alınması görünmez alanları arttırarak egemenlik paylaşımı temelinde gerçekleşebilecek bir çözümü ertelemekten başka bir şeye yaramayacaktır.

 Tashih: Harun Ercan

Kaynaklar/Dipnotlar:

(1) Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Stanford University Press, 1998.

(2) Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010, sf.99-107.

(3) Konuyla ilgili kapsamlı bir okuma için bkz. Serhat Arslan, “Kürdistan’da Doğa/Ekoloji Katliamı”, Toplum ve Kuram, Sayı: 9, sf. 61-75.

(4) Neoliberal politikaları doğrultusunda bu yapılaşmaların Ak Parti döneminde “gelişme/büyüme” söylemi ile güvenlikçi politikaları içerleyecek şekilde hızlanarak devam ettiğini belirtmek yerinde olacaktır.

(5) Jan Assmann, Kültürel Bellek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, sf.43.

(6) Bir anlamda bedeni disipline etme işlevi ile de düşünülebilir. Bkz. Foucault (2010).

İçeriğin Devamı Aşağıda
BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0