onedio
Görüş Bildir
article/comments
article/share
Haberler
Efsanevi Aşk Hikayelerinden Bugüne: Aşk Yanılgısı

etiket Efsanevi Aşk Hikayelerinden Bugüne: Aşk Yanılgısı

Prof.Dr.Uğur Batı
23.01.2023 - 09:35 Son Güncelleme: 01.02.2023 - 21:40

Prof. Dr. Tayfun Uzbay, ülkemizin en değerli ve evrensel bilim insanlarından biri. Tıbbi farmakoloji alanında gerçekleştirdiği çalışmalarla alana ışık tutan ve yazdığı çok değerli kitaplara “okumayı” fazlasıyla hak eden bir yazar aynı zamanda. Tayfun Hocam’dan söz ederken kendisine ve gıyabında hep “okurun bol olsun” derim. En nihayetinde bu dileğimi buradaki, Onedio Yazio’daki köşeme taşımaya karar verdim ve kendisinin izni ve katkısıyla bir dizi halinde Hocam’ın son kitabı ve arka kapağını yazmaktan gurur duyduğum İnsanlar ve Yanılgılar kitabından bazı bölümleri sizle paylaşmaya başlıyorum.

İçeriğin Devamı Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Prof. Dr. Tayfun Uzbay “İnsanlar ve Yanılgılar” kitabı ile bu yanılgıların sebeplerini; yanılgıların nöropsikolojisini, nörobiyolojisini ve nörokimyasalını ele alıyor.

Prof. Dr. Tayfun Uzbay “İnsanlar ve Yanılgılar” kitabı ile bu yanılgıların sebeplerini; yanılgıların nöropsikolojisini, nörobiyolojisini ve nörokimyasalını ele alıyor.

Kitabın arka kapağında yaptığım yorumda; “Ülkemizde bilim dünyasının en önemli figürlerinden olan Tayfun Uzbay Hoca’nın aşkta, bilimde, özgüvende, zihnimizde, belleğimizde, sebeplerde ve sonuçlarda nasıl yanıldığımızı gösteren bu eşsiz kitabı, tam da ihtiyaç olan bir zamanda ‘zamanın ruhunu’ bize açık eyliyor, iyi ki de yapıyor, iyi yapıyor' demiştim. Şimdi de bu yazıda noktasına virgülüne dokunmadan Tayfun Hoca’nın İnsanlar ve Yanılgılar kitabından müzik ve zekâ ile ilgili bir kısmı sizinle paylaşacağım, bence iyi de yapacağım.

“Leyla ile Mecnun”, “Kerem ile Aslı”, “Tahir ile Zühre”, “Ferhat ile Şirin”, “Arzu ile Kamber” ve “Yusuf ile Züleyha”. Bu isim çiftlerine aşina olan herkesin aklına ilk anda tutkulu ve trajik sonlanan aşk hikâyeleri gelir. Bunlar yaşadığımız coğrafyaya ait folklorun en popüler aşk hikâyeleridir. Hepsinin ortak noktası kahramanlarının aşkın Nirvana’sını yaşamalarına rağmen sonunda kavuşamamaları ve ölerek sonsuzlukta buluşmalarıdır. Benzer kahramanlar farklı isimlerle başka coğrafyaların folklorlarında da var. William Shakespeare’in ünlü eserinde vücut bulan “Romeo ile Juliet” belki ilk akla gelebilecek örneklerden biri. 

Amerikalı yazar Erich Wolf Segal’ın 1970 yılında yayımladığı Aşk Hikâyesi (Love Story) isimli romanı 33 dile çevrildi ve dünya çapında en yüksek satış rakamlarına ulaşan kitaplardan biri oldu. Romanın aynı başlıkla çekilen filmi de dünya çapında izlenme rekorları kırdı. Başrol oyuncuları Ryan O’Neal ve Ali MacGraw’ı da dünya çapında üne kavuşturdu.

Filmin aynı isimle Nejat Saydam yönetiminde çekilen Türkçe versiyonunda da tutkulu ve sonu hazin biten hikâyenin kahramanlarını Salih Güney ve Deniz Gökçer canlandırmıştı. Yeşilçam’ın önemli filmlerinden biri olan, 1955 yılında gösterime giren, senaryosunu ve yönetmenliğini Lütfi Ömer Akad’ın yaptığı Beyaz Mendil’de de benzer bir konu etkileyici biçimde işlenmiştir. Başrollerini Fikret Hakan, Ruth Elizabeth, Settar Körmükçü ve Ahmet Tarık Tekçe gibi dönemin sinema yıldızlarının oynadığı film seyircilerden büyük ilgi görmüştü. 

Tutkulu ama sonu hep hüsranla biten aşklar sadece edebiyatın ve sinemanın konusu olmadı. Aşk her türden müziğin de büyük ölçüde ana temasını oluşturdu.  Güncel veya klasik en çok dinlenen şarkılar aşk üzerine. Bunların önemli bir kısmını da umutsuz ya da kavuşmanın imkânsız olduğunu işleyen parçalar oluşturuyor. 1970’lerin ortalarından başlayarak etkisini 1990’ların ortalarına kadar sürdüren arabesk furyasında da öne çıkan hit şarkıların çoğu bir sevgilinin diğerine kavuşmasının önündeki engelleri ya da kavuşamamanın dayanılmaz trajedisini anlattı. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Hakkı Bulut, Kibariye, Küçük Emrah ve daha birçok şarkıcı çoğu aşk acısı temalı arabesk eserler ile geniş kitlelere ulaştı. 

Büyük bir tutku ile karşılıklı aşk yaşayanların hemen hemen hepsinin hikâyesindeki ortak noktanın kavuşamama olduğunu görüyoruz. Kavuşmaya ya bir hastalık ya sosyal statü olarak iki tarafın eşit olmaması, yani zengin kız fakir erkek ya da tersi veya iki sevgili arasındaki saf ve temiz aşka karaçalı gibi giren kötü niyetli üçüncü şahıslar engel olmuştur. Folklordan filmlere, edebiyattan şarkılara kadar konu olan, tutkulu ve büyük aşkların mutlu son ile çoluk çocuğa karışarak devam etmemesinin nedeni ne olabilir?

Sonu mutlu biten hikâyelerin ilgi çekmemesi mi yoksa hikâyeler kavuşma ile sonuçlansa izleyen süreçte aynı tutkunun devam edip etmeyeceğine dair belirsizlik mi? Mesela Kerem Aslı’ya, Leyla Mecnun’a, Ferhat Şirin’e kavuşsa ve birlikte yaşamaya başlasalardı aşkları aynı saflık ve tutku ile devam eder miydi?

Hiç kavga etmeksizin el ele göz göze diz dize bir ömür birlikte yaşlanırken de birbirlerine aynı tutku ile bağlı kalırlar mıydı? Çoluk çocuğa karışıp uzun süren bir evlilik hayatında bu kahramanlar arasında bir sadakat krizi ortaya çıkar mıydı? Mesela Kerem’in canı giderek tekdüzeleşen ilişkilerinden sıkılıp kendine başka bir Aslı arar mıydı? Ya da Aslı Kerem’in kendisini aldattığından şüphelenip hayatı hem Kerem’e hem de kendine zehredecek şekilde zorlaştırır mıydı? Ya da Ferhat ile Şirin şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmanın eşiğine gelir miydi?

Sonu kavuşma ile bitmediğinden bu büyük aşkların bir çatı altında bir ömür boyu nasıl süreceği ya da sonuçlanacağı hakkında bir bilgimiz yok. Sonu kavuşma, yani mutlu son ile biten Yeşilçam ve Hollywood’un tutkulu aşk filmlerinde de genellikle “saf ve temiz” bir aşk teması işlenmiştir. Cinselliğin ön plana çıkmadığı, film kahramanlarının adeta ilahi bir aşk ile birbirlerini çılgınca sevdiği hikâyelerde ilişkiye taş koymak isteyen kötülere karşı verilen savaş kazanıldıktan sonrası da belirsizdir. Çünkü iki sevgilinin birbirine kavuştuğu sahne filmin finalidir. Kahramanların birbirlerini aynı tutku ve coşku ile severek el ele diz dize kaç yıl geçirecekleri belirsizdir, zaten izleyen de merak etmez.

Buraya kadar yazdıklarımın özeti, tutkulu ve coşkulu bir aşk vardır.

Buraya kadar yazdıklarımın özeti, tutkulu ve coşkulu bir aşk vardır.

Olmasaydı bunu işleyen bu kadar çok folklorik hikâye, bu kadar çok şiir, şarkı, roman ve film olmazdı. Aşk herkesin kapısını yaşam boyu mutlaka çalar. Erkek ve kadın arasındaki tutkulu aşk en fazla duyguların ve dürtülerin irade ve muhakemeye baskın olduğu genç erişkinlik döneminde ortaya çıkar. Ancak bunların çoğu henüz özellikle erkek veya hem erkek hem de kadın o yaşlarda bir ev geçindirebilecek ekonomik güce sahip olmadığından ya da yaşları küçük olduğundan sürdürülebilir olamaz. Karşılıklı tutku ve coşku şartlar el verdiği ölçüde paylaşır, belki karşılıklı acı çekilir, şiirler yazılır, sonuçta hayat boyu unutulamayacak, günü geldiğinde çocuklara belki de torunlara anlatılacak sade ve hoş anılar oluşur. Birçok insanın ilk aşkı bu döneme aittir. Sözleri Ertuğrul Saygı’ya ait Yıldırım Gürses bestesi şarkının sözlerinde de dile getirildiği gibi: 

Ne kadar severse sevsin neden ilk aşk gibi olamaz

Bir ömür boyunca insan ilk aşkın tadını bulamaz

Tabii ilk aşkın evlilikle sonuçlandığı ve uzun yıllar aynı yastığa baş koyarak çoluk çocuğa ardından toruna torbaya kavuşulduğu da olmuştur. Bu birleşmeye vesile olan aşkın aynı tutku ve coşku ile devam ettiğini söyleyenlerin çoğu gerçekte aşklarının bir değişim ve dönüşüm geçirdiğinin farkında değildir ya da doğruyu söylemezler. Çünkü söz konusu insan ise hiçbir aşk bir ömür boyu aynı biçimde devam etmez. Zaman içinde olumlu veya olumsuz değişikliklere uğrar. Çiftler bu değişikliklere uyum gösterdiği sürece de evlilik ya da birliktelik devam eder. Uyumsuzluk söz konusu ise büyük bir aşk ile başlayan birliktelik şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrılık ile sonuçlanır ya da mutsuz bir şekilde hır gür ile devam eder. 

Evli olmayanlar için ayrılık kolaydır. Evliliklerde tutku ve coşku kaybolduğunda ya yeni duruma uyum sağlanır ya da durum idare edilir, yani -mış gibi sürdürülür. Modern toplumda evlilik yasalara göre oluşturulan bir müessesedir. Yaşları yasa ile belirlenmiş erişkinlik sınırının üzerinde olan ve sağlık durumları evlilik için elverişli olan iki karşı cins şahitler huzurunda baskı altında olmadan kendi rızaları ile evlendirme memuru önünde başvurularını onaylayarak evlenirler. Evlilik için karşılıklı tutkulu bir şekilde âşık olma şart değildir. Yasal koşulları sağlayan herkes evlenebilir. Kimi ekonomik koşulları önceleyen bir “mantık evliliği” yapar kimisi de “nikâhta keramet” arar. Yani ortada bir aşk yoksa bile sonradan oluşacağı öngörülür. İlginç olarak bu tür evliliklerde coşkulu aşk motivasyonu ile başlayanlar kadar hatta onlardan daha fazla sürdürülebilir bir evlilik dönemi ortaya çıkar. 

Edebiyata ve filmlere konu olan büyük aşklar cinsel motivasyona mesafelidir. Hikâyelerin çoğu “platonik” bir yaklaşımla ele alınmıştır. Platonik kavramı büyük felsefeci Platon’un isminden türetilmiştir. Platon Devlet isimli ünlü eserinde sadece vatandaşlarının çıkarları için var olan ve vatandaşlarının refahı için çalışan ütopik ve ideal bir devlet tarifi yapar. Bunu sağlamak için devleti yönetenlerin çok iyi bir eğitime sahip olmaları, hatta birer filozof olmaları gerekir. Buradan hareketle, platonik, gerçekleşmesi mümkün olmayan ancak gerçekleşmiş olsa gerçekten harika olur hissiyatını ifade eden bir terim olarak türetilmiştir.

Platonik aşk çok yerde yanlış ifade edildiği gibi “karşılıksız” ya da “imkânsız” bir aşk değildir. Cinsel motivasyondan ve üreme isteğinden uzak ideal bir aşkı tarif eder. Dürtülerden uzak duyguların ön plana çıktığı bir aşktır. Tasavvufun işlediği aşk konusu da buna yakındır. Tasavvufta buna 'müşahhastan mücerrete ulaşma” denir ki, divan şiirlerinde de sıklıkla işlenen bir konudur. Mevlâna Celaleddin-i Rumi ve Yunus Emre gibi büyük düşünürlerin eserlerine konu olan aşk ilahi aşktır.   

“Bu adam lafı nereye getirmek istiyor” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Gelmek istediğim yer şurası: Ne tutkulu, büyük aşk hikâyeleri içinde ne de “saf ve temiz” duygularla birbirini seven iki âşık arasında cinsel dürtüye ve motivasyona yer yoktur. O zaman sorumuzu soralım: İnsanın doğal hayat akışı içinde aşk ve seks birbirinden tamamen bağımsız ve ilgisiz farklı iki davranış kalıbı mıdır? Sorunun günümüz bilimsel verileri ışığındaki yanıtı hem “evet” hem de “hayır” olabilir.

Evet, çünkü tutkulu bir aşk sürekli bir cinsel motivasyona ihtiyaç göstermeksizin süreklilik gösterebilirken, kadın ve erkek âşık olmaksızın da cinsel ilişkiye girebilir. Yani biri olmadan diğeri olabilir. Bu soruya hayır demek de mümkün; çünkü her iki tarafı da tatmin eden, sürdürülebilir bir kadın-erkek beraberliğinde bu ikisi birbirini tamamlar. Ancak modern insanın hayatının olağan akışında evliliğin sağlıklı sürdürülebilirliğinde ciddi sorunlar var. Bunu artan boşanma oranlarında ve giderek artan karşılıklı sadakatsizlik olgularında görmek mümkün. Eskinin saf ve temiz aşklarının tanımı yeniden yapılırken dışa yönelik kontrol edilemeyen, dürtüsellik ve cinsel motivasyon, yani sadakatsizlik, çiftlerin uzun süreli mutlu beraberliğinin önündeki en büyük engel gibi görünüyor.

“Aşk yanılgısı” aşkın sonsuz, sınırsız ve tükenmez bir duygu olduğuna inanmakla ilgilidir.

“Aşk yanılgısı” aşkın sonsuz, sınırsız ve tükenmez bir duygu olduğuna inanmakla ilgilidir.

Gerçekte iki kişi arasındaki cinsel çekim ve istek de çok defa aynı coşku ve istekle sürdürülemez. O da zaman aşımına uğrama eğilimindedir. Evlilik terapistleri, cinsel terapistler veya evlilik koçları gibi sorun çözücü veya akıl vericilerin yardımları da çok defa asıl sorunun kilim altına süpürülerek dolaylı etkenlerin etrafında dolaşmaktan ibarettir. Birbirinden sıkılan başlangıçtaki tutkulu aşkları ve cinsel motivasyonları duyarsızlaşan çiftlere sunulan sönmeye yüz tutan ateşi harlama taktikleri kısa süreli bazı faydalar sağlasa da zaman içinde bunlara da duyarsızlaşma gelişecektir.

İki insanın birbirinden sıkılması bazen ilişkiyi “gazı kaçmış kola” gibi yapar. Gazı kaçtıktan sonra kolayı yine içebilirsiniz, ancak ilk içtiğiniz andaki tadı alamazsınız. Böyle durumlarda da koçlar veya terapistler iki tarafı birbirlerini kırmadan dökmeden uygun şekilde ayrılmaya ikna etmeye çalışabilirler. Bununla beraber 30, 40 ve 50 yıl gibi uzun süreler son derece mutlu bir şekilde sürdürülen beraberliklerin de sayısı az değildir. Bu tür durumlarda çiftlerin zamana bağlı duyarsızlaşmalara uyum sağlamaları söz konusudur. Bu kadar uzun beraberliklerin ilk başladığı zamanki tutkulu aşk ve cinsel motivasyon ile devam ettiğini söyleyen biri ya doğruyu söylemiyordur ya da yanılıyordur. Üstelik bu kadar uzun süreli beraberliklerin başlangıcının güçlü bir aşka dayanmadığı örneklerin sayısı hiç de az değildir. 

Aşkın başlangıcındaki büyük coşkunun zamanla kanıksanmasının ve kaybolmasının nedeni “hedonik adaptasyon” da olabilir. Basitçe hazza uyum sağlama olarak tarif edebileceğimiz bu kavram, 1970’li yılların başında Amerikalı psikologlar Philip Brickman ve Donald Thomas Campbell tarafından ortaya atılmıştır.* Bu teoriye göre insanlar başlarına gelen her türlü acı verici kötü deneyime zamanla uyum sağlayarak başlangıçtaki acılarının hafiflemesinde olduğu gibi coşkulu, keyif verici ve mutluluktan başını döndüren durumlara da uyum sağlarlar. Yani olumsuz deneyimlerin verdiği en güçlü acılar bile zamanla nasıl hafifliyorsa, keyifli deneyimlerin verdiği haz ve heyecan da zamanla azalır.

İngiliz Psikolog Michael Eysenck bu kavramdan yola çıkarak “mutluluk çarkı” (hedonic treadmill, hedonik koşu bandı)” yaklaşımını geliştirdi. Buna göre insanın mutluluğu ulaşabileceği en yüksek seviye ile düşebileceği en alçak seviye arasında değişim gösterir. Bunun nedeni insanların hem kötü hem de iyi olaylara zamanla uyum sağlayarak önceki mutluluk durumlarına dönme eğilimidir. Hiçbir acı mutlak ve sürekli olmadığı gibi hiçbir haz veya mutlulukta aynı sürekliliği göstermez. Beklenmedik şekilde zengin olan veya zorlu bir süreci selametle tamamlayarak rahata kavuşan insanlar başlangıçta coşkulu bir mutluluk sergileseler bile bir süre sonra eski mutluluk düzeylerine geri dönerler. Bu kavram daha çok mutluluğu açıklamaya yönelik olarak kullanılmıştır.

Bence heyecanını zamanla yitiren büyük aşkların nedeni büyük bir ihtimalle hedonik adaptasyon olabilir. Heyecanla peşinden koşulan hedef ulaşıldıktan bir süre sonra çekiciliğini yitirir ve insan yeni bir haz arayışı ile hedonik koşu bandına geri döner.

*Brickman P ve Campbell DT. Hedonic relativism and planning the good society. Apley MH (Ed.), In: Adaptation-Level Theory, Academic Press, New York, 1971, s. 287-305; Güler M ve Dönmez A. Türk Psikoloji Yazıları, 14(27): 38-45, 2011.

Prof. Dr. İsmail Tayfun Uzbay kimdir?

1982 yılında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı’nda 1992 yılında doktorasını tamamladı. Aynı bölümde 1995 yılında doçent, 2003 yılında profesör unvanını aldı. 1997-1999 yılları arasında ABD’de, University of North Texas ve İtalya’da University of Cagliari’de araştırıcı öğretim üyesi olarak çalıştı. 2003-2011 yılları arasında GATA Tıp Fakültesi, Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı, 2011-2013 yılları arasında GATA Yüksek Bilim Konseyi üyesi olarak görev yaptı. 2003-2012 yılları arasında TÜBİTAK Ulakbim Türk Tıp Dizini Kurulu üyeliği ve 2004-2012 yılları arasında Sağlık Bakanlığı Madde Bağımlılığı Tedavi Usulleri Bilim Komisyonu üyeliği görevlerini yürüttü. 2007-2016 yılları arası Türk Eczacıları Birliği (TEB), Eczacılık Akademisi Bilim Kurulu Üyesi, 2016-2019 yılları arasında Eczacılık Akademisi Başkanlığı görevini yürütmüştür. Halen T.C. Üsküdar Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Dâhili Bilimler Bölüm Başkanıdır. Ayrıca Nöropsikofarmakoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi (NPFUAM) müdürlüğü ve Rektör Danışmanlığı görevlerini de yürütmektedir. 43. Dönem (2021-2023) TEB Merkez Heyeti Üyesidir.

Yorumlar ve Emojiler Aşağıda chevron-right-grey
Reklam

Keşfet ile ziyaret ettiğin tüm kategorileri tek akışta gör!

category/test-white Test
category/gundem-white Gündem
category/magazin-white Magazin
category/video-white Video
category/eglence BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
1
0
0
0
0
0
0
Yorumlar Aşağıda chevron-right-grey
Reklam
ONEDİO ÜYELERİ NE DİYOR?
Yorum Yazın